Makaleler

Published on Ağustos 23rd, 2025

0

Anı: Marvin | İskan Tolun


Rutin işlerimden biri de egzersiz yapmaktır. Haftada en az iki gün bisiklet turu yapmaktayım: On beş, yirmi kilometre, gidiş-geliş.

Her Allah’ın günü masa başına geçip saatlerce kitap okuyarak, yazı yazarak koltuğa gömülünce kaslar uyuşuyor tabii ki ve böyle olunca da, biraz spor yapmak kaçınılmaz bir seçenek hâline geliyor, normal olarak. Bundan dolayı bisiklet sürmeyi bir alışkanlık hâline getirmişim. Konu biraz dağınık olsa da, ayrıntılı bir biçimde anlatmaya değer.

Genel olarak Almanya temizlik, mükemmellik bakımından tartışılmazdır  ve elbette kırk yıldır kaldım bu şirin mi şirin, küçük kasaba (Rees) da öyledir.

Bu küçük ve şirin kasabanın tertemiz bir havasıdır.

Zaten, o meşhur Ren (Rhein) nehrinin kenarı, dillere destandır. Sadece ve sadece, Köln gibi büyük şehirlerin nehre yakın, bitişik restoranları, eğlence mekânları eksiktir.

Şehir içi, şehir dışı, yolları mükemmel, tertemizdir. Bisiklet yollarında da öyle ve her bir-bir buçuk kilometre arayla, mola verip dinlenmek için oturacak bir bank ve hemen de yanında bir çöp kutusu mevcuttur. Genellikle, mola verdiğim yerde oturulacak bir bank vardı, lâkin çöp kutusu yoktu.

Bu, birkaç yerde daha gözüme çarpmıştı. Yetkililere bildirecektim. Zira, bazen çöp kutusu olmayan bu bankların etrafı; izmarit, şarap, bira, kola, pet şişeler ve naylon, kağıt torbalarla doluydu ve bu durum beni çok rahatsız ediyordu.

Bol güneşli bir günde; yanında çöp kutusu olmayan, kasabanın yukarısına düşen bir bisiklet yolunun kenarındaki banka oturmuş, sigara içerek kitap okuyordum. İhtiyar bir (Bauer) çiftlik sahibi arabasıyla hızla gelip, “Çöpünü, izmaritini burda bırakma, beraberinde götür.” Dedi, oldukça yüksek bir perdeden.

Zaten öyle yapacaktım. Ama konuşma biçimi ve tonlaması emir verir gibiydi. Hatta, tehdit edercesine idi desem hiç de abartmış sayılmam. Bu konuşma biçimi, hele de önyargılı tavrı beni çok üzdü hâliyle. Zira, tehditten ziyade, bir yabancı olduğumu da anımsatmıştı. Sert bir tartışmaya hazır bir davranış biçimiyle de, yanıt vermemi bekliyor, tepemde öylece duruyordu.

“Bu sert tavrın, yabancı olduğum içindir. Böyle ön yargılı olmasaydınız keşke,” dedim içinden ve kitabı kapatırken:

“Elbette amca. Zaten bir izmaritim var. Söndürüp, götüreceğim, her zaman yaptığım gibi. Buralara atmam hiç merak etme,” diye de ekledim, buruk bir gülümsemeyle.

Verdiğim yanıttan hoşlanmış olacak ki, tek kelime bile etmeden çekip gitti. Ardından bakınca, hak verdim ona. Zira beni tanımıyordu. Özellikle de yaz aylarında sigara içerken çok dikkat ediyorum. Sigarayı söndürmeden de çöpe atmıyorum. Dolayısıyla, onun bu tavrına üzüldüğüm kadar, duyarlılığına da sevindim.

Bir gün de; kasabanın aşağısına düşen yoldan geçerken, mola vereceğim yerdeki bankın hemen yanında, bir belediye personeli, resmi bir arabayla inceleme yapıyordu, yanında durdum ve hemen oturağın çevresindeki boş şişeleri, çöpleri işaret ederek, “Buraya bir çöp kutusu koyamaz mısınız? Baksanıza, etraf çöp dolu.” dedim. Adam, elindeki defterine arzumu not etti, vedalaştık.

Birkaç gün sonra gittiğimde, yepyeni bir çöp kutusuyla karşılaştım. Resmini çekip (Status) durumda  paylaştım. Arzumun yerine getirilmesine çok sevinmiştim.

Neyse, asıl konuya geçeyim:

Yine bir (15 Mayıs 2025 / Kasabanın aşağısına düşen bisiklet yolu) gün, bisiklet turuna çıkmıştım. Genellikle hep aynı yoldan gidip geliyordum. Gidip geldiğim bu bisiklet yolu âşinadır, 1990’ların başında yapılmıştır. Nereden mi biliyorum? Taşların döşemesi bitince, bu uzun yolun kenarındaki “Çim Ekimi İhalesi” benim bizzat çalıştığım firmaya verilmişti.

Kenarlarındaki toprağı tırmıkla düzeltip çim tohumu serpiyorduk. Bilindiği gibi Almanya’da yağmur, hiç eksik olmuyor. Yağan yağmurla birlikte, birkaç hafta içinde serptiğimiz o çim tohumları yeşeriyor, yol kenarları yemyeşil oluyordu.

Bisiklet yolu demişken, aynı yıllarda, ama bir başka kasabanın bisiklet yolu kenarında bu kez, ağaç fidanları ekiyorduk. Dört-beş iş arkadaşıyla birlikte…

Bel ile fidan için kazdığım bir çukurdan taş sandığım top gibi, bir nesne çıktı, çamurla kaplıydı. Ama nasıl bir nesne? Arkadaşlara gösterdim. Bildiğimiz yuvarlak bir taş gibi idi; lâkin, çamuru dökülünce yirmi santim kadar bir sap zuhur etti.

“Bu taş sandığımız nesne neden böyle saplıdır acaba?” diye hiç düşünmedik. Hatta, o top bölümüne basıyor, yirmi santimlik sapa da, çamurlu ayakkabılarımızı sürterek temizleyip geçiyorduk. İki-üç gün öyle geçti. Çamuru kurumuştu ve arada bir elimizdeki beli, çamurdan temizlemek için o nesneye vurup geçiyorduk.

Bir gün taş değil de, metal olduğunu anlamıştım. Zira, elimdeki beli vururken, zuhur edip dökülen metal pasını ayırt etmiştim, lâkin, “Bu metal nesne nedir acaba?” diye de hiç dert etmemiştim.

Ertesi gün bizim cömert patron teşrif etti. Sağolasın her zaman olduğu gibi yine hepimize sıcak yemek ve içecek getirmişti. Bol güneşli bir gündü, çimlere oturup sıcak yemeğimizi yemeye başladık. Karşımızda durup sigarasını tellendiren patron aniden kendini yere attı. Siper almıştı, bir savaştaymış gibi.

Biraz şişman ve her zaman canlı-kanlı olan kıpkırmızı suratı beniz atmış, bembeyaz olmuştu. Kalkıp geriledi ve, “Oradan uzaklaşın,” diye de hepimizi uyardı. “Neler oluyor?” derken, odaklandığı yere bakınca anladık ve telaşla uzaklaştık. Patron da arabasına atladığı gibi hızla uzaklaştı, görünmez oldu…

Birkaç saat sonra, eskort hâlinde birbirine benzer 4-5 beyaz araba ile birlikte geldi. Lâkin böyle arabaları ilk kez görüyordum. Modelleri, tipleri normal arabalardan oldukça farklıydı. Bomba imha uzmanları, uzay astronotlar gibi ard arda o arabalardan indiler ve taş sandığımız o nesneyi alıp götürdüler.

Vay be!.. Çok kurcalamıştık o meçhul nesneyi, her an patlayabilirdi ve topumuzu temize havale etmesi işten bile değildi. Gerçekten de patlamamış olması bir mucizeydi. Şimdi de aklıma Albert Einstein’in mucizelerle ilgili bir sözü geldi:

“Yaşamanın iki şekli vardır: Hiçbir şey mucize değilmiş gibi ya da herşey mucizeymiş gibi yaşamak.”

Evet, o taş sandığımız nesne, meğer 2. Dünya savaşı sırasında birlerine atılmış, lâkin patlamamış bir el bombası idi, bilmiyorduk…

Daha fazla dağıtmadan asıl konuya geçeyim: Bisiklet sürerken söz konusu o yolun (15 Mayıs 2025 / Kasabanın aşağısına düşen bisiklet yolu) sol kenarından, aniden gelen, “Gak!..” diye bir ses duydum. Dönüp bakınca, kıpkırmızı gagasını son raddeye dek açmış bir karga yavrusu idi.

Annesi buralardadır muhakkak, birazdan ilgilenir düşüncesiyle yoluma devam ettim. Yine, her zaman olduğu gibi gölün kenarına gidecektim. Patika yola saptım…

Gölün kenarında durup indim, biraz mola verecektim. Göl dedimse de, aslında bilindiği gibi doğal, ezeli bir göl değildir. Kum ve çakılın çıkarılması sonucu yeni zuhur etmiş bir göldür. Gözyaşı misali berrak, tertemiz bir su birikintisi desem hiç de abartmış sayılmam.

Gerçekten de çok temiz, tertemiz, berrak bir sudur. Bu temiz gölün yeni zuhur etmiş olduğunu nerden mi biliyorum? Konuyu fazla dağıtmadan kısaca anlatayım:

Almanya’ya (1985) geldiğimde o göl yoktu. Bildiğimiz tarla, araziydi. Şeker pancarı, buğday, mısır ekiliyordu. Almanya’da ilk çalıştığım çiftliğin (Bauer) arazisi idi zaten.

Evet, o kocaman göl bir buğday tarlasıydı. Hatta, biçer buğdayı biçtikten sonra, birkaç arkadaş ile birlikte buğday sapının o koca balyalarını romorka atıp, tavan arasındaki samanlığa yerleştirmiştik; alabildiğine sıcak bir günde…

Zaten, haftada iki-üç gün birkaç saatliğine çalışıyordum o çiftlikte. Ta ki çiftlik sahibi ölene dek. Yazık, genç yaşta vefat etti; Allah rahmet eylesin!.. Ölüm nedeni kanımca alkol idi. Zira aşırı derecede içki tüketiyordu. Çok enteresan bir tarihte öldü, hiç unutmam: 08.08.1988

Konu biraz dağılıyor, zira anılar çok. Neyse, bu güzel gölün kenarında her zaman olduğu gibi yine ilk önce diktiğim ceviz fidanlarımı kontrol ettim. Bu ceviz fidanlarımın hikâyesini de, kısaca anlatayım:

Bahçemin karşısında küçük, lâkin ağaçlarla dolu, koru gibi bir arsa var ve bu ağaçların arasında yaşayan sevimli, yabani hayvanlar da yok değil: Kirpi ve Sincap.

Dolayısıyla, o arsada yetişmiş koca, görkemli bir ceviz ağacının dalları bizim bahçeye kadar uzanıyor. Hâliyle, cevizlerin bir bölümü de bize kısmet, bahçeye dökülüyor.

Bir gün, sevimli bir sincap’ın telaşlı hâli dikkatimi çekmişti, seyre daldım. Bahçeme dökülmüş olan cevizleri tek tek alıp götürüyor, oraya buraya gömüyordu. Ben de bakıp bakıp gülüyordum. Anlaşılan kışlık levazımını hazırlıyordu…

Herhalde kışın, gömdüğü o cevizleri unutmuştu; ya da gereğinden fazla gömmüş olacak ki, çıkarıp yemeden bahar gelmiş ve baharla birlikte filizlenmişlerdi. Ertesi yıl da fidan olup çıkıyorlardı.

O fidanları gelene gidene hediye ediyor, bazen de götürüp yol kenarlarına, ya da bir göl kenarına dikiyordum. Ama bu yıl çok fazla; yirmiyi aşkın ceviz filizlendi. Bunlar doğaya aittir. Fidanların ziyan olmasına göz yumamam. Belediye ye hediye etmeyi düşünüyorum.

Neyse, gölün güzelliğine şöyle bir göz attım. Bir zurba yabani kaz, göle tüy gibi yavaşça inip durdular. O tertemiz, berrak suya mıh gibi çakılıp kalmışlardı her biri. Uzun uzun bakıp durdum…

Onlara, suya baktıkça, gölün tarla olduğu o eski günler, bir bir geliyordu aklıma, dalmıştım. Az ilerde bisiklet süren, tanıdık, genç bir çiftin selamıyla dalgınlıktan sıyrıldım ve bisikletime binip geri döndüm. Patika yoldan bisiklet yoluna geçip, hızla eve doğru yol aldım.

Yine aynı yerden geçerken, bu kez, daha da yanık bir “Gak!..” sesi geldi, hemen de durup döndüm. Karga yavrusu hâlâ orada, tek başındaydı, annesi gelmemişti.

İlgileneceğim umuduyla bana bakıp, öylesine yanık yanık “Gak!..” diyordu ki, art arda. İçim cız etti, yandı, eridi adeta. Kıpkırmızı gagasını sonuna dek açmış durmadan, biteviye, “Gak!.. Gak!..” diyordu.

Gagasının içi demirci körüğü misali, alevler saçıyordu sanki, kıpkırmızı. Hava da oldukça sıcaktı o gün: En az yirmi, belki de yirmi beş derece. Evet, mayısın sıcağıydı.

Kutsal bir nesneyi elime alır gibi aldım ve tek elle bisiklet sürmeye başladım. Yakınımda, tanıdık bir diş doktorunun evi vardı, durdum ve kapı zilini çaldım. Sağolasın eşi su ile biraz yem getirdi. Gagasına suyu boca edince sünger gibi emiyor, habire içiyordu mübarek, ohhh, rahatlamıştım…

Yem, bildiğimiz kuş yemi idi, kuru mısır, buğday falan. Karga yavrusu henüz civciv, bu tür yemi hazmedemez, midesi sindiremez, belki de boğazında kalır, diye vermedim tabii ki. Civcivlerin ilk yemi kurtçuklardır, biliyordum, elbette.

Sağı solu çubukla kazdım, birkaç kurtçuk bulurum umuduyla. Lâkin bulamadım. Bu arada diş doktoru arkadaş da çıkageldi, “Aldığın yere bırak, annesi gelir ilgilenir,” dedi.  Aklıma başka bir şey gelmedi, dediğini yapacaktım. Geri gidip, aynı yere bırakmak istedim, ne gezer, iner mi hiç? Kolumdan bir türlü inmiyordu.

Yerden aldığım kırık bir ağaç dalıyla yandaki tarlayı tek elle eşelemeye başladım. Yavru karganın dinmek bilmeyen, yem istekli biteviye sesi, kulağımda habire yankılanıyordu:

“Gak!.. Gak!..” diyor, içim eriyordu. 

O kadar toprağı eşeledim, aradım, taradım tek bir kurtçuk bile bulamadım. Ortalıkta, bir karınca bile yoktu. Onu orada, tek başına bırakmak da gelmiyordu içimden, eve getirecektim. “Ya Allah,” dedim ve bisiklete binip yola koyuldum. Kolumda karga yavrusu ve  bisikleti tek elle sürüyorum…

Kasabanın girişinde, karga yavrusunu kolumda görenler gülüyor, ben gülüyordum. İlginçtir, bu arada aklıma, Albert Einstein’in sözü gelmişti:

“Hayat bisiklet gibidir, dengeyi kaybetmemek için ilerlemek gerekir.” Ve, bisiklet üstünde iki candık. Düşmeyelim diye dikkat ediyor, ahenkle pedala yükleniyordum.

Bahçede bisikleti yerine bıraktım ve kolumda karga yavrusu ile eve girdim. Kurtçuk yerine, aklıma ilk gelen, sabah kahvaltısında yediğimiz salam, pastırma geldi. Salamı bıçakla küçük küçük kestim ve bir parçasını alıp, açık gagasına bırakıp elimi hızla çektim, hemen de yuttu, parmağımı gagalayacaktı neredeyse.

Dışarı çıkıp devam ettim, doyana dek. Arada bir su da veriyordum. Ve akşama doğru torunlarım geldi ohh, bahçe şenlendi… Yem veriyor, su içiriyor, okşayıp seviyorlardı onu. Sevenleri çoğalmıştı. Torunum ona bir de isim buldu: Marvin.

Akşam, ona bahçede, çardağın altında güzel, korunaklı bir sığınak da yaptım. Evet, her şeyden önce korunaklı olmalıydı. Zira komşuların kedisi arada bir bizim bahçeyi ziyaret ediyordu, Allah korusun!..

Ha, gece üşümesin diye altına bir de minder koymuştum… Sabah, ilk işim ona bakmak oldu. Geldiğimi sezinleyince, uzun bir “Gak!.. çekti. “Ohhh be!.. Kedi uğramamış. Çok şükür yaşıyor.” Dedim kendi kendime.

Yemini, suyunu verdim yine ve güneşe çıkardım. Suya batırılmış ekmek, salam, sosis; boğazından geçebilecek, hemen hemen ne verilse hayır demez, yutardı bizim Marvin. Evet, artık “bizim Marvin” olmuştu…

Birkaç gün sonra, uçmayı öğrenmesi için, onu bahçede yavaşça havaya attım. Kısa bir uçuş yaptı, çimlere yavaşça kondu. Çok hoşuma gitti ve emindim ki onun da hoşuna gitmişti. Tekrarladım, defalarca ve her defasında da, biraz daha uzağa uçuyor, bir bumerang gibi geri dönüyordu.

Dikkat ettim, sağ gözünün alt kenarlarını pençesiyle hep kaşıyordu ve giderek kaşıdığı yerin tüyleri dökülüyor, beyazlaşıyordu. Kaşıdıkça da deri atıyordu ve neredeyse orada bir yara açılacaktı.

Ertesi gün ise, gagasıyla, her bir tarafını kaşımaya başladı. Havalar sıcaktı, onu bir güzel yıkadım ve güneşe bıraktım, ısındı. Tüyleri kuruyunca da gözüne iyi gelebilecek nitelikte hafif bir antibakteriyel merhem karışımı hazırladım. Dikkatle, neredeyse yara olacak, kaşıdığı o gözünün altına ilacı sürdüm. Öylesine uslu duruyordu ki, merhemi sürünce ilacın ona iyi geldiğini sezinliyordum.

Ertesi gün, biraz iyileştiğini ayırt etmiştim. Birkaç defa daha sürünce tamamen iyileşti. “Komm, komm” diyordum, arkamdan geliyordu. Bu “komm, komm”ları artık anadilde demeye başladım: “We re, we re, we re,” deyince de, daha hızlı geldiğini ayırt ettim ve artık hep Kürtçe konuşuyordum onunla…

Bu arada uçuş menzilli de epey ilerlemiş, alan gelişmişti. Genellikle, yemini, suyunu verdikten sonra, bahçede kitap okuyordum ve bir bakıyordum ki, bizim Marvin ortalarda yok, kayboluyordu. Telaşla aramaya başlıyor, “Marvin!.. Marvin!..” diye bağırıyordum.

Bazen kendim buluyor, bazen de sağolasın komşumun kolundan teşrif ediyordu bizim Marvin. Davetsiz misafir, komşunun bahçesine sık sık dalıyordu artık. Birkaç hafta sonra işler değişti. Sığınak ona dar gelmiş olacak ki, karşıdaki küçük arsanın ağaçlarında sabahlıyordu artık ve gayet normal da uçabiliyordu.

Yemini, suyunu aldıktan sonra uçup gidiyordu. Ben de bahçede rahat rahat kitap okuyarak dolaşıyordum. Yeme, içme vakti geldi mi, arkamdan, aniden bacaklarımı teğet geçip yere, önümdeki çimlere yavaşça konuyordu.

İlk başlarda sırtıma, omzuma konmaya çalışıyordu, fakat yeleğim kaygandı, düşüyordu. Bazen de, aniden gelince, onun olduğunu biliyor, hafiften tuhaf tuhaf gıdıklanıyordum ve hâliyle kendisi de ürküyordu.

Bundan dolayı olsa gerek, artık yere, önüme konmakta karar kılmıştı. Her defasında elime alıp tatlı tatlı okşuyor, öpüyordum onu. Kargaların çok zeki olduğunu duymuştum lâkin bu kadarını da tahmin etmemiştim. Alışmıştı bana, alabildiğine. Çarşıya giderken arkamdan uzun bir uçuş yapıyor, tekrar bahçeye geri dönüyordu.

Torunlarımın yanı sıra komşu çocuklarının da ilgi odağı olmuştu. Bahçeye gelip okşuyor, seviyorlardı onu. Dört beş hafta böyle, alabildiğine neşeli, eğlenceli geçti. Ama, çardağın altını da oturulamaz bir hâle getirmişti. Her Allah’ın günü yerleri temizliyorduk, lâkin, konduğu oturaklara sıçınca, işler zorlaşıyordu hâliyle.

Bizimkiler neyse de, artık komşuların terasına da sık sık gider olmuştu. Bundan dolayı bir gün, onu tekrar doğaya salmaya karar verdim. Zaten kargalar evcil hayvanlar değildir, doğaya aittir. Aldığım yere bırakacaktım. Bir torba ekmek ile yola koyuldum. Onu aldığım yere götürdüm. Uzun uzun baktım ona, öptüm, okşadım.

Daha sonra onu havaya attım, uçtu ve bir ağaca kondu. Doğaya bırakırken, ardından:

“Yolun, bahtın açık olsun Marvin. Güle güle git.” Dedim ve o çevreye bol ekmek parçaları dağıttım. Doğaya alışana dek, birkaç gün aç kalmasın diye. Daha sonra da fıydım ordan, eve doğru yollandım…

Ertesi gün, evlere şenlik!.. Bütün günüm, durumu anlayan torunlarımı yatıştırmakla geçti. Komşu çocuklar da gelip soruyorlardı. Nitekim, hepimiz Marvin’i çok sevmiştik ama, olması gereken de buydu.

Birkaç gün sonra tekrar bisiklet turuna çıktım. Aynı yere vardığımda durdum ve, “Marvin, Marvin!..” diye birkaç kez bağırdım lâkin, gelen olmadı. Demek doğa ile bütünleşmişti, öyle anlaşılıyordu. Etrafa baktım, oralara bıraktığım ekmek parçaları da yoktu. Anlaşılan bizim Marvin kardeşleriyle birlikte gelip yemiş, afiyetler olsun!..

Yaşar Kemal:

“İnsanoğlu güzelliğe böylesine hayran kalabiliyorsa, bu savaş ne, bu birbirini yeme, aşağılama, bu akan suyu, uçan kuşa, yaprağın üstüne konmuş kelebeğe düşmanlık niye?” 


İskan Tolun – 23.08.2025

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑