Makaleler

Published on Kasım 13th, 2025

0

Türkiye’de İslam ve laikliğin zorlu sentezi | Ali Arayıcı


Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa ve Orta Doğu’da büyük, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü ve çok etnikli bir imparatorluğun çöküşünden doğdu. Avrupa ve Asya arasında bir köprü görevi görmesi, coğrafi konumu ve insan potansiyeli sayesinde Türkiye, küresel emperyalist ülkelerin dikkatini bir kez daha üzerine çekiyor. Kuşkusuz, coğrafi konumu, jeopolitik ve stratejik önemi ve tarihsel derinliği Türkiye’yi diğer ülkelerden ayırıyor.

            1920’lerde Türkiye, özellikle düşük okuryazarlık oranı (yüzde 85) ve nüfusunun yüzde 85’inin kırsal kesimde yaşaması nedeniyle, 13 milyonluk nüfusu ile çok fakir bir ülkeydi. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye, 85 milyondan fazla nüfusa sahip, büyük ölçüde kentleşmiş bir ülke haline gelmiştir. İstanbul, 1,5 milyonluk bir metropolden 15 milyonluk bir metropole dönüşmüştür.

            Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1938’de vefat ettiğinde, eksikliklerine rağmen, en azından kısmen laik ve Batılılaşmış bir Türkiye bıraktı. Ancak, 1950’lerde rejim demokrasiye geçiş sürecine girdiğinde, siyasi İslam’ın istikrarlı bir biçimde sürekli olarak yükselişi, düzenli askeri darbelerle kesintiye uğrayan demokratik istikrarsızlık yapısını beraberinde getirdi.

            BATILILAŞMA VE ULUS-DEVLET

            Türkiye’de, Mustafa Kemal’in fotoğraf ve portrelerinin resmi kamusal alanlarda her yerde bulunması gayet doğaldır. Bu durum, diğer ülkelerin kurucu liderleri için de geçerlidir. Bu gözlem, Mustafa Kemal önderliğindeki cumhuriyetçi yapının yeni bir ulus-devlet kurma ve ulusal-kültürel bir kimlik yaratma yönünde başlattığı kararlı bir projenin sonucu olduğunu hatırlatıyor.

            Bu durum, Birinci Dünya Savaşı’nı, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü ve gayrimüslim, Türkçe konuşan halkların önemli ölçüde tasfiyesini takip eden tarihsel gelişmeleri de çağrıştırıyor. Son olarak, bu sav ulusal bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin ve Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağladı. Ulusal bağımsızlıktan sonra, Mustafa Kemal ve arkadaşları, 29 Ekim 1923’te bugün Türkiye Cumhuriyeti olarak bilinen devletin kurulmasını ilan etti.

            Ancak, bunun bedeli yüz binlerce can kaybı, milyonlarca insanın ülkeden ayrılması ve milyarlarca dolarlık maddi hasar oldu. En önemlisi de, onlarca farklı ulusal ve kültürel kimliğin silinmesine yol açan etnik homojenleşmeyi beraberinde getirdi. Aynı zamanda, Mustafa Kemal otoriter bir yönetim ve tek partili bir sistem uygulayan kurucu bir lider ve devlet adamı oldu.

            Türkiye’de, 1920’lerin ortalarında laikliğin resmen benimsenmesiyle birlikte, ‘Türk-İslam Sentezi’nin Türk kimliğini bir din statüsüne yükseltti. İslami kimlik, laiklik kisvesi altında bastırıldı ve yok olmaya mahkûm edildi. Dahası, gayrimüslim azınlıkların izlerini taşıyan Anadolu’nun karmaşık tarihi, cesur ve muzaffer bir halkın, yani Türkiye halkının tarihine indirgendi. Ancak, bu halk, sayısız ihanet ve askeri darbeye karşı sürekli tetikte olmak zorunda kaldı.

            Mustafa Kemal ve arkadaşları, yeni bir ulus-devlet yaratmak, ulusal ve kültürel kimlik sorununu kökten çözmek için; bir kültür devrimi gerçekleştirdi. Kemalistlere göre, “Türkler, Osmanlı’nın değişmezliği olarak algılanan anlayışı terk etmeli ve “laik” olmalı, yani Müslüman geleneklerinden vazgeçmeli ve din, özel alana hapsedilerek yok olmaya mahkûm edilmeliydi.”

            Bu bağlamda ilk adım, farklı dillerde öğretim kesin olarak yasaklandı. Eğitim ve öğretim birliği sağlandı. Halifelik ve saltanat kaldırıldı, tarikatlar yasaklandı ve Şeriat mahkemelerinin faaliyetine son verildi. Erkekler ve kadınlar arasında yasal eşitlik ilan edildi. Kadınlar oy kullanma hakkına kavuştu. Bir kılık-kıyafet devrimi gerçekleştirildi ve Batı tarzı kıyafetler benimsendi.

            Miladi takvim, yeni Türk (Latin) alfabesinin kullanımı ve Pazar gününün resmi tatil günü olarak kabul edilmesi benimsendi. Son önemli gelişme ise, yakın zamanda cami olarak kullanıma açılan Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi oldu. Böylece, Mustafa Kemal aracılığıyla ordunun, öğretmenlerin, memurların, aydınların ve okur-yazar olan herkesin; ülke geneline yaymakla yükümlü olduğu yeni bir Kemalist cumhuriyet ve ideoloji yaratıldı.

            LAİK DEVLETİN ÇİFTE PARADOKSU

            Mustafa Kemal’in Türkiye’si, Balkanlar ve Orta Doğu’da Avrupa merkezli, çok dilli, çok kültürlü ve çok etnikli Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısıdır. O dönemin Müslüman dünyasındaki diğer “aydın” elitlerden farklı olarak Kemalist devrim, Avrupa’ya yakın bu bölgelerde ve Orta Doğu coğrafyasında arzu ettiği devleti kurmak için yeterli toplumsal desteği buldu.

            Ancak, laiklik prensibini ön plana alıp benimserken, modernliğin henüz pek bir etkisi olmayan arkaik bir Anadolu’da kapalı bir toplum şekillendirdi – bu bakımdan, yeni başkent olarak Ankara’nın seçilmesi önemlidir. Dahası, nüfusun neredeyse tamamının Türk-İslam kökenli (yani Müslüman) olması, Türk milliyetçiliğinin gelişmesine de zemin hazırladı.

            Kemalist laikliğin, inançların çoğulculuğu bağlamında devletin dini tarafsızlığı anlamına gelmediğine dikkat edilmelidir. Aslında, dini ibadetler başından itibaren devlet tarafından kontrol edildi. Türkiye’de, önemli bir inanç grubu olan Aleviler’in (nüfusun yaklaşık %20’sini oluşturduğu tahmin ediliyor) varlığına rağmen, devlet sadece Sünni İslam’ı meşru din olarak kabul etti.

            ‘Türk-İslam Sentezi’nin İslami kimliği, laiklikle birlikte arka plana itildi. Ancak, 1940’ların sonlarına doğru, Kemalist reformlar birer birer ortadan kalkmaya başladı ya da kasıtlı olarak asıl amaçlarından saptırıldı. Bu sefer, ‘Türk-İslam Sentezi’nin İslami kimliği ön plana çıktı. Tüm eğitim kurumlarında din derslerinin yeniden yer alması, din eğitimi veren İmam-Hatip okullarının açılması ve sayısının artırılması, Kuran’ın Türkçe okunmasının yasaklanması bunun örnekleridir.

            1950’lerden bu yana iktidarda olan tüm siyasi partiler, ‘Türk-İslam Sentezi’ni uygulamak için yarış ettiler. ‘Türk-İslam Sentezi’nin İslamcı kimliği, merkez sağ ve aşırı sağ hükümetlerde her zaman öne çıktı. CHP hükümetleri döneminde de, benzer durumlar yaşandı. Bu çabalar, Ordu tarafından gerçekleştirilen askeri darbelerle desteklendi. Askeri darbeler döneminde, en çok İmam-Hatip okulunun açıldığı, Kuran kursu sayısının arttığı ve caminin inşa edildiği görülüyor.

            SİYASİ İSLAMIN GÜÇLENMESİ

            Türkiye’de, Erdoğan dönemi ‘Türk-İslam Sentezi’ anlayışının sosyal yaşamın her alanını domine ettiği, Türk kimliğinin arka plana itildiği ve İslamcı kimliğin ön plana çıktığı; yeni bir Osmanlıcı ve pan-İslamcı ideolojiyi somutlaştıran bir dönem oldu. Bugün, Erdoğan’ın bu projesinde son derece başarılı bir ivme kazandığı da söylenebilir.

            Erdoğan, Cumhuriyetin ilk yıllarında halifeliğin ve saltanatın kaldırılmasına karşı çıkan Atatürk’ün silah arkadaşları Kazım Karabekir ve Fethi Okyar başta olmak üzere, bazı komutanların benimsediği anlayışı iktidara taşımayı başardı. Bu projeyi, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve askeri darbeci yönetimler bile başaramamıştı. 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde % 34,28 oy oranıyla birinci olan Erdoğan’ın partisi AKP,  23 yılı aşkın bir süredir iktidardadır.

            Cumhuriyet değerlerinin ve kazanımlarının son kalıntıları bile, birer birer tamamen ortadan kaldırıldı. Ordunun yapısı, işlevi, rolü değiştirildi. Toplumsal değerler, eğitim, kültür, sosyal ve hukuksal yapılar, ‘Türk-İslam Sentezi’nin İslamcı kimliği üzerine inşa edilmeye çalışılıyor. Amaç, tarikatların egemen olduğu gerici bir rejimi kurmaktır. Bugün, Türkiye’de resmi olarak adı konulmamış, İslam hukukunun ve şeriat kurallarının egemen olduğu bir düzen kuruluyor.


Prof. Dr. Ali Arayıcı – 13.11.2025


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑