..." /> Tarih sıkıştırırken | Sibel Özbudun

Makaleler

Published on Ekim 8th, 2025

0

Tarih sıkıştırırken | Sibel Özbudun


“Hep taze tuttum sevincimi
avluda diz boyu kar
elimde kır çiçekleri”[1]


Sorularınız gerçekten özenle seçilmiş,[2] son onyılların barış süreçlerinden damıtılan derslerin ışığında, titizce formüle edilmiş. Bu bakımdan, kutlanmaya değer…

Sorun şu ki, Türkiye’de son dönemde MHP Genel Başkanı ve iktidardaki ittifak ortağı Devlet Bahçeli’nin Meclis’in 1 Eylül 2024’de beklenmedik bir biçimde DEM Parti sıralarına yönelip milletvekilleriyle tokalaşması ile başlayan “şey”in, uluslararası arenada yüz yılı aşkın süredir biriken deneyimlerin dersleriyle biçimlenen, diyebiliriz ki “kurumsallaşmış”  “barış süreçleri”  pratiğiyle uzaktan yakından bir ilgisi yok!

Açımlayayım:

Afrika’dan Latin Amerika’ya son onyılların “barış süreci” deneyimleri, bu süreçlerin kapsaması gereken ve kabaca aşağıdaki kalemlerde özetlenebilecek kimi koşul ve “sağduyu unsurları”nı içeriyor:

1. Tarafların birbirini tanıması, çatışmaların “ne”ye dair olduğu konusunda az çok ortaklaşması;

2. Sürecin “ne”ye ilişkin olduğu konusunda görüş birliği içinde olması (niyet ortaklığı): Tarafların görüşmeler sonlandığında “ne” elde edeceklerine dair az-çok net bir fikir ve hedef sahibi olması;

3. Şeffaflık, hesap verebilirlik: Kamuoyunun sürece ilişkin bilgilendirilmesi, dezenformasyon, manipülasyon ve provokasyonlardan kaçınmak;

4. Uluslararası gözlemcilerin (hakemlik) ve/veya sivil toplumun sürece dahil edilmesi;

5. Görüşmelerin her bir aşamasında varılan anlaşmalara uyulması;

6. Ve belki de en önemlisi -çatışma alanları dışında olanlar dahil toplumun büyük bölümünde, sorunların silahlı yoldan çözümlenemeyeceğine ilişkin bir kanaat oluşmuş olması ve tarafların, özellikle de devletin barış talep eden bir kamuoyu baskısı altında olması…

Sanırım sorduğunuz sorular, bir olaylar dizisinin “barış süreci” olarak nitelenmesine olanak sağlayacak bu koşul ve “sağduyu unsurları”nın (ve bu yoldaki deneyimlerden hareketle oluş(turul)muş başka kriterlerin) varlığı durumunda yanıtlanabilir olacak. Bu nedenle, uygun görürseniz, sorularınızı ter tek yanıtlamaktansa, Türkiye’de son gelişmelerin neden “barış süreci” olarak nitelenemeyeceği konusundaki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum…

Öncelikle, sizin de belirttiğiniz üzere, iktidar bloku süregiden olaylar dizisini “Terörün tasfiyesi” olarak tanımlarken, Kürt siyaseti “Barış ve demokratik toplum” söylemi üzerinden gidiyor;  T.C.’nin PKK’nin silah bırakmasının ardından hatlarını henüz net olarak tarif etmese de, Kürtlere yönelik (çerçevesi Abdullah Öcalan tarafından çizilen) bir dizi -kabul etmeli ki muğlak- düzeltimi (Demokratik konfederalizm? Demokratik cumhuriyet? Demokratik komünalizm?) hayata geçirmesi gerektiğini ima ediyor. Adlandırmalar muhtelif, ama öyle anlaşılıyor ki Kürt siyaseti [aslına bakarsanız taraflar, muhataplarının “ne” olduğu konusunda da net değiller.

Bu özellikle T.C. için geçerli. Kürt tarafı kendini “Türkiye’deki Kürtlerin meşru temsilcisi” olarak görür ve tanımlarken, bir “Kürt sorunu”yla karşı karşıya olduğunu açıkça teslim etmemiş T.C. için karşısındaki, sadece silahtan arındırıp kendisini likide etmesini beklediği bir “terör örgütü” ve onun “legal” uzantıları…] Kürtlerin en azından yerel düzlemde özerk davranabilecekleri bir düzenlemeden yana. Bir başka deyişle, tarafların birbirlerinden beklentilerinin çerçevesinde, giderilmesi -bence- olanaksız bir uyumsuzluk var.

Bir kez daha vurgulamalı; T.C.’nin “süreç”ten beklentisi ve hedefi, PKK’nin silah bırakarak kendini feshetmesi ve onun Suriye’deki muadili olarak gördüğü YPG’nin bünyesinde yer aldığı Suriye Demokratik Güçleri ile birlikte Suriye ordusuna entegre olması… Konuyu bir “terör sorunu” olarak gördüğü için, Kürtlerin mevcut statüsüyle ilgili herhangi bir değişimi aklının ucundan dahi geçirmiyor; belki PKK militanlarına yönelik düzenlemeler ve kısmi bir af dışında… Bunun birkaç nedeni var:

-T.C.’nin kuruluşu itibariyle üniter ve monolitik bir devlet olarak kurgulanmış olması. Bu kurgunun “Kart-Kurt-Kürt”ten “Türkle Kürt et ve tırnak gibidir, birbirinden ayrılamaz”a dek gelmiş olmasının mal olduğu kan ve gözyaşı düşünüldüğünde, T.C.’nin bugün varmış olduğu kabullerden (Kürtçe öğrenimi, Kürtçe basın-yayın, kendini “Kürt” olarak tanımlayan siyasal-kültürel oluşumların varlığı…) bir adım ötesine geçmesi, büyük ölçekli iç ve dış altüstlüklerin ardından mümkün olabilir ancak.

-AKP’nin siyasal İslâmcılığı onu “etnik ve kültürel çeşitlilik” konusunda bir nebze daha pragmatik kılabilse dahi, bu parti de sonuçta “milliyetçi-muhafazakâr iklim”le şekillenmiş bir tabana dayanıyor. PKK’nin silahlı mücadeleyi başlatmasıyla birlikte dolaşıma giren en şöven “antiterör” söylemleri (“Şehitlerin kanı yerde kalmayacak”, “Bebek katili”, “Ermeni dölü”, vb.) kitleleri deyim yerindeyse geri dönüşü zor bir biçimde zehirledi. Bunda coğrafyamız sosyalist hareketinin önemli bir kesiminin 1990’ların sonu-2000’li yıllarda emekçiler arasında faaliyet yürütmektense, Kürt hareketine endekslenmelerinin payı da önemlidir. Sosyalistler, Kürt ve Türk emekçiler arasında sınıf kardeşliğini tesis etmeyi önemsemedi nedense!

İktidarlar Kürt ayaklanması boyunca Kürt tarafından gelen her çıkışı, hatta Kürt bölgelerinde sivil halka karşı uygulanan acımasız baskılara yönelik her türlü eleştiriyi kriminalize ederek, doğrudan doğruya “terörle iltisaklı” sayma yoluna gitti. Günümüzde eline çakı dahi almamış pek çok Kürt siyasetçi, aydın, yazar, gazeteci hâlen koşulları her gün biraz daha berbatlaşan hapishanelerde tutulurken, infazını tamamlamış mahkûmlar dahi sudan gerekçelerle tahliye edilmezken, 2015-16 yılında Kürt bölgelerinde sivil halka uygulanan devlet terörünün son bulması için çağrı yapan Barış Akademisyenleri üniversitelerinden kovuldu, yargılandı, KHK’larla açlığa mahkûm edildi…

Yakın zaman öncesine dek körlemesine bir koşuyla cadı avı iklimine seyreden bu savaş mekanizmasının geri vitese takıp yüzgeri etmesi, “barış” konuşmaya başlaması çok zor…

– Kaldı ki, iktidar blokunun isteğinin “barış” olup olmadığı da oldukça şaibeli. Bir örgütün kendini tasfiye etmesi, silahların bir süreliğine susmasını sağlayabilir belki, ama bu “Barış” mıdır? Ya da taraflardan birinin kayıtsız şartsız teslim olmasını istemekle barış istemek aynı şeyler mi?

Bugün iktidar bloku, süreç beklediği gibi sonuçlanması durumunda Kürtlere muğlak göz boyayıcı lafazanlıkların dışında hiçbir şey vaat etmiyor. Bırakın Kürt siyasetinin örtük biçimde öne sürdüğü “demokratik konfederalizm”e yolu açan düzenlemeleri, mevcut statüde en ufak değişikliğe dahi istekli değil.

Daha da vahimi, mevcut durumda iktidarı gerçek anlamda barışa zorlayacak toplumsal dinamikler de son derece zayıf…

İktidar, 280 harflik twitter mesajlarından, pazar yerlerinde, sokak röportajlarında dile getirilen şikâyetlerden, “aile düzenini tehdit ettiğini” düşündüğü TV dizilerine, şarkı sözlerine, her şeyi kovuşturma konusu yapıp el kadar çocukları, yetmişlik teyzeleri gözaltına alır, hepimizi topyekun bir “büyük gözaltı”nda yaşatırken, toplum sin(diril)miş durumda.

Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, kamuoyu yoklamalarına göre yurttaşların en büyük korkularının başında tutuklanma veya bir sabah gözaltına alınma korkusunun geldiğini söyledi,[3] hiç de haksız değil…

– Peki iktidar bloku, son yılların nesnel çatışmasızlık ortamında Kürt siyaseti ile görüşmeleri başlatma gereksinimini neden duydu?..

Bunu iki temel motifi var, kanımca: İlki, Sykes-Picot’nun geçersizleştiği, sınırların yeniden çizildiği ve bilumum emperyalist “oyun kurucu”nun müdahil olduğu Orta Doğu’da Kürtleri kendisi için bir “tehdit unsuru” olmaktan çıkartarak manevra alanını genişletmek. T.C. Kürtlerin (kimi Kürt çevrelerde dile getirildiği üzere) İsrail’le yakınlaşmasının kendisi için bir felaket olacağının bilincinde. Bunu Abdullah Öcalan’ın son dönemlerde dozajı artan “milli birlik ve beraberlik”çi söylemleri üzerinden PKK’yi (ve Suriye Kürtlerini) hizaya çekerek önlemeye çalışıyor. Bir çeşit “raison d’état”, yani.

İkinci motif ise, içeride: emekçileri, geniş halk yığınlarını felç eden ekonomik kriz ve artan siyasal zorbalığın kırılganlaştırdığı desteği, milliyetçi-muhafazakar Türk seçmene “terörü bitiren”, Kürt seçmenlere ise “Barışı getiren” lider imajı vererek tahkimle iktidarını pekiştirip, mümkünse yeni bir Anayasa’yla konsolide etmek… Tehlikeli bir cambazlık!

Sorularınızda ifade ettiğiniz “sosyal adalet ve eşitlik” ise, görebildiğim kadarıyla iki tarafın da gündeminde yok. Bir sermaye iktidarı aygıtı olan AKP’nin bu konuyu gündemleştirmemesi elbette şaşırtıcı değil, ancak Kürt siyaseti içinde Kürt coğrafyasını etkileyen sınıfsal eşitsizliklerden söz edilmesi de az rastlanan bir durum.

Oysa bugün çıkarlarını Türkiye burjuvazisiyle bütünleştiren, Orta Doğu’ya açılan, Irak Kürdistanı’yla müteahhitlik anlaşmaları imzalayan, ihracat yapan Kürt sermayedarlar hızla çoğalıyor. Kayapınar’da, Yenişehir’de, Diclekent’te, Üçkuyular’da, Hamravat Evleri’nde yaşayanlar nihayetinde İzmirliler, Trabzonlular, Kırşehirliler değil…

Önceleri bir “Kürt yoksulları hareketi” olarak nitelenebilecek olan PKK çizgisi, legal yapılar aracılığıyla orta sınıflaşırken, yerel yönetimler kentsel ranta ortak olurken, sınıfsal çelişkilere vurgu, ve eşitlik (ulusal/ etnik değil, sınıfsal) talepleri giderek gündemden düştü.

Aslına bakarsanız, inceleme olanağını bulduğum Latin Amerika “barış süreçleri”nin de en önemli zaafı, bence hiçbirinin, çatışmaların patlak vermesine neden olan eşitsizliklerin üstesinden gelmeyi gündemleştirmemesiydi. Yerli halklar ve/ veya yoksul köylülerin isyanının ifadesi olarak ortaya çıkan gerilla örgütleri çeşitli biçimlerde tasfiye olsa da, gerçekleşen “barış” yoksulların, mülksüzlerin durumunda en ufak bir iyileşme yaratmadığı gibi, uğradıkları eziyetler (köy boşaltmalar, zorunlu göç, tutuklamalar, işkence, katliamlar) yanlarına kaldı…

Devletlerin çatışma sürecinde sivil halka, yerlilere uygulanan baskı ve işkenceleri kabul edip “özür” dilemesi, öldürülenler için anıtlar dikmesi ise bir çeşit “teselli mükâfatı” oldu. Tabii Türkiye’de “özür dilemek” bir yana, iktidar “yavuz hırsız” rolüne soyunmuş durumda; Roboskî katliamının örtbas edilmesinden anımsanacağı üzere…

 “Ubuntu etiği” mevzuuna gelince; her halkın kültüründe, çoğunlukla köylülüğün “ethos”una dayanan eşitlikçi pratikler mevcuttur. Köylülük, daha doğrusu prekapitalist toplumlarda cemaatler, az-çok eşitlikçi yapılardır, ve çoğu eşitlikçiliği ve dayanışmacılığı koruyacak -sınıflı toplum yapısı içinde tahrif olsa da-  mekanizmalara sahiptir.

Ne ki kapitalizm nüfuz ettiği her yerde bu eşitlikçi/dayanışmacı ethosunu tahrip eder. Bir başka deyişle, eşitlikçi/dayanışmacı komünal ruhun kapitalizm koşullarında varlığını sürdürmesi, mümkün değil…

Bu canlandırılamaz mı? Eşitlikçiliğe her zaman daha yatkın olan ezilenlerin kapitalizmi ortadan kaldırma kararlılığı ve mücadelesi içinde -devrim momentlerinde görüldüğü üzere- elbette mümkün. Ama şurası kesin, “piyasa ekonomisi” ile eşitlikçilik yan yana var olamaz…

29 Eylül 2025 11:16:00, Muğla.

N O T L A R

[*] Fırat Can Arslan/ MA, “Antropolog Özbudun: ‘Demokratik Toplum’a Karşı Türkiye ‘Terör’ Sorunu Diyor”, 3 Ekim 2025… tarihinde yayınlanan röportajın tam metni: https://yeniyasamgazetesi9.com/antropolog-ozbudun-demokratik-topluma-karsi-turkiye-teror-sorunu-diyor/

[1] Refik Durbaş.

[2] Mezopotamya Ajansı (MA): Resmi söylemde kullanılan “Terörsüz Türkiye” ile “Barış ve Demokratik Toplum” tanımları birbirinden çok farklı. Sürece dönük karşılıklı böylesi bir bakış farklılığını göz önüne aldığımızda meseleyi gerçekten barış temelinde konuşabilmek, nasıl bir değişimi zorunlu kılıyor?

– Uluslararası literatür, ‘Liberal Barış İnşası Modeli’nin, çatışmanın doğrudan şiddetini sonlandırmada başarılı olsa bile, yapısal şiddeti (sosyal adalet ve ekonomik eşitsizliklerin yokluğu) ele almada yetersiz kaldığını gösteriyor. Türkiye’de yürütülen barış girişimleri, aktif çatışmanın ötesine geçerek gelir, eğitim ve sağlık hizmetlerindeki bölgesel ve toplumsal eşitsizlikler biçiminde tezahür eden yapısal şiddet unsurlarını bertaraf etme konusunda ne ölçüde bir vizyon ve kapasite ortaya koymalı?

– Barış inşasının geleneksel olarak elitler tarafından yukarıdan aşağıya (top-down) yürütülen resmi süreçlere odaklanması, yerel koşulları ve halkın katılımını göz ardı ettiği için eleştiriliyor. Türkiye’deki barış süreçlerinin, sivil toplumu ve yerel aktörleri salt bir uygulayıcı olmaktan çıkarıp, sürecin kurucu paydaşı hâline getirme noktasındaki metodolojik eksiklikleri nelerdir?

– Uluslararası sistemde realist düşüncenin hâkimiyetinin, devletleri sürekli güç ve güvenlik odaklı politikalara itmesi, barış süreçlerinin de esasen bir güç dengesi ürünü (Konservatif Model) olarak kalmasına neden oluyor. Türkiye’nin iç barış arayışları, bölgesel güvenlik endişeleri ve devletin hayatta kalma (survival) refleksi arasında nasıl bir gerilim yaşıyor?

– Hibrit barış, sürdürülebilirliğin, uluslararası liberal normlar ile yerel uzlaşı mekanizmalarının ve meşruiyetin harmanlanmasında yattığını savunur. Türkiye’nin çatışma tecrübe eden bölgelerinde, modern hukuki ve siyasi reformların yanında, toplumsal meşruiyete sahip hangi yerel, kültürel veya geleneksel uzlaşı formları barış sürecine entegre edilebilir?

– Afrika halklarının topluluk merkezli yaşam pratiklerinden biri olan “Ubuntu etiği” bize insanın, ancak diğer insanlarla var olduğunu; uyumun hayatın merkezinde yer alması gerektiğini hatırlatıyor. Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında da aslında tasavvuftan ahiliğe, köylerdeki imece kültüründen dayanışma pratiklerine kadar çok güçlü benzer damarlar var. Fakat bugün Türkiye’de toplumsal kutuplaşma, bireysel yalnızlaşma ve toplumsal güvenin zayıflaması ciddi sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Sizce Ubuntu ile bizim bu tarihsel mirasımız arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Daha da önemlisi, bu bağdan hareketle hem siyasal hem toplumsal düzeyde, insanları yeniden bir araya getirecek; ortaklaşma, dayanışma ve birlikte yaşamı güçlendirecek bir komünal etik inşa etme şansımız var mı?

– Barış inşasında adalet (suçluların cezalandırılması, hakların iadesi) ve affedicilik/ merhamet (kolektif arınma) arasında derin bir vicdan ikilemi yatıyor. Türkiye’nin geçmiş çatışma suçları ve insan hakları ihlâlleriyle yüzleşme sürecinde, bu iki gereklilik arasında toplumsal mutabakatı sağlayacak denge noktası nerede konumlanmalıdır?

– Barış inşasında, çatışan taraflara verilen sözlerin tutulması ve reformların uygulanması, sürecin en kırılgan aşamasıdır. Türkiye’de, geçmiş barış girişimlerinde hükümetlerin ve tarafların verdikleri taahhütleri yerine getirmekte yaşadığı siyasi ve toplumsal güven krizinin günümüzdeki demokratik toplum projesine etkileri nelerdir?

– Barış Çalışmaları, savaş odaklı yaklaşımların gölgesinde kalmışken, Türkiye’nin siyaseti, akademisi, sivil toplumu, medyası ve eğitimi, barışı “sadece savaşın yokluğu” olarak gören dar çerçeveyi nasıl aşabilir? Pozitif barışı -adalet, eşitlik ve şiddetsiz toplum- merkeze alan disiplinler arası bir modeli ulusal önceliklere nasıl entegre edebilir?

– Barış inşası girişimlerinde sıklıkla karşılaşılan, dış politika faydacılığı (utilitarianism) ile barış girişimi ahlâkçılığını (moralism) uzlaştırma çelişkisi, Türkiye’nin barış politikaları için de geçerli midir? Ulusal çıkarlar ve evrensel insan hakları/adalet ilkeleri arasındaki bu etik ve politik denge, nasıl sağlanmalıdır?

– Sivil barış modeli, barışı sosyal adalet, toplumsal hareketler ve aktörler üzerinden aşağıdan yukarıya inşa etmeyi hedefler. Türkiye’de, yereldeki yurttaşların siyasi sisteme olan güvensizlik ve ilgisizlik algıları göz önüne alındığında, pasif yurttaş kitlesini barışın özgürleştirici ve dönüştürücü aktörü hâline getirmek için hangi stratejiler geliştirilebilir?

[3] https://x.com/dokuz8haber/status/1972240123959066921


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑