Sinema serüven(ciler)ine kısa notlar | Temel Demirer
“Sinema da mimarlık gibi ideolojiktir.”[1]
Yaşar Kemal, “Bugün dünyalar yıkılıyor, doğa yok ediliyor ve insanları birer obur canavar hâline getiren bir doyumsuzlar toplumu, bir tüketim dünyası yaratılıyor. Hiçbir çağda kötülük böylesine örgütlenmedi ve güçlü olmadı,” derken; Jorge Luis Borges’in, “Ömrümün görmekle geçtiği o şeylere göz alabildiğine uzanan gökyüzü, aşağıda kendi başına inatla akan dere, uyuklayan bir at, toprak dar sokak, tuğla fırınları – bakakaldım ve o kıyılarda, kurbağa çiçekleriyle kemiklerin arasında biten yabani otların birinden başka bir şey olmadığımı düşündüm. Bu çöplükten bizim gibi attı mı mangalda kül bırakmayan ama zoru görünce sinen, laftan ve çıngardan ibaret lavuklardan başka ne çıkacaktı ki zaten? Ama sonra hayır dedim, mahalle ne kadar bozuksa düzgün olma mecburiyetin o kadar büyüktür,” diye eklediği tabloda sinemadan söz etmek “zor” olsa da, şöyle diyebilir miyiz?
Her filmin aynı kalıplardan çıktığı, stüdyoların cilalı ve kusursuz kareler sunduğu kapitalizm dünyasında sinemada kuralların yıkıldığı bir devrim hayal edin.
Özgürleşme kuralsızlık ile başlar. “Yedinci Sanatın Felsefesi”ni bir kez de böyle ele alın.
O, bir fabrika ürünü değil, özgürlükçü bir ifade aracı olmanın peşinde ise değerlidir; cesur denemelerin eseridir.
Sinema kitleye yaydığınızda bir hareket olarak işe yarar. Çünkü, sinema bir meydan okumadır.[2]
“Fazlasını gören, fazlasını hisseden, çok duyarlı sinirleri olan, gereğinden çok şey bilen insan için savaş hep vardır,” diyen Jean-Luc Godard’ı düşünün; O gişe başarısının, kitlesel eğlenceye odaklı Hollywood’un palyaçosu değildi, hiç olmamıştı…
Unutulmasın: Tarihi yalnızca tarihçiler yazmaz. Sanatçıların da sorumluluğu vardır; insanların duygu ve düşüncelerine tercüman olmak, baskılara karşı çıkmak, toplumdaki tepkiyi sanat yapıtlarına yansıtmak gibi… Kimi dönemlerde sanat halktan kopar, içine kapanır. Kimi zamansa toplumun önünde gider. Toplumsal çalkantıları ve değişim talebini yansıtan sanat alanlarının başında edebiyat, sahne sanatları ve sinema gelir. Kitlesel direnişler, grevler, seçimler, diktatörler, darbeler, darbe girişimleri… Sanatçıların tepkisiz kalamayacağı olaylar beyaz sayfalara, sahnelere, beyazperdeye yansıdı; yansımaya devam ediyor.
Lev Tolstoy’dan John Reed’e, Émile Zola’dan André Malraux’ya, Vedat Türkali’den Sevgi Soysal’a tanıklık ettikleri toplumsal çalkantıları yansıtan pek çok yazar var. Tiyatro alanında Erwin Piscator’un, Berthold Brecht’in, Jean-Paul Sartre’ın, Albert Camus’nün, Harold Pinter’in yapıtları, Alain Decaux’nun ‘Rosenbergler Ölmemeli’, Genco Erkal’ın ‘Sivas’ gibi belgesel oyunları ilk akla gelenler. Coğrafyamızda tarihe tanıklık eden, tarih yazımına katılantiyatro yazınının en güzel örneklerinden birini, fonda 15-16 Haziran direnişi anlatan ‘Zengin Mutfağı’ ile Vasıf Öngören verdi. Bilgesu Erenus’un ‘İkili Oyun’u, Kemal Bekir’in ‘Düşüş’ü, Berkay Ateş’in ‘Hâkikat Elbet Bir Gün’ü yaşananları sahneye yansıtan oyunlardan birkaçı.[3]
Sovyetler Birliği’nde Sergey Eisenstein ve Dziga Vertov’la başlayan ve Fransa’da Jean-Luc Godard ile gelişen devrimci sinema ve dolayımında sözü edilecek onca yaratıcı sinemacı var ki, kimileri: Teodoros Angelopoulos, Vicente Aranda, Marco Bechis, Jacques Becker, Claude Berri, Bernardo Bertolucci, Charlie Chaplin, Costas Gavras, Paul Greengrass, Miklós Jancsó, Ken Loach, Sidney Lumet, Gillo Pontecorvo, Vsevolod Pudovkin, Luis Puenzo, Fernando E. Solanas, François Truffaut, Andrzej Witold Wajda… Coğrafyamızda da önemli filmler yapan yönetmenler vardı elbette: En başta “Denize bakan villalarımız olmayabilir, gökyüzüne bakan umutlarımız var bizim,” duruşuyla Yılmaz Güney’di kuşkusuz…
* * * * *
Krzysztof Kieslowski’nin, “Sinema hiçbir şeyi değiştiremez; ama insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan şey filmler değil, o filmleri izleyen insanlardır,” uyarısını “es” geçiyor değilim. Ancak sinemanın yol açıcı anlatıcılığı elbette devrimci bir faktördür.
Sözünü ettiğim faktör egemenlerce ya cezalandırılır ya da gölgelenip, “ödüller”le engellenir.
Ödüllerin yararları ve zararları her zaman tartışma konusu olmuştur, ama özellikle sinema gibi geniş kitlelere seslenen sanat dalındaki engelleyiciliği tartışma götürmez. Sinema endüstri için hayat öpücüğü olan ödüllendirmeler bu bağlamda önemli bir negatif rol üstlenir. Örneğin kapitalizmin pazarlama stratejilerinin merkezine yerleşmiş Oscar’lar gibi.
TÜİK’e göre 2023’te sinema seyircisi sayısı yüzde 13 azaldı[4]… Dahası, coğrafyamızda sinema hiçbir döneminde sansürden yakasını kurtarabilmiş değildir; hangi siyasi çizgi iktidarda olursa olsun kapitalist devletin bakışında bu alanda temel bir değişim olmamış, sinema hep aynı belalar ile boğuşmak durumunda kalmıştır. Yine de, bu bağlamda1960’larda başlayıp 70’li yıllar boyunca süren sol dalganın her alanı etkilerken sinema için de özgürleştirici bir soluk olduğu söylenebilir.
Sinema ile devrimci siyasal mücadelenin yolları bu yıllarda kesişti. Bu kesişmenin verimli bir örneği, 1968-1971 kesitindeki Genç Sinema dergisi/ hareketi olmuştur. Genç sinema hareketiyle birlikte devrimci gençler, kameralarını grevlere, toplumsal hareketlere, toprak işgallerine çevirdi.
1960’ların ikinci yarısı, hem dünyada hem de coğrafyamızda büyük dönüşümlerin yaşandığı bir dönemdi. 1968 başkaldırısı, sadece Paris barikatlarında değil, memleketin de her yanında yankı bulmuştu: Sol büyüyor, örgütleniyor, tartışıyor, sinema da bu sürecin parçası hâline geliyordu.
1960’lı yılların sonunda, eşitlik, özgürlük ve demokrasi taleplerinin dünyanın dört bir yanında sokaklarda, fabrikalarda, üniversite amfilerinde yankılandığı o günlerde, coğrafyamızdaki bir grup genç insan sinemanın yalnızca bir öykü anlatma aracı değil, bir direnme biçimi de olabileceğini düşünüyordu. Kendi ifadeleriyle “Ellerinde sekizlik, onaltılık kameralarıyla, dişlerinden tırnaklarından arttırdıkları film kasetleriyle”[5] sokaklara çıktılar; grevleri, toprak işgallerini, yürüyüşleri kayda aldılar. Ağırlıkla kısa filmler, belgeseller çeken bir avuç devrimci gencin adımlarından ortaya çıkan bu deneyimin adı ise Genç Sinema’ydı.
1968’de yayın hayatına başlayan Genç Sinema dergisi, sadece sinemaya dair yazılar yayımlayan bir yayın değil, bizatihi bir çağrıydı. İlk sayılarında yayınladıkları bildirilerinde Yeşilçam düzenini topyekûn reddediyor, sinemanın devrimci mücadelenin parçası olması gerektiğini ilan ediyorlardı.[6]
Yeşilçam’ın “Bay Sineması”nın da sollandığı[7] o kesitte devrimci sinema unutulmuş bir ahlâki zemini, bir duruşu, bir tavır alma biçimini temsil ediyordu. Bugün politik film yapma iddiasında olan sinemacıların dahi sıkça düştüğü, kişisel başarıya, yönetmenlik gösterisine, teknik ihtişama odaklı üretim biçimlerinin ve anlayışın karşısında Genç Sinema’nın getirdiği sorular hâlâ geçerliliğini korurken;[8] hareket Yılmaz Güney’ler, Ali Özgentürk’ler,[9] vd’leriyle doruk noktasına ulaşıyordu.
Kendi dillerinde film yapabilmek için uzun süre beklemiş bir halkın sinemasının doğuşunu ve gelişimini somutlayan Kürt sineması da bu mecrada yolunu açarken; “Kürdün kendi gerçekliğiyle sinema yapması engelleniyor,”[10] vurgusuyla yönetmen Soner Sert şunların altını çiziyordu:
“Tartışılmaya açık olmakla birlikte, benim Kürt Sineması tahayyülüm şu: Öncelikle bir ulusal kimlik üzerinden tanımlama yapıldığı, yani Kürt Sineması denildiği için, Kürt coğrafyasının tamamında sinema yapan yönetmenler değerlendirme kapsamına alınmalı. Buradan yola çıkarak başlarsak, Kürt Sineması’nın birtakım kodları olduğu düşüncesiyle devam edebiliriz. Bunlar, uzun süren sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik yaşanmışlıklardan damıtılarak birer göstergeye dönüşmüş olan ve Kürt coğrafyasının farklı bölgelerinde de aynı imgelere aynı anlamlar yüklenerek temsil edilen mefhumlar: Vatansızlık, sınır ve ölüm.”[11]
Malûm üzere: Kürtlerin sinemanın öyküsündeki yolculuğu sinemanın 1895 tarihindeki bulunuşundan 31 yıl sonra,1926’da başlar.
Hamo Beknazarian’ın oynadığı ve yönettiği ‘Zarê’ filmi Kürtlerin yaşamını beyazperdeye yansıtan ilk film olarak kabul edilir. Ermenistan yapımı sessiz bu film Sovyetler Birliği’nde yaşayan Êzîdî Kürtleri konu alır. Temsil edilen Kürtler olsa da hikâyenin anlatıcısı bir başkasıdır.
Bu durum yıllarca sürer, Kürtlerin hikâyesini hep başkaları anlatıp durur.
Yılmaz Güney bir Kürt olarak kamerasını kendi halkına çeviren ilk sinemacı olacaktır. Ancak Kürtçenin yasaklı olmasından dolayı Güney’in anlattığı bu hikâyelerin dili Türkçe olur.[12]
* * * * *
Kendisini, “Kürt anne babadan doğdum ama Kürtçe konuşamıyordum. Kürtçe bilmiyordum çünkü öğrenmek ve konuşmak yasaktı. Kendi kültürünüze sahip olmak yasaktı. Herhangi bir kimliğe sahip olmak bile yasaktı. Tüm bu engellerin ortasında kimliğimi ve kökenimi keşfetmem gerekiyordu. Resmi ideoloji bana ‘Sen Türksün’ diyordu ve ailem evde Kürtçe konuşsa da ‘Türk’ olduğumu öğrenmek zorundaydım. Bunu fark ettiğimde sadece 15 yaşındaydım. Ama sonra 15 yaşında, kökenimin farkına vardığımda milliyetçi bir tavrım yoktu. Milliyetçi değilim çünkü sosyalist fikirleri çoktan keşfetmiştim. Bu sosyal sınıf temeli anlamında, yani belirli bir milletten değil, tüm insanların birliğinden yanayım. Öte yandan, sorunuza cevaben, Kürt olmanın çok büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum ve bu, özelliklerimin çoğunu açıklıyor,” diye tanımlayan Yılmaz Güney eklerdi:[13]
“Bütün zorbalar, hürriyetin yalnız kendileri için gerekli olduğunu düşünürler.”
“Bir zalime sırt vererek başka bir zalimle savaşılmaz.”
“Özgürlük ve ekmek kadar, adalet de şarttır insanlara.”
“Her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız. Yarın bizim çünkü… Biz öleceğiz ama çocuklarımız bırakacağımız mirası taşıyacaklar yüreklerinde… Ve onların yürekleri bizim altında ezildiğimiz korkuları taşımayacak…”
“Onlar, tavuk çalanı aşağılayarak ‘hırsız’ diye suçlarken, bir kalem oyunu ile milyonları yutanı ‘beyefendi’ diye selamlarlar.”
“Dağlarımız, ovalarımız ve ırmaklarımız bizi bekliyor. Biz bütün ömrümüzü gurbette geçirip gurbet türküleri söylemek istemiyoruz. Biz, yiğitlikleriyle destanlar yazmış bir halkız ve önümüzde duran bütün güçlükleri yenecek azme ve kararlılığa sahibiz. Türk, Acem ve Arap devrimci demokratları, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının en candan savunucuları olarak bu kavganın bir parçasıdırlar ve ortak düşmana karşı savaşmaktadırlar. Ezilen sınıfların sınıf kardeşliği, en güçlü silahlarımızdan biridir.
Dost ve düşman herkes bilsin ki, kazanacağız. Mutlaka kazanacağız. Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir. Yaşasın bağımsız, birleşik, demokratik Kürdistan! Yaşasın Türk, Kürt, Acem ve Arap halklarının kardeşliği ve dayanışması!”[14]
‘Hudutların Kanunu’ filminin Onun için bir dönüm noktası olduğu; ya da alışılmışın dışında seyirci grubuyla buluştuğu sürece ilişkin Lütfi Akad, “Yılmaz Güney’le karşı karşıya geldiğimizde, birbirimizi açık seçik gördüğümüzü duydum, öyle ki nerdeyse konuşmadan çalışabileceğimize inandım. Böyle bir oyuncuyla bu ikinci karşılaşmam… Bu tür oyuncularla birbirimizin gözlerine bakarak anlaşıyoruz, istenileni daha söylemeden kavrıyorlar, bir baş eğimini, kaş çatmasını anlamlandırıyorlar, bunlara aynı yolla karşılık veriyorlar. Yılmaz Güney’de öyle oluyor, çalışmalarımızda çok az konuşuyoruz. Karşımda has bir sinema oyuncusu var,”[15] diyerek büyük değişimin altını çiziyordu; “Evet, masalların gerçek olduğu bir hayatı yaşadık biz,”diyenFatoş Güney’in vurgusuyla…[16]
* * * * *
Yılmaz Güney’den söz edip de Şerif Gören atlanabilir mi? Elbette mümkün değil.
Toplumcu gerçekçi sinemanın önemli temsilcilerindendi. ‘Yol’ filmi ile Cannes’da ‘Altın Palmiye’ ödülüne layık görüldü. Köprü (1975), Deprem (1976), Nehir (1977), Derdim Dünyadan Büyük (1978), Almanya Acı Vatan (1979), Tomruk (1982), Derman (1983), Firar (1984), Kurbağalar (1986), Kan (1985) Yılanların Öcü (1985), Katırcılar (1987), On Kadın (1987), Polizei (1988), Abuk Sabuk Bir Film (1990), Amerikalı (1993) ile anıldı.
Endişe’den bir yıl sonra Kadir İnanır ve Fikret Hakan’ın başrolünü üstlendikleri, Cahit Berkay’ın film müziğini yaptığı ikinci uzun filmi Köprü’yü (1975) çekti ve gibi filmleriyle sinemadaki yolculuğunu pekiştirdi.
Ardından da gerileme ve sansürle baş etmeye çalıştığı, öte yandan keskin bir dönüşüme uğradığı yıllarda ‘Gelincik’ (1978), ‘Herhangi Bir Kadın’ (1981), ‘Sen Türkülerini Söyle’nin (1986) de aralarında bulunduğu birçok filme imza attı.
Nur Sürer’in, “Çok zorlu koşullarda şahane işler çıkaran olağanüstü bir yönetmendi”; Yüksel Aksu, “Şerif Gören deyince aklıma gelen ilk şey mücadele, dayanıklılık ve dayanışma,” vurgularıyla betimlediği, toplumcu gerçekçi sinemanın sancaklarındandı Şerif Gören…
Sinemanın zorlu kırılma dönemlerinde dahi o toplumun sesi olmaya, toplumsal adaletsizlikleri filmlerine tema etmeye, farklı koşullarda ve bölgelerde yaşayan insanların mücadelelerini coğrafyamızın kültürel ve siyasal yapısının bir aynası olarak beyazperdeye aktarmaya devam etti.
Onun sinemasını sadece kurgu, yönetmenlik, senaristlik ile sınırlamak mümkün değil. O, 1960’lı yıllardan itibaren Sine-İş Sendikası, 1970’li yıllarda Türkiye Film Emekçileri Sendikası, 1978’de DİSK’e bağlı Sine-Sen ve 1970-1980’li yıllarda Yönetmenler Derneği’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı; dernek ve sendika başkanlıkları üstlendi. Sinemanın örgütlü mücadelesinin önemli bir ismi ve sinemanın arka planında yer alan isimsiz emekçilerin haklarının bir savunucusu olarak, 12 Eylül Askerî Darbe döneminde yargılandı, cezaevinde yattı; yani Türkiye’de “muhalif” bir sanatçı olmanın ve iktidarla, güçle uylaşmamanın bedelini ödedi.
50. Altın Portakal Film Festivali’nde kendisine verilen ödülü almak için sahneye çıktığında, sinemada her türlü sansüre karşı mücadelenin gerekliliğini “Asi bir delikanlı olarak girdiğim sinemada sansüre karşıyım, Amerikan tröstlerine, sinema tekellerine, darbeye, işkenceye karşıyım. İçimdeki otosansüre de karşıyım. Onun için Çarşıyım,” sözleriyle dile getirip, ceketinin altına giyindiği Çarşı tişörtünü gösterdikten sonra sahneden indi.
Evet, Şerif Gören, sinemanın önemli yönetmenlerinden biri olmasının yanı sıra, toplumsal gerçekçi bakış açısıyla da dikkat çekiyordu. Özellikle 12 Eylül Darbesi sonrası dönemin siyasi ve sosyal atmosferini filmlerine yansıtarak, sinemanın toplumsal bir sorumluluk taşıdığına olan inancını ortaya koymuştu. Yaşamı mücadelesiyle müsemmaydı.
Örneğin 1973’te Sinema İşçileri Sendikası’nı kurup başkanlığını üstlenen Gören 1979-1980 yılında Yönetmenler Derneği başkanıyken 12 Eylül askeri darbesiyle tutuklanmıştı. 1981’de tahliye olduktan hemen sonra Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı ‘Yol’u yönetti.
“Sen Türkülerini Söyle” gibi filmleriyle, o dönemde yasaklanan konulara değinen Gören, bu yüzden birçok kez yargılandı ve hapis cezasına çarptırıldı. Kendi ifadesiyle, “Ne davalardan geçtim ben, DGM de gördüm, işkence de. Bir ara yargılandığım davalardan toplam 93 yıl sekiz ay hapis cezası isteniyordu” sözleriyle yaşadığı zorlu süreçleri özetliyordu.
Hep mütevazı bir tavır sergilerken, “Ne bileyim, sokakta yürürken ya da Akbil’imle otobüse binerken kimse beni tanımıyor!” sözleriyle ifade etmişti hâlini…
* * * * *
Sonra “Sevdik hocam; bu ülkeyi, çocukları, yoksulları, işçileri, emekçileri, kadınları, gökyüzünü, denizi, özgürlüğü, demokrasiyi, eşitliği, kardeşliği, kır çiçeklerini, aşkı, insanca yaşamayı, hürriyeti çok sevdik,” diyen Tarık Akan
O; en yakışıklı… En sevilen… En güzel gülen… En çok aranan… En çok reklam teklifi alandı… Bütün bunları elini tersiyle itti, sadece “Halka en yakın olan” tavrı sahibi cesur bir halk sanatçısı olmayı seçti.
Tarık Akan ile 1983’te Derman, 1986’da Ses, 1988’de Dönüş filmlerinde oynayan Nur Sürer, Onun için “Hayata aşık bir korkusuzdu!” demekte haksız değil. Çünkü coğrafyamızın darbe dönemlerinde, otoriter iktidarlara gerçekleri haykırmak kolay değildir; Tarık Akan haykırdı.
O, sinemada halkın sesi olmanın yanı sıra sokaklarda, meydanlarda, mahkeme kapılarında, grev çadırlarında, hak arama yürüyüşlerinde de ruhunu ve bedenini ortaya koyarak toplumsal mücadeleye katıldı.
Öncesinde ‘Ses Dergisi’nin 1970’te açtığı yarışmada birinci oldu, Yeşilçam’a fiziğiyle girdi, oyunculuğuyla yükseldi, yerli yabancı pek çok ödül aldı. “Ferit” karakterini canlandırdığı Rıfat Ilgaz’ın romanından çekilen Hababam Sınıfı filmi ile Maden filmi kariyerinde bir dönemeç olacaktı.
Sonrasında da Ertem Eğilmez’le yolları ayıran Tarık Akan için “Ferit” geride kalmıştı, artık madenci Nurettin vardı.[17]
* * * * *
Ve “Nasıl bir sessizlikti bu kardeşler?/ Niçin başını kaldıran kimse yok unutuşa?/ Niçin bu kadar ölü var?/ Niçin bu kadar çok deniz setleri?/ Ve niçin bu kadar çok unutmak istediğimiz şey var?” sorusuyla Onat Kutlar…
Hatırlar mısınız? “Bahar isyancıdır” vurgusuyla, “Şimdi kış. Pek yaprak görünmüyor dallarda. Ama hep biliyoruz. Bahar mutlaka gelecek. Hep birlikte duyacağız yapraklı dalların sesini…” diyordu ‘Yeter ki Kararmasın’[18] başlıklı yapıtında…
1965’te kurucuları arasında yer aldığı Türk Sinematek Derneği, sadece film göstermekle kalmamış, aynı zamanda entelektüel bir film kültürünün ortaya çıktığı ve yeni nesil sinemacıların, eleştirmenlerin, yetiştiği bir yer hâline gelmişti; Mehmet Basutçu’nun Önder Esmer’in ‘Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar’ belgeseline ilişkin yazdığı üzere, “Onat gibi olağandışı bir aydın ve sanatçının temel tutkusuna; sinematek kurarak dünya sinemasının, 1960’lar Türkiyesi’nin sınırlı dağıtım olanaklarında yer bulması imkânsız olan eski/ yeni örneklerini genç sinemaseverlere tanıtmak, sevdirmek, onları beslemek, bilinçli ve donanımlı sinemaseverler olmalarına çabalamak olan temel hedefine odaklanan Esmer, konusunu dağıtmamış ancak dönemin toplumsal, siyasal ve sanatsal boyutlarını da ıskalamamış. budaklı, hem önemli hem de kısır polemikleriyle fazla sulandırmadan işlemiş konusunu… (…) En önemlisi, 60 ve 70’li yıllarda sinematek salonlarında, bir bölümü altyazısız ve çevirisiz izlenen klasik filmlerden yaptığı, zekice seçilmiş alıntılarla o dönemin sinefil havasını, sinematekçilerin coşkusunu çok iyi yansıtmış”tı.[19]
* * * * *
Bir de Yönetmen, senarist ve yapımcı Tomris Giritlioğlu…
Televizyon ve sinemada ürettikleriyle unutmaya karşı eleştirel bir bakışla tarihin izini süren bir sanatçıydı: Hatırla Sevgili, Çemberimde Gül Oya, Salkım Hanım’ın Taneleri ve Bu Kalp Seni Unutur mu?… ile coğrafyamızın yakın dönem tarihiyle yüzleştirenlerindendi.
Evet, Tomris Giritlioğlu’nun en büyük tutkusu sinemaydı. Ama öyle sabun köpüğü türünden izlenip unutuluverecek filmler, diziler peşinde değildi. Onun bir “derdi” vardı, içinde olduğu toplumun kendisiyle yüzleşmesini istiyordu. O yüzden de hep riskli sularda yüzüyordu. Sinemanın asi kadınıydı O…
21 Ağustos 2025 19:39:40, İstanbul.
N O T L A R
[1] Vecdi Sayar, “Sinema ve Mimarlık”, Birgün, 23 Şubat 2025, s.19.
[2] Bkz: i) Temel Demirer, ‘Hayallerindeki Gibiydi; Yılmaz’dı!’, Özgür Düşün, Yıl:5, No:41, Eylül-Ekim 2007… ii) Temel Demirer, ‘Yılmaz Güney’e Dair’, Fırat’ta Yaşam Gazetesi, Yıl:3, No.104, 14 Mayıs 2001; Fırat’ta Yaşam Gazetesi, Yıl:3, No.105, 21 Mayıs 2001; Çınar Gazetesi (Mersin), Yıl:4, No:186, 23 Mayıs 2001; Çınar Gazetesi (Mersin), Yıl:4, No:187, 30 Mayıs 2001; Çınar Gazetesi (Mersin), Yıl:4, No:188, 6 Haziran 2001… iii) Temel Demirer, ‘Sokaklıların Kenti’, Güney Dergisi, No:44, Nisan-Mayıs-Haziran 2008… iv) Temel Demirer, ‘Bizim ‘Çirkin Kral’…’, Damar Dergisi, No:174, Eylül 2005… v) Temel Demirer, ‘Yüzyılları Dolanan Bir İsyan Şarkısı’, www.mehmetozer.net… vi) Temel Demirer, ‘Yılmaz Güney (ile Zulmün Yıldıramadıkları) Hakkında…’, Güney, No:61, Temmuz-Ağustos-Eylül 2012… vii) Temel Demirer, ‘Anısı Yaşayan, Anısı Savaşan Bir Halk Kahramanı: Yılmaz Güney’, Yeni Demokrasi, No:25, Eylül 1989 (Basında Yılmaz Güney, Birinci Kitap, Dönüşüm Yay., s.263-267… içinde) viii) Temel Demirer, ‘Derin Aşkların, Bağlılıkların, Hasretlerin, Şefkatin Şarkılarını Söyledi’ Yılmaz Güney’, Rojnameya Newroz, Nisan 2018… https://temeldemirer.blogspot.com/2018/04/derin-asklarin-bagliliklarin.html… ix) Temel Demirer, ‘… ‘Duvar’(lar)ı Aşan O; Hâlâ ‘Umut’la ‘Yol’da, Bizimledir’, Güney Dergisi, No:92, Nisan-Mayıs-Haziran 2020… x) Temel Demirer, ‘… ‘Yol’daki ‘Mutlaka Kazanacağız,’ Diyen ‘Umut’tu O…’, Kaldıraç Dergisi, No: 257, Aralık 2022… xi) Temel Demirer, ‘Umudun Adı ve Devrime Çağırıydı Yılmaz Güney’, Güney Dergisi, No:104, Ocak-Şubat-Mart 2023… xxii) Temel Demirer, ‘… ‘Biz’dir O, ve Her Daima Bizimledir’, Güney Dergisi, No:112, Nisan Mayıs Haziran 2025…
[3] Vecdi Sayar, “Ses Verenler Tarih Yazıyor”, Birgün, 23 Mart 2025, s.19.
[4] Berkay Sağol, “Beyazperde Karardı”, Birgün, 6 Haziran 2024, s.2.
[5] Altan Yalçın, Sinema’nın Gerillaları, Genç Sinema, (6), 1969, s.18-19.
[6] Genç Sinemacılar, Bildiri, Genç Sinema (1), 1968, s.2-3.
[7] Mehmet S. Aman, “Yeşilçam’ın ‘Bay Sineması’…”, Cumhuriyet, 5 Nisan 2024, s.10.
[8] Ulaş Can Olgunsoy, “Genç Sinemayı Hatırlamak”, Birgün, 24 Haziran 2025, s.13.
[9] Zafer Özgentürk, “Vicdanla Çekilmiş Bir Sinemanın Hikâyesi: Ali Özgentürk”, Güney Dergisi, No: 113, Temmuz-Ağustos-Eylül 2025, s.7-9.
[10] Okan Çil, “Soner Sert: Kürdün Kendi Gerçekliğiyle Sinema Yapması Engelleniyor”, Evrensel, 14 Ekim 2019, s.11.
[11] Burak Abatay, “Sinema, Coğrafyasından Etkilenir”, Birgün, 1 Aralık 2019, s.14.
[12] Kenan Tekeş, “2022’de Kürt Sinemasına ‘Kısa’ Bir Bakış”, 1 Ocak 2023… https://gazetekarinca.com/2022de-kurt-sinemasina-kisa-bir-bakis/
[13] Bkz: i) Temel Demirer, ‘Politik Sinema İhtiyacı Büyürken’, Kaldıraç Dergisi, No:201, Nisan 2018… ii) Temel Demirer, ‘Ütopya Kaybına Karşı Politik Sinema’, Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, No:47, Nisan-Mayıs-Haziran 2023… iii) Temel Demirer, ‘Sinema Hayattır, Hayat da Sinemadır’, Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, No:42, Ocak-Şubat-Mart 2022… iv) Temel Demirer, ‘Sinema Harekettir; Durdurulamaz!’, Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, Yıl:13, No:52, Temmuz-Ağustos-Eylül 2024… v) Temel Demirer, ‘ Sinemanın Gücü’, Güney Dergisi, No:108, Nisan Mayıs Haziran 2024… vi) Temel Demirer, ‘Sinema Büyüsü (ve Büyücüleri)’, İnsancıl Dergisi, Yıl:30, No:363, Ekim 2020; İnsancıl Dergisi, Yıl:31, No:364, Kasım 2020… vii) Temel Demirer, ‘Sinema ile Yaratıcı Yönetmen(ler)’, İnsancıl Dergisi, Yıl:22, No:263, Haziran 2012… viii) Temel Demirer, ‘Sinema ve Yönetmen(ler)’, Güney Dergisi, No:79, Ocak Şubat Mart 2017… ix) Temel Demirer, ‘Unutamadığım Film(ler), Yönetmen(ler), Oyuncu(lar)’, Sosyalist Mezopotamya, No:7, Şubat 2020… x) Temel Demirer, ‘Seni Çok Özleyeceğiz 68’li Godard’, Kaldıraç Dergisi, No:256, Kasım 2022… xi) Temel Demirer, ‘Yapıtlarıyla Hafızalardan Silin(e)meyen Agnès Varda’, Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, No:36, Temmuz-Ağustos-Eylül 2020… xii) Temel Demirer, ‘… ‘Gölge’ ve ‘ Çığlık’ ya da Theo’nun Yol’u…’, Patika Dergisi, No:77, Nisan-Mayıs-Haziran 2012… xiii) Temel Demirer, ‘Ömer Şerif’in Oyunculuğu’, Kaldıraç, No:218, Eylül 2019… xiv) Temel Demirer, ‘Yeşilçam’lı Türk(iye) Sineması’, Güney Dergisi, No:83, Ocak-Şubat-Mart 2018… xv) Temel Demirer, ‘Sinemanın Müstesna İsim: Metin Erksan’, Kaldıraç Dergisi, No:206, Eylül 2018… xvi) Temel Demirer, ‘… ‘İnsanlık İçin Komünizmden Başka Yol Var mı?’ Derdi O…’, Kaldıraç Dergisi, No:152, Şubat 2014… xvii) Temel Demirer, ‘Sinemamızın Dervişi: Aytaç Arman’, Kaldıraç Dergisi, No: 214, Mayıs 2019… xviii) Temel Demirer, ‘… ‘Kel Mahmut Hoca’ + ‘Yaşar Usta’ + ‘Turşucu Kazım’ + ‘Ayyaş Emin’di O…’ Kaldıraç Dergisi, No: 202, Mayıs 2018… xix) Temel Demirer, ‘… ‘Bizden’ Biri: Fatma Girik’, Güney Dergisi, No:100, Nisan-Mayıs-Haziran 2022… xx) Temel Demirer, ‘Kıpır Kıpır, Neşe Dolu ‘Deli Kadın’: Ayşen Gruda’, İnsancıl Dergisi, Yıl:29, No:346, Mayıs 2019… xxi) Temel Demirer, ‘NBC Sineması (mı?)’, Kaldıraç Dergisi, No:206, Eylül 2018… xxii) Temel Demirer, ‘… ‘Filozof Yönetmenler’in Düşündürdükleri ya da Yedinci Sanatın Felsefesi’, Güney Dergisi, No: 110, Ekim-Kasım-Aralık 2024…
[14] Yılmaz Güney, Newroz Kutlaması, Paris, 1984.
[15] Lütfi Akad, Işıkla Karanlık Arasında, İş Bankası Yay., 2004, s.438.
[16] İzzet Çapa, “Fatoş Güney: Yılmaz Beni Sırtında Taşırdı!”, 9 Eylül 2016… https://www.tumblr.com/izzetcapablog/150164875406/tb-r%C3%B6portaj-fato%C5%9F-g%C3%BCney-y%C4%B1lmaz-beni
[17] Bkz: Temel Demirer, “Eyyamcı Değil, Her Devirde İnsandı Tarık Akan”, Kaldıraç Dergisi, No: 199, Şubat 2018…
[18] Onat Kutlar, Yeter ki Kararmasın, De Yay., 1984.
[19] Mehmet Basutçu, “Onat Kutlar’ın 88. Yaş Günü”, Cumhuriyet, 28 Ocak 2024, s.11.

























































