Sıçrama teorisi ile evrenin ve siyasetin değişim dinamikleri | Erkan Karakaplan
Bilimsel ve siyasi analizler, görünürde birbirinden çok farklı konuları ele alsa da, aslında aynı temel dinamikleri, yani paradigma değişimini ve bir sistemin kendi iç çelişkilerini aşma çabasını anlatır. Tıpkı bir fizik teorisinin içindeki “tekilliği” aşmak için yeni bir sıçramaya ihtiyaç duyması gibi, siyasi bir sistem de kendi içindeki tıkanıklıkları ve çelişkileri aşmak için bir “sıçrama” arayışına girer.
Evrenin doğuşu ve “sıçrama” paradigması
Kozmoloji alanında ortaya atılan yeni “sıçrama” teorisi, evrenin başlangıcına dair kabul gören Büyük Patlama modelinin karşılaştığı temel sorunları aşmaya çalışıyor. Standart modelin, fizik yasalarının geçerliliğini yitirdiği “tekillik” gibi spekülatif varsayımlara dayanması, bilim insanlarını yeni arayışlara itiyor. Bu yeni teori, bilinen ve temel fizik yasaları olan genel görelilik ve kuantum mekaniği prensiplerini kullanarak, bir kara deliğin çöküşünün tekillikle sonuçlanmak zorunda olmadığını, aksine bir “sıçrama” ile yeni bir evrenin doğuşuna yol açabileceğini öne sürüyor.
Bu yaklaşım, bilimsel düşünce için son derece önemlidir çünkü dışarıdan eklenen, gözlemlenmemiş “gizemli” bileşenler (kozmik enflasyon ve karanlık enerji gibi) yerine, var olan yasaların daha derin birleşiminden hareketle daha tutarlı ve zarif bir çözüm sunar. Bu, bilimin temel ilkesini yansıtır: en karmaşık sorulara en basit ve temel prensiplerle cevap aramak. Tabi ki bu karmaşık açıklama Abdullah Bahçeli paradigması örneğinde daha somut ve sade açıklanabilirdi.
Siyasetin tıkanıklıkları ve değişim arayışı
Aynı “sıçrama” dinamiği, siyaset arenasında da kendini gösteriyor. CHP’deki “değişim” tartışması, bu sürecin somut bir örneğidir. CHP’nin içinde bulunduğu durum, kapitalist-burjuva siyasetin, özellikle de Türkiye gibi islamo-faşizmin fundamental feodal üst siyasi güç yapısının zemin kazandığı bir ülkede, içinden çıkamadığı bir “tekilliği” temsil ediyor.
Mevcut siyasi yapı, bir yanda siyaseti sadece “elitler” ve “aristokratlar” arasında dönen bir oyun olarak gören klik çatışması, diğer yanda ise “halkla bütünleşme” vaadiyle bu tıkanıklığı aşmaya çalışan yeni bir rant yönetimi tarafından temsil ediliyor. Ancak bu mücadelenin temelinde yatan gerçek, burjuva siyasetin rantçılar ve sermaye sahipleri arasındaki çelişkili dinamikleridir.
CHP’deki “değişim” arayışı, bu sistemin kendi içinde ürettiği eşitsizlikleri ve çelişkileri hafifletme, yani sistemi ayakta tutma çabasından başka bir şey değildir. Bu burjuva partisi, doğası gereği, sömürü düzeninin devamlılığını sağlamak zorundadır. Bu nedenle, vaat edilen “halkçılık” ve “demokrasi” söylemleri, sisteme kökten bir alternatif sunmaktan ziyade, sistemin krizini yönetmeye yönelik ve daha az çalanların reformist hamlelerdir. Nitekim bu yöntem bile her türlü hukuksuzluğa ve adeletsizliğe en bağnazlığıyla saldırılmakta.
Sıçrama mı, döngü mü?
Hem kozmoloji hem de siyaset analizi, mevcut yapıların iç çelişkilerinin bir noktada bir “krize” ve ardından bir “sıçramaya” yol açabileceğini maalesef göstermiyor. Aradaki temel fark şudur:
• Bilimsel Sıçrama: Fizik teorisindeki sıçrama, daha derin ve temel prensiplerle, bilinen yasaları birleştirerek yeni bir anlayışa ulaşmayı hedefler. Bu sıçrama, eğer doğruysa, siyasetin işleyişini daha tutarlı bir şekilde açıklamaya muktedirdir.
• Siyasi Döngü: Burjuva siyasetindeki “sıçramalar” ise genellikle bir sömürü döngüsünün parçasıdır. Mevcut sistemin çelişkileri bir noktada kendinin tıkandığını gösterir, “ayranı yok içmeye tahtırevanla gider sıçmaya” misali, bu çelişkileri aşmak için yeni bir “değişim” hareketi başlar ve bu hareket, eninde sonunda mevcut sistemin sınırları içinde kalır. Gerçek bir değişim, ancak sömürü düzeninin temellerini sarsan, kökten bir devrimci paylaşım sıçramayla mümkündür.
Bugün CHP’ye ve DEM Partiye bel bağlayan sosyalistlerin durumu, kapitalist sistemin yarattığı umutsuzluğun ve siyasi tıkanıklığın bir yansımasının yanı sıra, hızla hareket halinde olan değişimlere yenilmeleridir. Kendi kıymetinden menkul olanların bir burjuva biat ve kurtarıcı siyaset ve felsefelerine sarılmaları, günümüz şizofren ve anakronist duruşunu ortaya koyma çabalarıdır. Ancak tarih, devrimci dönüşümlerin, “elitler” ve “rantçılar” arasındaki küçük çatışmalardan değil, asıl gücünü emekçi sınıfların bağımsız ve bilinçli işçi sınıfı mücadelesinden aldığını göstermektedir.
Tüm bu gerçekliği çıplaklığıyla kabullenerek, Türkiye’nin baş çelişkisi olan emek sermaye mücadelesinde, tüm okları baş soyguncu ve baş sömürücülere yönelterek, bunların saldırılarına uğrayanlarla birlikte mücadeleyi omuzlamak ve büyütmek gerekiyor.
Çünkü saldırı bertaraf edilmezse, herkes teslim alınacak…
Erkan Karakaplan – 10.09.2025