Prof. Dr. Nejla Kurul: Sahte diploma skandalı buzdağının görünen yüzü
KADEMİ 20 YILDA NASIL YOZLAŞTI? – Sahte diploma skandalının devlet kurumlarındaki zafiyet ve etik değerlerin çöküşüyle bağlantılı olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Nejla Kurul, “‘Çalıyorlar ama çalışıyorlar’ diyen yurttaşların yolsuzluk ve yozlaşmayı kabullenişini kırmak zorundayız” diyor.

Ayşegül Başar – bianet
Sahte diploma skandalı, yalnızca münferit bir sahtekârlık değil, kamusal alanda köklü bir yozlaşmanın göstergesi. Eğitim Sen eski Genel Başkanı ve akademisyen Prof. Dr. Nejla Kurul, bianet’e yaptığı değerlendirmede, bu olayın üniversiteler ve kamusal alan açısından büyük bir güven kaybı yarattığını söylüyor.
Diplomaların bilgi ve beceriyi güvence altına alan belgeler olduğunu hatırlatan Kurul, “Bu yalnızca bir çetenin işi değil, sistematik bir yozlaşmanın sonucudur” diyor. Ayrıca Kurul’a göre sahte diploma satışının yalnızca dolandırıcılık değil, aynı zamanda kamusal görevlerin haksız biçimde işgal edilmesi anlamına da geliyor.
Sahte diploma skandalını bir akademisyen ve eğitimci olarak nasıl değerlendirirsiniz? Basit bir dolandırıcılık suçu olarak görülebilir mi, toplum açısından sonuçları neler? Bu skandalı yolsuzluk ve yozlaşma kavramlarıyla nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
Sahte diploma basma ve para karşılığında satışı olgusu, yolsuzluk ve yaygınlığına bakarak yozlaşma kavramları ile anlaşılabilir. Diplomalar, mezun kişilerin belli düzeyde niteliğini, yani bilgi, beceri ve tutumlarını güvenceye alan belgelerdir. Bu açıdan bu belgeler toplum tarafından üzerinde uzlaşılmış yasal yollar, normlar ve kurallarla edinilebilir. Gerekli koşulları karşılamamış ve fakülteye adım bile atmamış bir kişiyi diploma sahibi yapmaya çalışmak kamu görevlisinin yolsuzluğu iken sahte diplomayı alan ve kullanan kişi açısından resmi belgede sahtecilik suçu işlenmiş olur. Yani kamusal alanda bir yeri, bir konumu haksız biçimde işgal etmiş ve onu sömürgeleştirmiş olursunuz, bu suçtur.
“Kamu görevlileri ‘yolunu kaybetmiş’tir”
Sahte diploma basma ve satışı, sürecin içindeki kamu görevlilerinin çerçevesi çizilmiş yoldan sapmaları olarak değerlendirilir. Yani kamu görevlileri ‘yolunu kaybetmiş’tir, kamu görevlileri kamu yararını ve kamu görevini suistimal etmektedir. Bunu kişisel olarak maddi veya statü kazanmak için ya da zorlandığı, baskı altında kaldığı için yapabilir görevli. Yolsuzluk ağı içine giren kamu görevlisi, rüşvet, kayırmacılık ve görevini kötüye kullanma gibi pek çok davranışı sergiler. Sahte diploma olayının içinde kamu görevlileri olduğu gibi kamunun dışında insanların da suç ortağı olduğu açıktır. Yolsuzluk münferit olaylardan ibaret olabilir. Yozlaşma ise bu sürecin yaygın, kapsamlı ve sistematik hale gelmesidir.Bir başka deyişle, yozlaşma, bir ülkedeki “köklü ve temel ekonomik, politik, hukuki ve sistemin duygu ve düşünce dünyasının bozunuma uğraması demektir:
“Yolsuzluk ve yozlaşma arasındaki ortak nokta, yasa dışı, haksız veya zararlı olmasıdır. Gerek yolsuzluk gerekse yozlaşma, en temel güdüde, “insanların yasaları kabul etmediği için veya tercih ettikleri veya uymak zorunda oldukları başka çıkarları veya arzuları olduğu için ihlal etmesi” durumunda ortaya çıkmaktadır.“[1]
Son cümle özellikle önemlidir ve Türkiye’deki yolsuzluk ve yozlaşmayı anlatır niteliktedir. Bu iki olgunun temel güdüsü, insanlar yasaları kabul etmedikleri için bunu yapıyor olabilirler. 2011 yılında soru çalmayı meşru gören kişinin sözleri bu bağlamda ilginçtir: “Bugüne kadar hep sol kesim atandı. İnançsız insanlar kurumlara yerleşti. Bizim de oralarda olmaya hakkımız yok mu?”[2] Bu ifade de mevcut düzeni olumsuzlama ve hatta reddetme tavrı hakimdir. Ayrıca ideolojik ve politik derinlikten yosun bu bakış açısı, siyasal iktidarın yıllardır yapmaya yaratmaya çalıştığı iki büyük kutbun yasal olanını meşru görmemesi, yasal olmayanı ise meşru görmesidir. Yani bu yasal düzenlemeleri aşmak için “her şey mubahtır”. Yolsuzluk ve yozlaşmayı meşrulaştırırken “öncekiler de çalıyordu; bunlar çalıyor ama çalışıyorlar da!” diyen milliyetçi muhafazakâr kesimlerin bu yöndeki suçlara ortak olacak bir algılarının olduğu söylenebilir. Toplumsal kutuplaştırmanın sonucunda, hınç ve kin siyaseti ile “kendinde her hakkı görme” anlayışı giderek yaygınlaşıyor. Kamu görevlerine girişte sıkça bahsedilen mülakatlarda da açıktan, göz göre göre, kulaklar duya duya kayırmacılık yapıldığı biliniyor ancak yukarıdaki anlayış devreye girdiği için karşı koyuş çok zayıf olabiliyor.
“Buzdağının görünen yüzü”
Soru çalmayı münferit bir grubun faaliyeti olarak yolsuzluk olarak adlandırmak buzdağının görünen yüzüdür, altında yatan ise kamu yönetimince ve kamu kurumlarındaki yozlaşmadır. İlki için soruşturmalar yapılır, Devlet Denetleme Kurulu devreye girer, birkaç kişi cezalandırılır, bunlar itirafçı olup serbest de bırakılabilir, bu şekilde kamuoyu yatıştırılır, ancak yozlaşma olanca hızıyla devam eder. Ne yazık ki böyle oldu soru çalma olaylarında.
Bu savımızı desteklemek için 2024 Yolsuzluk Algı Endeksi’ne bakalım.[3] Endekse göre Danimarka 90 puanla birinci sıradadır, bu ülkeyi 88 puanla Danimarka, 84 puanla Singapur, 84 puanla Yeni Zelanda izlemektedir. Türkiye 180 ülke arasında 34 puanla 107. Sırada yer almıştır. Bu puan 2012’de 48’lerdeyken, yani daha az yolsuzluk yapılırken darbe girişiminin ardından gelen otoriterleşme ve muhalefetin üzerinde baskıyla 34’e kadar gerilemiştir. Türkiye’de yolsuzluk algısı yaygındır ve kamu yönetiminde yozlaşmayı da göstermektedir. Üniversiteler de bu sürecin dışında değildir; akvaryumdaki su bulandığında, su da yaşayan her canlı bundan etkilenir.
Sahte diploma skandalı ile birlikte akademiye duyulan güvensizlik de artmış durumda. AKP döneminde akademide nitelik açısından görülür bir gerileme de söz konusu. Dünü/bugünü açısından üniversitelerdeki nitelik kaybını nasıl değerlendirirsiniz. Yolsuzluk ve yozlaşmanın toplumsal sonuçları ne olacaktır?
Bu süreçte bazı üniversitelerin adı geçiyor; ancak kamuoyunu bilgilendirecek açıklıkta bilgilendirmeler yapılmıyor. Kamu yönetiminde yozlaşmanın yaygınlaştığı böylesi dönemlerde üniversitelerin tüm bunların dışında kalması mümkün değil. Üniversiteler kamuoyu nezdinde gücünü yitirdi, bir itibar kaybı da söz konusu. 15 Temmuz Darbe girişimi sonrasında Gülen Cemaatiyle bağlantılı olduğu iddiasıyla binlerce akademisyen üniversitelerden ihraç edildi. 15 Temmuz darbe girişimini fırsat bilerek bu girişim ile hiçbir ilişkisi olmamasına karşın barış akademisyenleri gibi demokrat ve özgürlükçü akademisyenler yine KHK’lerle ihraç edildi. Barış akademisyenleri “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalayarak şimdilerde kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun amaçları arasında yer alan şiddeti bitirme çabasını, 9 yıl önce hayata geçirmek üzere yola çıktıkları için üniversitelerinden ihraç edildiler. Üniversite içinde demokratik muhalif bileşenlerin gücü bu uygulamalarla kırıldı.
“Rektörlerin, üniversite bileşenleri ile bağı koparıldı”
Yine darbe girişiminden sonra 1 Ağustos 2016’da “Rektörlük Seçimleri” 676 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 85 inci maddesi ile kaldırıldı. Rektörler artık doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanmaya başladı. Rektör seçimlerini kaldıran diğer bir tarih 12 Eylül askeri darbesi idi. Önceki dönemlerde, öğretim üyelerinin katıldığı kısmi demokratik mekanizmaya dahi siyasal iktidar tahammül edilmedi. Rektörlerin, üniversite bileşenleri ile bağı koparıldı; üniversite yönetimlerinin hukuk dışı uygulamalarına “Hayır, dur!” diyecek güçler sindirildiği koşullarda doğrudan Saray’a bağlanan rektörler üniversiteleri oldukça otoriter ve dolayısıyla keyfi bir anlayışla yönetmeye başladılar.
Köklü bir üniversite olan İstanbul Üniversitesi, Saray tarafından atanmış rektöre bağlı yönetim kurulu kararıyla yıllar önce verilmiş diplomayı siyasi nedenlerle iptal etme hakkını kendini görüyor. Tarihi olan üniversitelerde bunlar yapılabildiğine göre küçük kent üniversitelerinde neler olabilir sorusunu sormadan edemiyoruz. Rektörle aynı soyadı taşıyan kişilerin üniversitelerde istihdamı, adrese teslim kadro ilanları, siyasal iktidardan yana sendikaların üniversite yönetimleri eliyle güçlendirilmesi, yaygın akademik sansürle oto sansürü güçlendirme, hiçbir demokratik mekanizma bırakmama ve benzeri örnekler, üniversitelerin halini ortaya koyuyor. Tüm bu gelişmeler üniversite içinde ve dışında yolsuzluğa bulaşmış kişilerin olabileceği iddiasını güçlendiriyor. “İstediğimizi yaparız bize kimse karışamaz.”
“Üniversiteler sessiz ve suskun”
Öte yandan siyasal iktidar üniversitelerde dikensiz gül bahçesi oluşturamadı. Bunun en etkili örneği Boğaziçi Üniversitesi. Bu üniversitedeki uygulamalardan yolsuzluğun ve yozlaşmanın anatomisini gözlemliyoruz. Bu uygulamalar, sadece “yolunu kaybetmiş” kamu görevlileri eliyle yapılmıyor; siyasal iktidar tarafından da destekleniyor, o yüzden yolsuzluk değil yozlaşma ile karşı karşıya olduğumuz iddiası oldukça güçlüdür. Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyım atanması, bölüm başkanlıklarına usul ve teamüllere uymayan atamalar, usul ve teamüllere aykırı biçimde yeni fakültelerin kurulması karşısında akademisyenlerin ve öğrencilerin direnişi de beş yıldır sürüyor.
Uzun zamandır üniversiteler sessiz ve suskun! Bu nedenle kitleler nezdinde yoksanız, görünür değilseniz üniversiteye güvenmek ya da güvenmemek gibi bir görüş oluşturamazsınız. “Özgür, özerk, demokratik, hakikatin peşinde üniversite” var mı? Hali hazırda eğitimin ve araştırmaların niteliği düştüğü için birkaç üniversite dışında, diplomalar neyi temsil ediyorlar? Diplomaları kullanım ve değişim değerini değersizleştiren bir süreç yaşıyoruz. Ancak bazı üniversitelerin açıktan diploma hırsızlığı ile anılması üniversite fikrine çok büyük zarar veriyor.
Bir yolsuzluk ve yozlaşma sonucu olan sahte diploma basımı ve satışı konusundaki gelişmelere dair ve bunun nasıl önlenebileceğine dair hangi politika ve uygulamaların geliştirildiği konusunda kamuoyuna düzenli bilgi verilmedi, kamuoyu uyutuldu. Önceki “soru hırsızlığı yozlaşmasında Cemaatin işi” denildi; sonraki yolsuzluklarda “Devlet Denetleme Kurulu inceliyor” dendi, kamuoyu ne olduğunu, önlemler için nelerin yapıldığını hala öğrenememiş durumda. O yüzden demokratik kamuoyu bu sürecin mutlaka takipçisi olmalı! Yine kamu görevine giriş için mülakatlardaki yolsuzluk ve yozlaşma devam ediyor. Bu gelişmeler birbiri ile ilişki içinde.
Doktorlar, mühendisler, öğretmenler vs toplumun fazlasıyla saygı duyduğu meslekler. Ancak artık tüm bu mesleklerin içinin boşaltıldığına dair eleştiriler var. İnsanlar sağlık hizmeti alırken gittiği doktora ya da evini yaptırdığı mimara/mühendise güvenemiyor. Sizce bu güven kaybının temelinde ne yatıyor?
Üniversite eğitiminin niteliği konusunda ciddi gerilemeler yaşanmasına karşın sayıları görece azalsa da nitelikli doktorlar, mühendisler ve öğretmenler var; bununla birlikte mesleki bozunum devam ediyor. Üniversite eğitiminin niteliğindeki düşüşe koşut olarak meslek üyelerinin, işçilerin sendikalarına ve meslek örgütlerine dahi müdahaleler devam ediyor. Kurum müdürleri sendikalı kamu görevlileri ve kamu işçilerini mevcut sendikalarından istifa ettirmeye ve yandaş sendikaya geçirmeye çalışıyor; çalışma barışını bozacak düzeyde baskı yapıyor, onları sürgün ve işten çıkarma ile tehdit ediyor; bu da yolsuzluk ve yozlaşma olarak nitelenebilir; çünkü işçilerin ve emekçilerin sendikal örgütlenme özgürlüğü elinden alınıyor. Öğretmenler açısından, AKP’nin iktidara geldiği dönemde on binler düzeyindeki üye sayısını 374 binlere çıkaran arka bahçe sendikalarla karşı karşıyayız. Mesleki çürümenin nedenlerinden birisi de bu! Sendikalar ve meslek örgütlerinin önemli bir kısmı gerçek niteliğini, emekten yana etik ve politik duruşunu yitirdiğinde, iktidarla birlikte işçileri ve emekçileri oyalayan ve yöneten kurumlar haline dönüşüyorlar.
“Yolsuzluk ve yozlaşma karşıtı hareketler oluşturmalıyız”
Tüm bu gelişmelere karşın toplumsal mücadelemiz devam ediyor ve edecek de. Yolsuzluk ve yozlaşma sürecine “dur” diyecek olanlar yine etkin yurttaşlar ve onların toplumsal örgütlenmeleri olacaktır. Okulda, hastanede veya belediyede ve diğer kurumlarda hem bu kurumlardan yararlanan yurttaşlar olarak hem de yolsuzluk ve yozlaşmanın dışında kalan kamu görevlileri olarak “dur!” diyecek gücü kendimizde bulmalıyız, örgütlenmeliyiz, yolsuzluk ve yozlaşma karşıtı hareketler oluşturmalıyız.
Sanki suç/etik algımız da değişiyor, normalleşiyor. Gençler açısından özellikle ciddi bir geleceksizlik ve güvensizlik söz konusu. Üniversitelerdeki bu gerileme/yozlaşma gelecek nesle etkisi nedir, nasıl önü alınabilir?
Gazze’de yemek dağıtım anlarına dikkatli gözlerle baktığımızda, hiçbir norm kural ve değer olmadan herkesin yemek almaya çalıştığını izliyoruz. “Şu çocuğa sıra verin öne geçsin, daha şu kadın ve yaşlının tenceresini doldurun!” diyen yok! Çünkü açlık ve sefalet herkesin en acil sorunu! Çaresizlik ve yılgınlık dönemlerinin en acı izleri bunlar.
İsrail tüm gücüyle saldırıp yakıp yıkarken, başka bir düzlemde, başka bir ülkede iktidar gücü kamusal alanlara mevcut yasal düzenlemeleri hiçe sayarak hoyratça girebilir, onların içini boşaltabilir, iktidar gücünü ele geçirenler, hukuki norm ve kuralları hiçe sayabilir. Bunlar bugün ülkemizde yaşadığımız şeyler. Artık olan bitene şaşıran pek az siyasal parti, demokratik kitle örgütü, sivil toplum örgütü, kurum ve kişi kaldı.
“Kabullenişi kırmak zorundayız”
Bu gelişmelerin toplumsal alanda milyonlarca kişi üzerinde, özellikle gençler üzerinde derin etkileri var. Bazı gençler yurt dışına gitmek istiyor, bazıları ayrımcılığın derin izlerini taşıyor, umutsuzluğa ve yılgınlığa düşebiliyorlar. Bu süreç kimilerini de, bir iş için, bir unvan ve bir diploma için onurunu ayaklar altına alarak yolsuz ve yoz işlerin içinde yer almaya itiyor, böylece yozlaşmanın bir parçası haline getirebilir. İş ve istihdam için torpil arama arayışı pek çok dönemde vardı, ama buna karşı kamu kurumları ve üniversiteler dik durabiliyorlardı.
Şimdilerde, yolsuzluk algısı yaygınlaşıyor, sorular çalınıyor, diplomalar çalınıyor, sahte diplomalar satılıyor. “Çalıyorlar, ama çalışıyorlar” diyerek oy veren yurttaşların yolsuzluk ve yozlaşmayı kabullenişini kırmak zorundayız. Sosyal ve demokratik bir cumhuriyete çok ihtiyaç duyuyoruz. Hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı ilkesini yaşama geçirecek, demokratik, laik, sosyal hukuk devletini yeniden hayata geçirmeliyiz. O yüzden kadın örgütleri siyasal iktidara mevcut haliyle bile “yasaya dokunma, uygula!” diyor.

























































