Krizden çıkma yolları: Neoliberalizm – yeni muhafazakârlık “sembiyozu” | Sibel Özbudun
“Serbest piyasa nezdinde,
herkesin eşit olma ya da olmama
hakkı vardır.”[1]
Neoliberal talanın olanca hızıyla süregeldiği ve 21. yüzyıl başlarından itibaren de, tüm “liberal” söylemlerini kendi elleriyle yıkarak (neo-) faşist siyasalara ve giderek iktidarlara yol verdiği bir düzlemde (yeni-) muhafazakârlık ile neoliberalizmin kesişmesine yönelik akademik ilgi, bir hayli arttı. Özellikle farklı coğrafyalarda Tayyip Erdoğan, Victor Orban, Narendra Mondi, Donald Trump, Jair Bolsonaro gibi “tek adam rejimi heveslisi” liderlerin (hem de “demokratik” seçimlerle) birbiri peşisıra iktidara gelmesi, bizzat AB bağrında neo-faşist partilerin oy oranlarını hızla arttırmaları, sol-liberal “akademia”da bir telaşa yol açmıştı. Sınır tanımayan liberalizme yönelik övgüler, “komünizmin yıkılması”nın insanlık için ne denli “hayırlı” bir gelişme olduğu vb. tahliller, yerini neoliberalizm ile neo-conservatism (yeni- muhafazakârlık)’in kesişmesi ile birlikte neo-faşist [ya da daha “mahcup” ve daha üsttenci/tarafsız bir akademik jargona göre “sağ-popülist”-çünkü bunu hemen bir “sol popülizm” ile dengelemek mümkün!] yönelimin yoğunlaşmasına ilişkin çözümlemelere bıraktı. Özetle, neoliberalizm ile yeni-muhafazakârlık, neoliberalizmin kronik ve neredeyse geri dönüşsüz krizini atlatabilmek için kesişmiş, bu da popülist/otoriter sağ rejimlerin önünü açmıştı…
Bu çözümlemelerin büyük bölümü, liberal geleneğin izinden, neoliberalizm ile yeni-muhafazakârlığı, birbirinden ayrı, giderek “ilişkinsiz” ve tarihsel rastlantılar sonucu bir araya gelmiş ideolojiler (ya da rasyonaliteler) olarak ele alma eğilimindedir. Örneğin Wendy Brown (2006: 693) neoliberalizmi devletin refah hizmetlerinden çekilip ekonomik ilişkilerin düzenleyicisi olmaktansa kolaylaştırıcısı olarak davranmasını gerektiren, siyasal liberalizmden “kopmuş”[2] bir “piyasa-siyasal rasyonalite”; yeni-muhafazakârlığı ise, Grant Smith’le birlikte, “militarizm, korporatizm ve İsrail üzerinde odaklaşmış ‘iman nesneleri’nde birleşmiş”, “dinselliği rastgele, hatta oportünistçe olan kutsal-olmayan bir ittifakta doğmuş” (Brown 2006: 696) yani heterojen bir ahlâksal-siyasal rasyonalite olarak tanımlıyor.
Hatta Brown’a (2006: 699) göre neoliberalizm ile yeni-muhafazakârlık ilkinin “kültürel ve milli sınırları büyük ölçüde silmesi, tüm ilişki, bağlılık ve çabaları parasal rabıtaya tabi kılması, ikincinin ise kültürel ve ulusal sınırları, kutsalı ve biricik olanı yurtseverlik, dindarlık, ve Batı söylemleriyle yeniden eklemlemeye uğraşması ve bunlara bekçilik etmesi” ile birbirinden ayrılır. Dahası, “neoliberalizm hatları evrenselleşmiş piyasa rasyonalitesiyle çizilmiş, kültürel farklılığın en fazla, bir meta, ulusal devlet sınırlarının mutfak farklılıklarının ve taşraya değgin yasal düzenlemelerin imleyicileri olduğu küresel bir düzen beklentisi içindeyken, Amerikan yeni-muhafazakârlığı İmparatorluk özlemiyle bitişik bir dizi ahlâksal ve siyasal bağlılıkla çevrelenmiş milli ve milliyetçi bir düzenin özlemi içindedir.”
David Langwallner’a göre ise “bir düzlemiyle aşırı özgürlükçülük olan” neoliberalizm, son yıllarda muhafazakâr düşünceyi büyük ölçüde etkilemiş olsa da geleneksel, Burke’cü anlamıyla muhafazakârlık değildir. Bugün, dizginlerinden boşanmış bir serbest piyasa aşırılıkçılığı anlamına gelmektedir.
Düzenlenmemiş bir laissez-faire ekonomisiyle, yasalar ve sosyal politikalar aracılığıyla hedonistik bir yaşam tarzının meşrulaştırılması fikrine dayanır. Yeni-muhafazakârlığın ise kapitalizmle bir ilişkisi yoktur; tersine otoriter solculuk (??) geleneğinden kopup fundamentalist, Hıristiyan değerlerden beslenen aşırı ahlâkçı bir yeni-sömürgecilikle bütünleşen bir ideolojidir. Ve bu ikisi, Bush ve “Hıristiyan cihatçılık, ırkçı köktencilik ve deregüle edilmiş piyasaya saygı”yı birleştiren Moynihan’ın elinde, “olası dünyaların en kötüsü”nü oluşturacak biçimde kaynaşmıştır.
Neoliberalizm ve Yeni Muhafazakârlık: Bir Madalyonun İki Yüzü
Ben, neoliberalizm ile yeni-muhafazakârlığın yolları tarihsel bir konjonktürde çakışan iki ayrı ideoloji, rasyonalite (ya da “kötülük”… ne derseniz deyin) olduğu savının fazla “iyimser”, ve her ikisinin adı telaffuz edilmekten her nedense imtina edilen “kapitalizm” ile bağlantısını örtme girişiminden malûl olduğu kanısındayım… Ve M. A. Macciocchi’nin François Chatelet’den aktardığı, “Faşist devlet yalnızca kendi özüne indirgenmiş liberal devlettir: İster doğrudan doğruya ister dolaylı yoldan olsun, temelden otoriter olan pratiklerini, koşullara göre, artık gizleme gereğini duymayan mülk sahipleri birliği…” sözünün geçerliliğini koruduğunu ve sürdürülemez kapitalizmin kriziyle[3] daha da belirgin hâle geldiğini düşünüyorum. Neoliberalizm (özel mülkiyete değgin olanlar dışında) tarihsel olarak liberalizmi süslediği varsayılan tüm “demokratik” değerlerden (düşünce ve ifade, basın, inanç ve ibadet, örgütlenme, yaşayacağı yeri seçme, seyahat, işkence ve kötü muamele görmeme özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, seçme ve seçilme hakkı, kamu görevlerine erişim hakkı, sağlık, eğitim vb. hizmetlere erişim hakkı, özel mülkiyet hakkı, ticaret özgürlüğü, girişim özgürlüğü, işgücünü serbestçe satabilme özgürlüğü…) bir bir soyundukça, muhafazakârlık ve onun uç biçimi olan faşizmle sembiyoz hâli açık biçimde ortaya çıkar.
Bu “sembiyoz”un en iyi teşhis ve teşhir edilebildiği alan, kadın / toplumsal cinsiyet araştırmaları alanıdır. Bu alanın anahtar kavramı ise, bilindiği üzere, ataerkidir.
Feminist okuma(lar) ataerkini genellikle kadın-erkek ya da toplumsal cinsiyet ilişkilerine münhasır bir kavram olarak ele alma eğilimindedir. Bu yorumun, kavramın bağlamını daralttığı, onu özgülleştirdiği ve açıklayıcı kapasitesini sınırlandırdığı kanısındayım. Kanımca ataerki, tüm varyantlarıyla iktidar ile bağlantılı olarak ele alınması gereken bir kavramdır,[4] ve özel alan ile kamusal alan arasındaki sınırların henüz müphem, muğlak ve geçirgen olduğu tarihsel kesitte, hem domestik hem de kamusal alanda biçimlenen iktidar ilişkilerine damgasını vurmuştur. Devlet-öncesi (özellikle atayanlı) kabile toplumlarında bir grup yaşlı erkeğin elinde toplanan yetkiler, devletli toplumlarda iktidarın tecessümünde model teşkil etmiş gözüküyor. Kristen R. Ghodsee’nin (2023) vurguladığı üzere,
“… ‘Babanın hükümranlığı’ anlamına gelen Grekçe bir sözcük olan ataerki (patriarchy) uzun süredir (ilk doğan erkek evlat olmak ya da bağımsız araçlara sahip olmak gibi) patriyark olabilmek için gerekli toplumsal pozisyon ve gereçlerden yoksun olan tüm insanları tahakküm altında tutagelmiştir. Ataerki yalnızca işçiler ve tüketiciler olarak kamusal dünyalarımızı şekillendirmekle kalmaz, özel deneyimlerimizin en mahrem ayrıntılarını da düzenler. Ancak ‘babanın hükümranlığı’ öylesine öne sürülen bir iddia değildir; ailelerimizin şekline ilişkin özgül toplumsal adetlere dayanır.”
Bir başka deyişle, ataerki erkek(ler)in kadın(lar), yaşlı(lar)ın genç(ler) üzerindeki sistemleşmiş ve meşru(iyet kazanmış), zor ve rıza bileşkesine dayalı yaptırım gücüne gönderme yapmakla birlikte, yalnızca bununla sınırlı değildir. Bir iktidar mantığı olarak ataerki, genel olarak güçlülerin güçsüzler, yetke sahiplerinin yetke araçlarına erişimi olmayanlar, mülk sahiplerinin mülksüzler üzerindeki sistemli ve meşru(laştırılmış) yaptırım gücünün konturlarını çizer.
Bir başka deyişle ataerkinin doğum yeri, (yaşlı) bir erkek grubunun kadınlar (ve çocuklar, gençler) üzerinde yetke uyguladığı kabile toplumları olsa bile, bu locus’dan diğer eşitsiz güç ilişkilerine sirayet etmiş ve bir “gelenek” olarak kalıcı, yerleşik ve meşru kabul edilen tüm iktidar ilişkilerini koşullandırmıştır.
Ataerki, esnek bir iktidar formudur. Baştan beri her türlü üretim ilişkisine uyarlanabilmiştir: Enternasyonal’in o ünlü dizesindeki “Tanrı, paşa, bey, ağa, sultan”ın (buna bir de “patron”u ekleyelim) hepsinin eril olması, rastlantı mı? Katıldığı her üretim tarzının özgül koşullarına uyarlanırken, sistem içerisindeki güçlü-güçsüz / yöneten-yönetilen ilişkisini düzenleyerek deyim yerindeyse, “nizam-intizam”ı sağlar.
18. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’nın sömürgeci serüveni bağlamında şekillenen ve önce ticarî, ardından da 19. yüzyıl itibariyle sınaî nitelik edinen kapitalist sistem de bu tarihsel ve esneyebilen iktidar formundan yararlanmazlık edememiştir. Kendisini önceleyen ve olanaklı kılan tüm asimetrik ilişkileri [metropol-sömürge, kent-kır, havass-avam (ya da kafa emeği-kol emeği), yöneten-yönetilen, efendi-köle, erkek-kadın] yeniden karıp üretim araçlarının mülkiyeti temelinde yeniden dizilime tabi tutan kapitalizm, bu anlamda hiç de sosyolojinin iddia ettiği üzere “gelenekten kopuş”u temsil etmez. Yaptığı, bir “iktidar geleneği” olan ataerkini yeniden biçimlendirerek temellük etmektir.
20. yüzyıl sosyolojisinin önemli bir bölümüne damgasını vuran “modernlik/gelenek(çilik)” dikotomisine bu anlamda ihtiyat payıyla yaklaşılmalı. “Modern” bir üretim tarzı olarak kapitalizm, “gelenek(sel)” ataerki ile bir tezat oluşturmamıştır, oluşturmaz, örneğin. Kapitalizm ataerkini geçmişteki eşitsiz/asimetrik sömürü ilişkilerinden devralır, onu dönüştürerek temellük eder. Bir başka deyişle, kapitalizm üzerine düşünürken “modern(izm)-gelenek(çilik)” dikotomisine saplanıp kalmak, yanıltıcı vargılara yol açacaktır.
Bir kez daha vurgulayayım, kapitalizm ile gelenek(cilik)/muhafazakârlık, ya da bugünkü versiyonuyla neoliberalizm ile yeni-muhafazakârlık arasındaki bu sembiyotik ilişkinin en iyi teşhis edilebildiği alan, toplumsal cinsiyet araştırmalarıdır.
Kapitalist dünyanın uluslararası kurumları (BMÖ, IMF, Dünya Bankası, bölgesel bankalar, AB, kalkınma ajansları vb.), bilindiği üzere, özellikle neoliberalizm çağında toplumsal cinsiyet kurgusunu “modern” (Batılı/laşmış) kadın ile kör geleneklerin elinde köle, okula gönderilmeyen, çocuk yaşta evlendirilen, domestik şiddeti yazgı bellemiş, kendi bedeni üzerinde denetim hakkından yoksun, vb. (Batılı-olmayan) kadın arasındaki zıtlık üzerine yerleştirmekte, Batı-dışı dünyada kadınların eğitime, üretime, yönetime katılması konusunda devletleri göreve çağırmakta, proje üzerine proje üretmekte, bu tip projelere maddi destek sağlamaktadır. Bu “modernleştirici” proje hayata geçirildikçe, dünya nüfusunun yarısını üretkenliğin dışına iten, atıl bırakan, verimsizleştiren kör gelenekler (ataerki) alt edilecek, kadınların “güçlendirilmesi” [(= empowerment) feminist ve sosyalistlerin farklı anlamlar yüklemekle birlikte ortaklaştıkları, kadınların “kurtuluşu” (= liberation)nu ikame eden 21. yüzyıl mamulâtı bir kavram) gerçekleştirilecektir. Bu “güçlendirme”nin ne anlama geldiğini az ileride tartışalım, dilerseniz.
Ama şunu vurgulamalı: kapitalist sistem tarih sahnesine çıktığı Batı Avrupa ülkelerinden başlamak üzere, kadınların “güçlendirilmesi”ni gündem maddesi yapmadı. Tersine, burjuva siyasal sistemleri yerleştikçe, devrimler çağının altüst ettiği toplumsal cinsiyet ilişkilerini yerli yerine oturtmak, eşitsizlikleri yeniden tesis etmek için ne gerekiyorsa onu yaptı. Örneğin, 1789’da hem sınıf hem de toplumsal cinsiyet ilişkileri altüst olan Fransa 19. yüzyılda baldırıçıplakların, işçi sınıfının kalkışmalarını bastırmak için bir polis devletine dönüşürken, kadınlar da, onları tümüyle kocalarının yetkisi altına yerleştiren ve onları yasal özne olarak tanımayan Napoleon Yasası’yla zapt-u rapt altına alınacaktır. Kapitalist “modernite”de, kadınlar ne kazanmışlarsa, kendi mücadeleleri sayesinde elde edebilmişlerdir.
Örneğin, Birleşik Krallık’ta evli kadınlar kendi adlarına mülk edinme ve satma hakkını ancak 1882’de kazanabildi. ABD’de 1907 tarihli ve ancak 1940’ta yürürlükten kalkan Yurttaşlıktan Çıkartılma Yasası, New York ve Boston gibi kentlerde göçmen erkeklerle evlenen Amerikalı kadınların otomatik olarak yurttaşlıktan düşürülmesini ve ancak kocalarının seçme seçilme hakkını elde etmesinden sonra yurttaşlık başvurusunda bulunabilmesini öngörmekteydi. Batı Almanya’da evli kadınlar 1957’ye dek kocalarının izni olmadan ev dışında çalışamıyorlardı; dahası kocanın izni de yeterli değildi: çalışan kadın ev içi görevlerini aksatmamalıydı. Bu son düzenleme, ancak 1977’de kaldırılacaktır. ABD’li kadınlar oy hakkını 1920’de elde etmiş olsalar da, evli kadınlar 1975’e dek yasal olarak kocalarının soyadıyla oy kullanmak zorundaydılar. Evli kadınların resmi belgelerde kendi soyadlarını kullanma hakkı için uzun mücadeleler vermesi gerekmişti.
Temmuz 2021’de Japonya’da Anayasa Mahkemesi evli çiftlerin aynı soyadını taşıması gereğine dair bir hükmü kabul etti. Teorik olarak çiftler karının ya da kocanın soyadını seçmekte serbest olmalarına karşın, kadınların yüzde 96’sı kocanın soyadını alacaktı!
Ve ABD’de 201y yılında yapılan bir araştırma, ABD’li erkeklerin yüzde 72’sinin, kadınların ise yüzde 71’inin bir erkeğin “iyi bir koca” olarak nitelenebilmesi için karısını geçindirecek imkânları sağlaması gerektiği kanısında olduğunu ortaya koymaktaydı…(Ghodsee 2023)
Görüldüğü üzere, kadınların tüm kazanımları ataerkini bertaraf etmeye yetmemiştir. Çünkü kapitalist sistem ataerkini gereksinmektedir: sistemin temelini oluşturan özel mülkiyetin “meşru” yollardan gelecek kuşaklara devredilmesi, “iffetli” bir annenin kocasının çocuklarını doğurup büyüttüğü; üretimin aksamasız süregitmesi ise “titiz” bir ev kadınının “yeniden üretim”i hane içerisinde bedelsiz olarak gerçekleştirdiği aileyi gerektirir… Kapitalist sistemin “tüketim toplumu” gereksinimini karşılayacak tarzda küçülmüş, devingenleşmiş, “çekirdek aile”ye dönüşmüş olsa da, aile bugüne dek kapitalist sistemin vazgeçilmezi olageldi.
Ancak, üretimin ölçeğini tarihte görülmemiş biçimde genişleten, kitleselleştiren ve küreselleştiren bir sistem olarak kapitalizm üretim ve yeniden üretim gereksinimleri arasında bir çelişkiyi devreye sokmuştur: sınai üretim alabildiğine bol ve ucuz işgücü gereksinmektedir: büyük ölçüde ataerkil ideolojinin uysal, itirazsız ve çalışkan kıldığı kadınlar ve çocukları tarafından karşılanan bir ihtiyaç. Yeniden-üretim ise, gelecekteki işgücü gereksiniminin karşılanmasını, işçilerin ertesi gün beslenmiş, bakımları yapılmış, paklanmış bir şekilde yeniden işe koşulmalarını sağlayacak, mümkün olduğunca ucuza mal edilmiş bir çabayı gereksiniyordu: yani bu kez de evinde oturup kocasının, çocuklarının gereksinimleriyle ilgilenecek olan kadınları…
Kadınlara biçilen bu iki rol arasındaki çelişki, sınai kapitalizmin şafağında, toplumsal dokuda büyük tahribata yol açacaktı: kadınların ve bebeklik çağından çıkmış çocukların yığınsal olarak tezgâh başına çekilip günde 12-13 saat çalıştırıldığı, çalışamayacak durumdaki çocukların sokağa emanet edildiği, işsiz kalan erkeklerin kendilerini alkole, kumara verdiği, fuhşun patladığı, çocukların yetersiz beslenmeden ve hastalıklardan kırıldığı, işçi sınıfı mahalleleri…
Çalışma reformları tam bu noktada devreye girecekti… Çalışma sürelerinin kısaltılması, çocuk işçiliğinin, kadınların gece ve sağlığı tehdit eden işlerde çalıştırılmasının yasaklanması, vb. vb.
Ancak bulunan “çözümler” arasında en etkili ve tipik olanı, bir işçinin aldığı ücretin bir ailenin gereksinimlerini asgari düzeyde karşılamasını (tabii teorik olarak) öngören asgarî ücret ya da “aile ücreti” olacaktı. Sosyal reformcularla (eril merkezci) işçi sendikalarının ortak uğraşları sonunda devletlerce kabul edilip yaygınlaştırılacak, ve 20. yüzyılın büyük bölümünde sanayiye damgasını vuran Fordist üretimin ana bileşenlerinden biri olan aile ücreti. “İşçi” tipik olarak erkekti: evin ekmek sağlayıcısı. Kadın ise gerektiğinde daha düşük ücretli, geçici, güvencesiz işlerde çalışsa da esas görevi evi, kocası ve çocuklarının bakımı olan “dişi kuş”tu. Gerçekliğe ister uysun ister uymasın, Batı kapitalizminin yürürlükte olduğu ülkelerde 20. yüzyılın önemli bölümünde hâkim olan “imge” buydu. Ve bizatihi bu “imge(lem)”, kadın işgücünü değersizleştirmekte, geçicileştirmekte, ikincilleştirmekte, “yedek”leştirmekteydi… “Sıcak aile yuvası”nın dışına düşenler, ya da en alttakiler (etnik azınlıklar, göçmenler, bekâr anneler, dullar, engelliler vb.) ise sayıca ve oranca sürdürülebilir bir boyutta kaldıkları sürece bir sosyal güvenlik (ya da yeniden dağıtım) mekanizması içinde tutulabilecekti.
Bir başka deyişle, sınai kapitalizmin şafağındaki kısa bir bocalamanın ardından kapitalizmle ataerki, “modernizm”le gelenek sembiyoza girmişti: en azından kadınlar söz konusu olduğunda.
“Refah Toplumu” Tasfiye Edilirken
Denge, 1970’li yıllardan itibaren, üretim maliyetlerinin hızla yükselmesinin tetiklediği ekonomik krizin ardından kapitalizmin işgücü maliyetlerini alabildiğine düşürecek sert ve radikal önlemlere yönelmesiyle bozulacaktı. Neoliberalizm çağı başlamıştı. Önlemlerden biri, Fordist üretimin terk edilerek esnek üretime geçilmesiydi. İşyeri ve istihdam “sabit” olmaktan çıkmış, iş güvencesi ortadan kalkmış, “evin asli ekmek kazanıcısı erkek” mitosu sona ermişti. Bu durum, “aile yuvası”nı da etkileyecekti. Giderek uçucu-kaçıcılaşan işlerin peşinde durmaksızın yer değiştirmek zorunda kalan kadın ve erkeklerin kalıcı “aile yuvaları” kurmaları giderek zorlaşıyordu. 1960’lı yıllardan itibaren Batı’dan başlayarak dünyayı saran (feminizm ve LGBTI+ başta olmak üzere) özgürlükçü hareketlerin eleştiri bombardımanı altında zaten bir hayli yıpranan “çekirdek aile”, neoliberal deregülarizasyonun saldırısı karşısında fazla direnemedi. Aşk, romans yerini tek gecelik maceralara, taahhütsüz cinsel ilişkilere, internet/tinder aşklarına bırakırken, çekirdek aile terk, boşanma, tek ebeveynli haneler, LGBTI+ çiftler vb. basıncıyla dağılmaktaydı. (Cooper 2017: 10)
“Amerikan ailesi hâlâ genel ‘babasızlık’ salgınından mustarip gözüküyor,” diyor Cooper (2017: 7). “Genç, yoksul düşmüş kadınlar, özellikle Afrikalı-Amerikalı ve Latinler hâlâ evlilik dışı çocuklar doğuruyor ve hâlâ refah devletinin onlara bakmasını bekliyorlar. 1990’larda sosyal kuramcılar, yeni-muhafazakâr Patrick Moynihan’ın 1965’te teşhis ettiği, uzun erimli, yarı-mitsel, ‘Afrikalı-Amerikalı ailenin krizi’nin artık beyaz orta sınıflara da sirayet ederek genç kadın kuşaklarını kariyer hevesli narsisizm uğruna evliliğin istikrarını terke teşvik ettiğini ilan ettiklerinde, öyküyü daha da karmaşık bir hâle getirdiler. Daha da yakın bir zaman önce, bizatihi evliliğin Amerikan toplumunda bir sınıf imleyicisi hâline geldiğini keşfettiler – kolej eğitimli orta sınıfa has bir ayrıcalık…”
“Bakımını sosyal devletten bekledikleri evlilik dışı çocuklar doğuran genç, yoksul düşmüş kadınlar…”ın sayısının katlanması… Bu, çekirdek aileyi parçalayıcı güçleri (deregülarizasyon, esnek istihdam, üretken sektörlerin emeğin bol, ucuz ve örgütsüz olduğu yoksul güney ülkelerine kaydırılması ve bu coğrafyalarda kırsal kökenli genç kadınların yığınlar hâlinde işgücü piyasasına çekilmesi…) harekete geçiren neoliberal kapitalizm için alarmzilleri çaldıran bir gelişmeydi. Çünkü bu kadınların, çocukların sayısının artması, sosyal bütçelere bağımlı nüfusun katlanması anlamına geliyordu; özelleştirmeler ve sosyal güvenlik sistemlerinin talanı yoluyla sermayeye aktarılması düşünülen kaynaklar üzerinde basınç uygulayan bir durum…
“Hak etmeyen yoksullar”, “bir sürü çocuk doğurup toplumun sırtında yük olan bekâr kadınlar”ın “bir numaralı halk düşmanı” ilan edilmeleri, işten bile değildi. Bir taşla iki kuş: hem sosyal güvenlik sistemlerinin tırpanlanarak açığa çıkan kaynakların sermayeye transferi meşrulaştırılacak (öyle ya, bu sistemler yozlaşmış, atıllaşmış, işlevsizleşmişti. En iyisi onları verimli ve etkin biçimde kullanmasını bilecek özel sektöre devretmekti), hem de sosyal bütçelerin daraltılmasından kaynaklanacak tepkiler, bu bütçeden hak etmedikleri ölçüde yararlanan yoksullara yöneltilecekti…
Neoliberalizmin “refah kapitalizmi”ni tasfiye etmesi sürecine, ideolojik bir dönüşüm eşlik ediyordu: kamusallıktan bireyciliğe, üretkenlikten hazza, toplumsal özgürleşmeden “güçlenme”ye yönelen bir vurgu kayması… “Kuzeyli feminizm”e şiddetli eleştiriler yönelten sosyalist-feminist Nancy Fraser’dan (2013) dinleyelim:
“Bir feminist olarak kadınların özgürleşmesi için mücadele etmekle daha iyi, daha eşitlikçi, adil ve özgür bir dünyanın yaratılmasına katkıda bulunduğumu varsayardım. Ancak son zamanlarda feministlerin öncülük ettiği ideallerin oldukça farklı sonuçlara hizmet ettiğinden kaygılanmaya başladım. Özgül olarak, şimdi cinsiyetçiliğe yönelik eleştirimizin yeni eşitsizlik ve sömürü biçimlerine dayanak sağlamasından kaygı duyuyorum. Kaderin acımasız bir cilvesiyle, kadınların kurtuluşunu hedefleyen bir hareketin, bir serbest piyasa toplumu inşa etme yolundaki neoliberal çabalarla tehlikeli ilişkiler içerisine girmiş olmasından korkuyorum. Bu, bir zamanlar radikal bir dünya görüşüne değgin olan feminist fikirlerin nasıl artan ölçüde bireyci terimlerle ifadelendirilir hâle geldiğini açıklayacaktır. Bir zamanlar kariyerizmi teşvik eden toplumu eleştiren feministler şimdi kadınlara “sınırları zorlamaları”nı[5] tavsiye ediyor. Bir zamanlar toplumsal dayanışmaya öncelik veren bir hareket, şimdi kadın girişimcileri kutluyor. Bir zamanlar “bakım” ve karşılıklı bağımlılığa değer veren bir perspektif, şimdi bireysel ilerleme ve liyakati teşvik ediyor. (…) İkinci dalga feminizm (savaş-sonrası devlet tarafından düzenlenen kapitalizmi) eleştirirken, (neoliberal kapitalizmin) odalığı oldu.”
Olan biteni (post-feminizmden farklı olarak) “neoliberal feminizm” terimiyle tanımlamak ise, Catherine Rottenberg’e düşecekti (Rottenberg 2018a). Kitabının yayınlanmasından önce kaleme aldığı, The Conversation’da yayınlanan bir yazısında şöyle diyor: “Son beş yılda, özellikle ABD ve Birleşik Krallık’ta feminizmin özel bir varyantının yükselişine tanık oluyoruz; eşitlik, haklar, adalet gibi toplumsal ideallerle bağlarını koparmış bir varyant bu. Ben buna toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kabullenmesi, ama eşzamanlı olarak yaşamlarımızı şekillendiren sosyoekonomik yapıları inkâr etmesi nedeniyle, (kendini bireysel kadınların ‘güçlenmesi’ ve ‘seçim’i üzerine odaklanan, ama feminizmi reddeden post-feminizmden ayırt etmek üzere) neoliberal feminizm diyorum.” (Rottenberg 2018b)
Özetle, neoliberal kapitalizm, “kamusal”ı tahrip edip yerine “bireysel başarı”, “yetenek”, “rekabet”, “performans” vb. kavramları (ve duyuş-düşünüş tarzlarını) ikame ederken, bir zamanlar muhalif olan hareketlerin (feminizm dâhil) bir kısmını da eklemlemeyi[6] başarabilmişti.
Bir “Başarı Öyküsü” mü?
Bir “başarı öyküsü” mü? Tam değil…
Kamusalın tahrip edilip yağmalanması, istihdamın deregülarizasyonu, sosyal güvenlik sistemlerinin özelleştirilmesi, vb. alt sınıflardan üst sınıflara gerçekleştirilen devasa transferler, göçmenler, etnik/dinsel azınlıklara yöneltilmekle sönümlenmesi zor tepkilere yol açacaktı: özellikle sınıf mücadeleleri geleneğinin hâlen diri olduğu Kuzey ülkelerinde. Dahası, küresel sermayenin kamusal kaynaklara çöreklenmesi, üretken sektörlerin Güney ülkelerine kaydırılması vb. işsizlerin saflarına milyonları ekleyecek, sosyal güvencelerin daraltılması yeni yoksulların basıncını arttıracaktı.
Ve neoliberallerin yardımına yeni-muhafazakârlar koştu… 1970’li yıllardan beri, özellikle ABD’deki “yeni sol” hareketlerin (özellikle feminizm ve LGBTI+), cinsel özgürleşme çağrılarının, ama aynı zamanda sosyal yardımların etnik azınlıklara doğru genişletilmesinin “aileyi tahrip ettiği”ni ve toplumda ahlâksal çöküntüye yol açtığını savunuyorlardı (Cooper 2017: 32). “Gevşek ahlâklı Afrika-Amerikalı (ya da Latin) kadınlar, bir sürü evlilik dışı çocuk doğurup sosyal yardımlarla asalak bir hayat sürdürürken, ve serseri erkekleri bu yardımlardan geçinip yan gelip yatarken, dürüst, çalışkan beyaz işçi sınıfının haklarını gasp ediyorlardı!”
Neoliberaller ve yeni-muhafazakârlar için “çözüm”, ortaktı: Ailenin, dolayısıyla da aile sorumluluklarının güçlendirilmesi! “Aile ilişkilerinin doğası ve biçimindeki değişimlere uyum sağlamaya sosyal muhafazakârlardan çok daha hazırlıklı olmalarına karşın, neoliberal iktisatçılar ve hukuk kuramcıları özel aileyi ekonomik güvenliğin birincil kaynağı ve refah devletine kapsayıcı bir alternatif olarak yeniden kurmayı arzulamaktadır. Amerikan sosyal yardım reformu son on yıllarda özel olarak evliliği teşvik ve sorumlu aile oluşumu üzerinde odaklanmışsa, bu neoliberallerle sosyal muhafazakârlar arasında süregiden işbirliği sayesinde olmuştur.” (Cooper 2017: 9) Sosyal güvenlik sistemlerinin daraltılmasının düşük gelirlilere yükleyeceği -yük, ancak güçlendirilmiş aileler eliyle hafifletilebilirdi. “Sorumlu” kocalar eşlerinin ve çocuklarının yükünü itirazsız üstlenecek, kadınlar çocukların ve yaşlıların bakımında asli rol oynayacak, böylece kaynaklar sermayeye aktarılırken sosyal dokunun dağılması da önlenmiş olacaktı. Bunun için “maneviyat” gerekliydi, onu da yeni-muhafazakârlar cömertçe sağlayabiliyordu[7]…
ABD’deki sosyal güvenlik sisteminin neoliberalleştirilmesi süreçlerini ayrıntılı biçimde irdeleyen Melinda Cooper (2017: 266), Demokrat ve Cumhuriyetçi yönetimlerin birbirinden teslim alarak sürdürdüğü, sistemin “ailelere” devrediliş politikasını ve bu konuda “iman-temelli” yaklaşım ve kurumların nasıl devreye sokulduğunu çarpıcı biçimde anlatır:
“PRWORA’nın[8] öngördüğü ahlâksal politika, kayda değer bir süreğenlikle birbirini izleyen Demokrat ve Cumhuriyetçi yönetimler tarafından sürdürülmüştür. George W. Bush Clinton’un başlattığı evlilik, sorumlu babalık, evlilik öncesi cinsel ilişkiden kaçınma eğitimi teşviklerini finanse etmeyi sürdürmekle kalmamış, bu gibi girişimlere yönelen fonları ikinci başkanlık döneminde üç katına çıkarmıştır. Federal düzlemde, hükümet bünyesindeki çeşitli iman-temelli ofisler sağlıklı evlilik ve sorumlu babalık programlarının yürütülmesiyle yakından ilgiliydi. Bu programlar, kimilerinin öngördüğü gibi Obama döneminde de yok olmadı. Aksine, Obama odağı sağlıklı evlilikten sorumlu babalığa doğru kaydırdı; bu alandaki fonları ikiye katlarken, siyah aile üzerinde odaklandı. Bush (…) beyaz Evanjeliklere uzanırken, Obama da ekonomik adalet konusunda belki ilerici, ama aile içerisindeki toplumsal cinsiyet ilişkileri konusunda sosyal tutucular olan siyahi kiliselere ulaşmaya çabaladı. İman-temelli örgütler devlet tarafından düzenlenen ahlâk politikalarının uygulanmasında vazgeçilmez bir rol üstlendiler.”
AKP Türkiyesi’nde Hâl ve Gidişat
Bu gelişmeler, Türkiye’ye yabancı değil… Farklı bir deyişle, AKP’nin Türkiyesi ve sosyal politikalar alanını da kapsayan anti-seküler yönelişleri bir istisna değil. Tersine, AKP hükümetlerinin başından bu yana sergilediği ve “aileyi güçlendirmeye dayanan sosyal politikaları” neoliberal-yeni-muhafazakâr sembiyozunun yetkin bir örneğini oluşturuyor.
Her ne kadar AKP politikalarını inceleyen toplumsal cinsiyet araştırmacıları arasında bu partinin “toplumsal cinsiyet” politikalarını iki döneme ayırma (1. AB’ye katılım perspektifinin ön plana çıktığı ve kadınlara yönelik söylemlerin daha “liberal” tınılar içerdiği ilk dönem ile, 2. İç ve dış politikaların sertleştiği, Batı’yla mesafenin belirginleştiği, siyasal İslâmcı söylemlerin ağırlık kazandığı vb., İslâmi referanslı bir muhafazakârlığın başat olduğu, kadınların ilk dönemde elde ettiği kazanımların çoğunun tasfiye edildiği “illiberal” dönem) eğilimi başatsa da, AKP’nin daha 2002’deki seçim bildirgesinde, kadınların rolü, “gelecek kuşakları yetiştirmek ve aile içinde mutluluğu sağlamak” olarak saptanmıştır. (Coşar & Yeğenoğlu 2012: 565) Kadın, AKP indinde başından bu yana, bir “aile varlığı”dır; “hakları”ndan çok, (aile içindeki) “görevleri”yle tanımlanır.
Ancak AKP’nin “aile saplantısı”nı salt partinin “antiseküler / Siyasal İslâmcı” yönelişiyle açıklamak, konuyu eksik okumak olacaktır. AKP, neoliberal yönelişle uyarlı olarak, aileyi kadın emeğinin ucuzlatılacağı, daraltılarak sermayeye yönlendirilecek olan sosyal politikaların maliyetinin ciro edilebileceği bir kurum olarak görmekte, örneğin ABD’deki mevkidaşlarından farklı değildir. Örneğin, AKP’li Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu (Baş) 2008’de TÜKONFED’in hazırladığı “İş Dünyasında Kadın” raporunun tartışıldığı toplantıda, kadın istihdamını geliştirmenin yolu olarak “esnek çalışma”yı savunmuş, dahası bu çalışma tarzının 9. Kalkınma Planı’nda yer alması için çabalamıştır. (Yarar 2020: 125)
AKP’nin daha başından itibaren ısrarla savunduğu kadınların (esnek çalışma ve informel sektör aracılığıyla) ucuz emek deposu olarak kullanılması ve sosyal güvenlik bütçelerinin daraltılmasından kaynaklanacak toplumsal şokları absorbe etmesi perspektifi, ancak “güçlü aile söylemi” çerçevesinde gerçeklenebilir. Esas “ekmek getirici”nin erkek olduğu, dolayısıyla da kadınların çalışmasının ikincil, arızî sayılacağı, düşük ücretli ve güvencesiz olmasının bu nedenle sıkıntı yaratmayacağı, ve sosyal güvenliğin daraltılmasından kaynaklanan sıkıntıların yine kadınların sırtından, bilabedel (ya da asgari bir maliyetle) çözümlenebileceği “güçlü” bir “aile”.
Böylelikle, “2002’den bu yana ‘etkinlik ve kârlılığı arttırma’ söylemleri altında ekonomik ilişkilerin yeniden yapılanması, istihdam piyasasının esnekleştirilmesi, sosyal yarım ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinin yanısıra, sosyal güvenlik ve sağlık sistemlerinin yapısal dönüşümü gerçekleştirilmektedir. (…) Ailenin toplumun, ulusal birliğin ve toplumsal refahın temel direği ilan edilmesi, bu dönüşümün önemli bir veçhesini oluşturur. Pek çok sosyal bakım hizmetinin asgari bir mali destekle aileye devredilmesi, son yılların yeğlenen bir yöntemi hâline geldi.” (Acar & Altunok, 2013: 18)
“Ailenin yüceltilmesi” bu nedenledir ki, AKP’nin son yıllarda giderek daha da obsesifleştiği bir tema hâline gelmiştir. İlgili bakanlıklardan (Aile ve Sosyal Hizmetler, Milli Eğitim, Çalışma ve Sosyal Güvenlik) Diyanet’e, tüm resmî yapılanmanın, ama en çok da “iman-temelli” sivil toplumun seferber edildiği bir “millî mesele”…
Toplumun muhafazakâr değerleri içselleştirecek şekilde dönüştürülmesi görevine 2000’li yıllardan itibaren her alanda pıtrak gibi çoğalacak “iman-temelli” sivil toplum örgütleri (daha doğrusu, GONGO’lar = hükümet kontrolü altındaki “sivil toplum” örgütleri) de seferber edilecekti: “İslâmî STÖ’ler neoliberal metalaşma ve piyasa hükümranlığının sosyo-ekonomik sonuçlarını yönetmeye uğraşır. Genellikle merkezi hükümet ajansları, özel sektör, yerel yöneticiler ve yardımdan yararlananlar arasında aracı işlevi görürler. Örgütler yerel cemaatlerin gereksinimlerini saptar, hak eden yoksulları seçer ve ayni yardımın dağıtımını yapar.” (Atalay 2017) Ancak, hiç kuşkusuz, tek işlevleri yardım dağıtmak değildir. Hemen tümü belirli cemaat ve/veya tarikatla iltisaklı olmakla, aynı zamanda ihtiyaç sahiplerinin ideolojik dönüşümünü de üstlenirler: “Örgütler tipik biçimde enformasyon politikalarına angaje olmakta, aile ve cemaate bağlılığı destekleyici cemaat düzlemli projeleri uygulamaya sokmaktadır. Dergi ve broşürler yayınlar, aile, toplumsallaşma ve medya okuryazarlığı konulu konferans ve atölyeler düzenlerler. Kadın örgütleri cemaatle bağları sıkılaştırmak için, çocuk ve yeni yetmeler için piknik, sanat ve kültür gezileri, kitap kulüpleri, çay davetleri ya da sinemaya gitmek gibi toplumsallaşma ve ahlâki eğitim projelerini sürdürür. Aile biriminin manevi refahını sağlamak kaygısıyla pek çok örgüt anne ve çocuklar için Kur’an ve ahlâki eğitim kursları örgütler. Diyanet İşleri’nin taşra teşkilatındaki “Aile İrşat Büroları” aracılığıyla yerel cemaatlere erişebilmek için yerel yönetimlerle düzenli bir işbirliği içindedirler. Örgütler Aile İrşat Büroları ile işbirliği hâlinde din, İslâmi evlilik koşulları, dindar bir haneyi yönetmek ve en önemlisi, iletişim becerileri üzerine konferans ve seminerler düzenler. (…) Yapısal sorunlara bireyselleşmiş ve manevi çözümler getirmekle, iman temelli örgütler girişimci, kendini geliştiren ve kendi toplumsal yeniden üretimlerinden sorumlu neoliberal yurttaşların biçimlendirilmesinde katkıda bulunur.” (Atalay 2017).
Adak (2021), İslâmi STÖ’ler üzerine dikkate değer çalışmasında, AKP iktidarı boyunca STÖ ve vakıf sayısında dikkate değer bir artış kaydedildiğine dikkat çekmekte (STÖ’ler: 2004’te 69 750’den 2021’de 121 081’e, vakıflar 2002’de 4 532’den 2021’de 5 586’ya) ve bu örgütlerin yardım dağıtma ve eğitsel çalışmalarının yanında, Onur Haftası ya da İstanbul Sözleşmesi karşıtı kampanyalarda etkin roller üstlenerek artan ölçüde “lobi” işlevi gerçekleştirdiğini vurgulamaktadır.
Bir kez daha altını çizeyim; AKP’nin (ve müttefiklerinin) muhafazakâr/İslâmcı söylemlerinin neoliberal kapitalizmle herhangi bir uyumsuzluğu söz konusu değildir, tersine bunlar, birbirini destekleyecek tarzda işlemekte, ve iktidar partisine dayanarak “pastadaki payları”nı hızla arttıran “Anadolu Kaplanları”nın kârlarının katlanmasında araçsal olmaktadır. Esnek, kayıtdışı, geçici, kanaatkâr ve “imanlı” kadın emeğinin ve evlerinde eserip beserip kotaran hamarat ev kadınlarının yükselişteki bu sermaye kesiminin katlanan kârlarındaki payı, bilebildiğim kadarıyla henüz hesaplanmış değil… Ama büyük bir yekûn tuttuğunu kestirmek de çok zor değil…
Sonuç olarak…
Buraya kadar değindiklerimi birkaç kalemde özetlemek gerekirse:
– 1970’li yıllarda üretim maliyetlerinin hızlı artışının tetiklediği krizi aşabilmek için neoliberal birikim modeline yönelen kapitalizm, bu modelle krizden çıkmayı başaramadığı gibi, gelir eşitsizliklerinin küresel ölçekte katlanması ve dizginsiz özelleştirme furyasının ağır insani maliyete yol açması gibi sonuçlarla karşı karşıya kaldı. Bir başka deyişle, mevcut kriz dinamikleri ağır bir “Uygarlık Krizi”ne evreldi.
– Neoliberalizmin (piyasanın serbestleşmesi” dışındaki her türlü “liberalizasyon/özgürleş(tir)me” vaadi, böylece çok kısa bir sürede boşa düşmüş oldu.
– Bu durum, din, milliyetçilik, maneviyatçılık, kültüralizm, ahlâkçılık, yerelcilik, gelenekçilik, ataerki vb. bir dizi “muğlak” değerden beslenen ve ideologların ve siyasetçilerin elinde terkibi gerekli görüldükçe değişikliğe uğratılan muhafazakârlığı devreye sokacaktı. Pek çok ülkede yeni sağın, giderek neo-faşist parti ve hareketlerin yükselişi biçimini alan bu görüngü, ana akım entelektüelleri ve akademik çevrelerde “neoliberalizm ile yeni-muhafazakârlığın ittifakı, kesişmesi, eklemlenmesi” vb. olarak okundu.
– Bu sav, liberalizm ile muhafazakârlığın ayrı “ideolojiler”, “rasyonaliteler” vb. olduğu ön kabulünü içermektedir. Kanımca bu ön kabul, neredeyse tüm 20. Yüzyıl boyunca sosyolojik düşünceye damgasını vuran “modernite/gelenek” dikotomisinden beslenmektedir.
– Oysa ne neoliberal kapitalizm ideologlarının kendisini tanımlamaktan haz ettiği gibi “liberal”dir ne de bizatihi “liberalizm” her sıkıştığı durumda muhafazakârlığın varyantlarına müracaat etmekten kaçınır.
Bu nedenledir ki, bu ikisini (özellikle kapitalizmin -hiç eksik olmayan- kriz dönemlerinde belirginleşecek tarzda) iç içe, birbirini besleyen, birbirine dönüşen görüngüler, belki de bir sembiyoz formu olarak ele almanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.
– Eski ya da yeni biçimleriyle liberalizm ile muhafazakârlık arasındaki bu sembiyoz hâlini en iyi kapitalizmin kadın “sorunu”nu çözümley(emey)iş tarzında izleyebiliriz. İdeologlarının ve giderek vasat entelektüellerinin standart anlatısına göre kapitalizm, kadını eğitim, istihdam, siyasal ve medeni haklar vb. sağlayarak “özel alan”a mahkûm olmaktan ve “ataerkil geleneklerin” elinden kurtarmıştır. Oysa yakından bakıldığında kazın ayağı hiç de öyle değildir. Devrim çağlarının sarsıntısını atlatır atlatmaz kapitalist sistem emekçileri ve kadınları “zapt-u rapt” altına almak için bir dizi önlemi devreye sokarken, kadınlar ne kazanmışlarsa, mücadele sonucu elde etmişlerdir. Dahası, kapitalizm, kadın işgücünü ucuz ve yedek konumunda tutmak, yeniden üretim faaliyetlerini düşük maliyetle kadınların sırtından yürütmek amacıyla, ataerkini “muhafaza”dan hiç vazgeçmemiştir. Kapitalizmin en “liberal” günlerinde dahi, kadınları birincil görevleri aileye yönelik olan, dolayısıyla da ikincil, ucuz işgücü deposu ve yeniden üretim süreçlerinin çoğunu “boğaz tokluğuna” karşılayacak uysal domestik işçiler olarak görmekten vazgeçmemiştir.
– Kapitalist sistemin bir türlü içinden çıkamadığı yapısal krizlerini aşabilmek için son “icadı” olan neoliberal yöneliş, geçmişteki sınıf mücadelelerinin kazanımlarını bir bir emekçilerin elinden alıp sermayeye transfer ederken, yarattığı yıkımı telafi edebilmek amacıyla bir kez daha ataerkine sarılacaktır. Özelleştirilerek toplumların büyük çoğunluğu için erişilmez hâle gelen hizmetler ailelere (dolayısıyla da kadınlara) ciro edilir. Yoksullaşmanın, yoksunlaşmanın, kamusalın tahribinin şokları, ancak tahkim edilmiş aile aracılığıyla absorbe edilebilecektir. Aile yeniden toparlanmalı, temelleri sağlamlaştırılmalı, güçlüklere göğüs gerebilir hâle gelmeli, eserip beserip kotarmalı, çocuklar için sıcak bir yuva, bakıma muhtaçların devası olabilmelidir – yeter ki sistemin, aç, açıkta, hastanesiz, okulsuz bıraktıkları, devletin kapısına dayanmasın.
– Ailenin “güçlendirilmesi” ise, bu konuya ayrılabilecek maddi kaynaklardan çok, “maneviyat gücü”yle gerçekleştirilebilecektir. Neoliberalizmin hizmetine koşulan yeni-muhafazakârların yaptığı tam da budur: dine, ahlâka, geleneklere, milli duygulara, velhasıl dağarcığındaki olanca hamaset bulamacına çağrı çıkartarak ailenin toparlanmasını, ve kadınların gevşeyen itikatlarının tahkimini sağlamak…
– Bu anlamıyla AKP Türkiyesi, neoliberalizm ile yeni-muhafazakârlık sembiyozu trend’inin yetkin bir örneği sayılabilir.
2 Ağustos 2023 21:53:34, Çeşme Köyü.
Yararlanılan Kaynaklar
Acar, Feride ve Gülbanu Altunok (2013). “The ‘politics of intimate’ at the intersection of neoliberalism and neo-conservatism in contemporary Turkey”, Women’s Studies International Forum 41: 14-23
Adak, Sevgi (2021). “Grassroots Familialism? NGO Mobilization and Neoconservatism in Contemporary Turkey.” European Journal of Turkish Studies, Social Sciences on Contemporary Turkey, 33. https://journals.openedition.org/ejts/7644. DOI: 10.4000/ejts.7644
Akgöz, Görkem (2016). “Mutsuz Evlilikten Tehlikeli Flörte: Feminizm, Neoliberalizm ve Toplumsal Hareketler”, Fe Dergi: Feminist Eleştiri Cilt 8, Sayı 2.
Atalay, Zeynep (2017). “Partners in Patriarchy: Faith-Based Organizations and Neoliberalism in Turkey”, Critical Sociology, 45(3), 431- 445. https://doi.org/10.1177/0896920517711488
Brown, Wendy (2006). “American Nightmare: Neoliberalism, Neoconservatism, and De-Democratization”, Political Theory, c. 34, sayı. 6 ss. 690-714 https://www.jstor.org/stable/20452506
Cooper, Melinda (2017). Family Values: Between Neoliberlism and the New Social Conservatism. Zone Books.
Coşar, Simten & Metin Yeğenoğlu (2011) “New Grounds for Patriarchy in Turkey? Gender Policy in the Age of AKP”, South European Society and Politics, 16:4, 555-573, DOI: 10.1080/13608746.2011.571919
Fraser, Nancy (2013). “How feminism became capitalism’s handmaiden – and how to reclaim it”, The Guardian, https://www.theguardian.com/commentisfree/2013/oct/14/feminism-capitalist-handmaiden-neoliberal
Ghodsee, Kristen R. (2023). “To Smash the Patriarchy, We Need to Get Specific About What It Means”, Jacobin, 09.06.2023, https://jacobin.com/2023/06/patriarchy-traditional-multigenerational-wealth-privilege-feminism
Giritlioğlu, Baran (2023). “Fikret Başkaya ile ‘Ahvâl-i Umûmiyye’ye’ Dair…”, http://ozguruniversite.org/2023/07/10/fikret-baskaya-ile-ahval-i-umumiyyeye-dair/
Langwallner, D. (2020), “Gradations of Evil: Neoliberalism and Neoconservatism”, Cassandra Voices, https://cassandravoices.com/history/gradations-of-evil-neoliberalism-and-neoconservatism/
Özbudun, Sibel (2018), “Ataerki Üzerine”, Evrensel – Ekmek ve Gül, 7 Temmuz 2018
– (2020), “Kapitalizm ve Ataerki Üzerine Notlar, Kaldıraç, sayı 232, ss. 92-97.
Rottenberg, Catherine (2018a). The Rise of Neoliberal Feminism, Oxford University Press.
– (2018b). “How neoliberalism colonized feminism – and what can you do about it.” The Conversation. https://theconversation.com/how-neoliberalism-colonised-feminism-and-what-you-can-do-about-it-94856
Yarar, Betül (2020). “Neoliberal-neoconservative feminisms imn Turkey: politicsi of female bodies/subjectivities and the Justice and Development Party’s Turn to authoritarianism”, New Perspectives on Turkey, 63:113-137
N O T L A R
[*] Sinan Araman-Fuat Ercan, Birleşik Çoğul Krizler- Sermayenin Egemenliğinden Yaşamın Yıkımına, SAV Yay., 2025… … içinde… Kaldıraç, No: 291, Ekim 2025…
[1] Cathy Bennett, “The Intersectionality of Patriarchy and Neoliberalism in Women’s Lives”
[2] “(…) neoliberal siyasal rasyonalite siyasal özgürlüğe ilişkin hiçbir içkin taahhüt içermez. Kendine bakabilme yetisine indirgenmiş yurttaşlık, ortak olana herhangi bir yönelimden yoksundur, dolayısıyla da aktif yurttaşlığa, zaten güçsüzleşmiş herhangi bir yatırımı ve zaten incelmiş bir kamusal yarar kavramını liberal demokratik değerler dizisinden siler. Ve hukuk taktiğe indirgenmiş ya da araçsallaştırılmış olduğu için, radikal biçimde değersizleşmeye uğramıştır; bu da askıya alınması ya da ilgasının koşullarını yaratmakta, Agamben’in Schmitt’e dayanarak sürekli bir “olağanüstü hâl” biçimindeki bir egemenlik olarak tanımladığı durumun taşlarını döşemektedir.” (Brown 2006: 695)
[3] Fikret Başkaya mevcut durumu, “kriz” terimindense, geri dönüşsüzlüğünü vurgulamak üzere, “çöküş” kavramıyla açıklıyor. (Giritlioğlu, 2023) Haksız mı?
[4] Bu konuda bkz. Özbudun 2018, 2020.
[5] Fraser’ın burada gönderme yaptığı ve “sınırları zorlamak” olarak Türkçeleştirilebilecek “Lean in” deyimi, Facebook Operasyon Direktörü Sheryl Sanberg’in 2013’de yayınlanan ve büyük popülarite kazanan, kadınlara iş yaşamlarında evde “başarılı” olmanın yollarını öneren kitabının başlığıdır.
[6] Feminizmin neoliberalizmle “tehlikeli flörtü”ne ilişkin kapsamlı ve eleştirel bir değerlendirme için bkz. Akgöz (2016).
[7] Cooper (2017: 269-310)
[8] PRWORA (The Personal Responsibility and Work Opportunity Reconciliation Act/ Kişisel Sorumluluk ile İstihdam Fırsatlarını Uzlaştırma Yasası): ABD’de Bill Clinton döneminde, 1996 yılında kabul edilen ve aileleri kendine-yeterli hâle getirerek sosyal güvenlik sistemi dışına çıkarmayı hedefleyen yasa.

























































