Makaleler

Published on Ekim 2nd, 2025

0

Hesaplar ve beklentiler arasında sürecin bir yılı | Yusuf Karadaş


İktidar ortağı Bahçeli’nin Mecliste DEM Parti’lilerle tokalaşması ve Öcalan’a yönelik çağrılarıyla başlayan Kürt sorunundaki son sürecin üzerinden bir yıl geçti. Ancak Öcalan’ın, Bahçeli’nin talebine yanıt vererek PKK’ye silah bırakma ve kendini feshetme çağrısını yapması ve PKK’nin de kongresini toplayarak bu yönde önemli adımlar atmasına rağmen geçen bir yıl içinde devlet ve iktidar cephesinden Mecliste ‘Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonunun oluşturulması dışında hiçbir somut adım atılmadı. Aksine Saray rejimi bu süreci ana muhalefet partisi CHP’ye yönelik operasyonlar başta olmak üzere toplumsal muhalefet üzerinde baskıları arttırarak iç siyaseti dizayn etmek için araçsallaştırıcı bir tutum izledi. Bu durum Mecliste oluşturulan komisyon üzerinden yaratılmak istenen beklentilere rağmen Kürt sorununun hak eşitliği temelinde çözümü ve demokratikleşme beklentisi içindeki geniş halk kesimleri arasında iktidara ve sürece dair ciddi bir güvensizlik yaratıyor.

Sürecin bir yılına dair bir muhasebe yapabilmek için öncelikle ülkedeki yönetimin bu süreci hangi gelişmeler sonrasında ve hangi hedefler doğrultusunda başlattığına dönüp bakmak gerekiyor.

Bahçeli, ülkedeki iktidar bloku adına yeni sürecin sözcülüğüne soyunurken “Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamalıyız” demişti. Bahçeli’ye bu sözü söyleten ve iktidarı yeni hamleler yapmaya zorlayan gelişmelerin başında İsrail’in bölgenin yeniden şekillenmesinde öne çıkması yer alıyordu. Bu nedenle Bahçeli’nin ardından Erdoğan da “İsrail tehdidi”nden söz açıp “İç cepheyi güçlendirme” çağrısını yapmıştı.

Daha sonra Öcalan’ın da “İsrail’in bölgeyi yeniden dizayn etmeye yönelik saldırılarından ve kendilerine yaptığı teklifler”den söz edip “Süreci Türk devleti ile yürütmeyi tercih ettiğini” söylemesi de bu gelişmeleri doğruluyordu.

Bu temelde ülkedeki iktidarın yeni süreçte öncelikli hedefi Kürt silahlı güçlerinin tasfiye edilmesi ya da SDG (Suriye Demokratik Güçleri) bakımından en azından kontrol altına alınması ve İsrail’in bu güçlerin varlığını; yayılma, kendine alan açma politikasının dayanağı haline getirmesinin önüne geçilmesiydi. Bu nedenle iktidar bu süreçte Kürt sorununu ağzına almadığı gibi Erdoğan bu sorunu çoktan çözdüklerini söylüyor ve sürece “terörsüz Türkiye” adın vererek asıl hedefin Kürt silahlı güçlerinin tasfiyesi ya da kontrol altına alınması olduğunu ortaya koyuyordu. Bu hedefe ulaşıldığı oranda kuşkusuz iktidarın kendi yayılmacı emelleri için de alan açılmış oluyordu.

Saray rejiminin “İç cepheyi güçlendirmek”ten ne anladığı da çok geçmeden ortaya çıkmıştı. Bahçeli ve Erdoğan’ın ardı sıra bu açıklamaları yaptığı günlerde CHP ve DEM Parti’nin oluşturdukları ‘kent uzlaşısı’ üzerinden Esenyurt Belediye Başkanı seçilen Ahmet Özer tutuklanarak belediyeye kayyım atanmıştı. Kent uzlaşısının “terörizm” suçlamasıyla hedefe konması rastlantı değildi; son yerel seçimlerde güç kaybı iyice belirginleşen Saray rejimi, muhalefeti bölüp etkisizleştirerek kendi bekasını güvenceye almak istiyordu. Bu amaçla Özer ve Esenyurt operasyonunu merkezinde İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı ve CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Ekrem İmamoğlu’nun olduğu ve bugün de devam eden operasyonlar takip etti. Elbette operasyonların hedefinde sadece CHP yoktu ve HDK’den (Halkların Demokratik Kongresi) gazetecilere, sendikacılardan gençlere ve aydın-sanatçılara kadar iktidarın politikalarına karşı duran bütün muhalif kesimler aynı baskı ve saldırıların hedefi oldu.

Böylece Erdoğan iktidarı, bugüne kadar süreci Kürtleri beklentiye sokup Kürt hareketini (DEM Parti) de süreci bozmama kaygısıyla kendisine karşı tutum alamaz hale getirmenin ve bu temelde kendi tetikçisi haline getirdiği yargı üzerinden iç siyaseti dizayn etmenin aracına dönüştürmeye çalıştı.

CHP ve DEM Parti’nin başını çektiği muhalefetin sürecin yasal dayanaklarının oluşturulması için Meclisin devreye girmesi çağrılarını yaptığı bir dönemde iktidarın süreçle ilgili tek somut adımı olan Meclis komisyonu kuruldu. Ancak muhalefet komisyon üzerinden demokratik uyum yasalarının hazırlanmasını isterken iktidarın hesabı yine başkaydı. Öncelikle her türlü demokratik hak ve hukukun askıya alındığı bir siyasal atmosferde bile iktidar, komisyonu iş birlikçi Kürt burjuvazisini de kullanarak en azından Kürtlerin belli kesimlerinde demokratikleşme ve çözüm beklentisini canlı tutmanın ve böylece siyasi dizayn operasyonlarının devam ettirilmesinin aracına dönüştürmek istiyordu.

İkinci olarak iktidar elbette “terörsüz Türkiye” hedefini gerçekleştirebilmek için de bu komisyona ihtiyaç duyuyordu. Burada “İktidar samimi değil” değerlendirmeleri ya da “iktidar samimi mi?​” sorusu bağlamında şunu söylemek gerekir ki; iktidar sorunu kendi çizdiği sınırlar içinde, dolayısıyla kendi bekasına ve temsil ettiği tekelci burjuva gericiliğin çıkarlarına hizmet edecek şekilde çözme konusunda ‘samimi’dir! Bu nedenle beklentilerin aksine komisyonla ilgili düzenlemeleri “Örgütün silah bırakması ve silah bırakanların topluma kazandırılması” çerçevesiyle sınırlamaya çalışmaktadır. En son Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un “Geçiş süreci hukukunun oluşturulması” açıklaması da bu çerçeveye işaret etmektedir.

Üçüncüsü, Saray rejiminin bu süreci anayasa değişikliğine ve bu temelde faşist rejim inşasına dayanak haline getirmek istediği de bir sır değil. Bahçeli başta, iktidar cephesinden yapılan bütün açıklamalar bu sürecin “başarısı”nı anayasa değişikliği ve Erdoğan’ın kalıcı başkanlığına bağlıyor. Ayrıca azınlık iktidarına dönüşmüş bir iktidarın çoğunlukta olduğu bir Meclisin anayasayı değiştirme meşruiyetini ne kadar taşıdığı bir tarafa bu değişikliklerde anayasanın temel ilkelerinin korunacağı açıklamalarıyla ana dilinde eğitim başta, Kürtlerin ulusal-demokratik taleplerine de daha baştan kapılar kapatılıyor.

Seçme ve seçilme hakkını yargıyı kullanarak ortadan kaldıran, yine yargı eliyle siyasi partilerin kongrelerine varana kadar müdahaleler yaparak siyaseti dizayn etmeye çalışan, valilerin bile her türlü demokratik eylemi yasaklama yetkisine sahip olduğu bir rejimde yapılacak düzenlemelerle silah bırakanların sosyal ve siyasal hayata dahil olabileceği beklentisi içinde olmak ne kadar gerçekçidir?

Amedspor’un formasındaki Kürtçe reklamı bile yasaklayanların Kürtlerin ana dilinde eğitim başta, ulusal-demokratik taleplerini karşılaması beklenebilir mi?

Kürtlerin sınırların ötesindeki kazanımlarını bile tehdit olarak gören ve bu nedenle SDG’yi ve Kürt özerk yönetimini yeni operasyon ile tehdit edenler ülkesindeki Kürtlerle barışabilir ve birlikte demokratik bir gelecek kurabilir mi?

Sorular çoğaltılabilir ama bu kadarı Kürt halkı ile ülkedeki demokrasi güçlerinin talep ve beklentileri ile iktidarın politikası arasındaki mesafeyi görmek/göstermek için yeterlidir.

Geçen bir yılın ardından şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İktidar, iş birlikçi Kürt burjuvazisini de yedekleyerek bu süreci bölgedeki yayılmacı emellerinin ve içeride de baskı rejimini kalıcılaştırmanın bir dayanağı haline getirmeye çalışıyor.

Kırk yıllık savaşta ağır bedeller ödeyen Kürt ve Türk halkları, her milliyetten işçi-emekçiler elbette savaş istemiyor. Ancak Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözümü ve demokratik barışçıl bir geleceğin kurulabilmesi için de bu süreci kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışan Saray rejimine karşı bu güçlerin birleşik-ortak mücadelesi dışında bir yol bulunmuyor.


Seçtiklerimiz. Yusuf Karadaş – Evrensel – 01.10.2025

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑