Makaleler

Published on Ağustos 10th, 2025

0

Gizleyerek barış mı gelir? | Hüseyin Şenol


Barış ve çözüm süreci, şeffaflık ve halkın katılımıyla yürütülmediği sürece gerçek bir toplumsal dönüşüm yaratamaz. DEM Parti, sosyalistler ve tüm demokratik güçler, “gizlilik” dayatmasına karşı çıkmalı…
Sömürgeci oligarşik Türk devletinin gizli işlerinin gizli şahidi olunmamalı!

Türkiye’nin en yakıcı meselelerinden biri olan Kürt sorunu yeniden “komisyon” başlığı altında gündemleştirilirken, “güvenlikçi” aklın yanına görünür biçimde bir de “kriminal” yaklaşım eklenmiş durumda. Barış iddiasıyla kurulan zemin, daha ilk adımda kapalı kapılar ardına taşındı; katılımcılar da buna razı edilmeye çalışılıyor. Oysa masaya oturan herkesin örgütüne, seçmenine, toplumun tamamına karşı açıklama borcu var. Bu borç, “devlet böyle uygun gördü” diyerek ödenemez. Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) adına katılanların parti organlarına ve seçmenlerine karşı bir gizlilik yemini etmesi isteniyorsa, bu halktan bilgi saklamak anlamına gelir ve halka karşı suçtur. Soru nettir: Komisyon kamuoyunun gazını alma görevi mi üstlendi, yoksa gerçekten çözüm mü üretecek?

Şeffaflık talebi ve kapalı kapılar

EMEP Milletvekili İskender Bayhan’ın işaret ettiği gibi, “komisyon çalışmalarında ara ara kapalı oturum yapılması” gerekçelendirilmiş olabilir ama bunun nasıl işletileceğine dair kamunun anlayacağı bir bilgilendirme yapılmadı. “Komisyonun bilgilenme toplantılarının halka açık olması, tutanaklarının ulaşılabilir olması” talebi, demokratik siyasetin asgari ölçüsüdür. Buna karşın Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, “Her toplantı değil ama bazı toplantılar gizli yapılacak” dedi; üyelere telefonsuz toplantı şartı getirilmesini istedi ve ilk buluşmanın basına sızmasından rahatsızlığını saklamadı. Daha baştan “gizli” bir süreç tasarlandığı ortada. Bakalım, önümüzdeki Salı günü, 12 Ağustos tarihinde gerçekleştirilecek üçüncü toplantı nasıl geçecek?

Fakat bir gerçeği kimse tersyüz edemez: 50–60 kişinin ve onların sayıları yüzleri hatta binleri bulan çevrelerinin bileceği bir şeyi halkın bilmemesinin hiçbir demokratik izahı yok. Parti temsilcileri kendi partilerine bilgi vermeyecek mi? Partisine bilgi veren, neden halkına vermez? Kamu adına konuşan herkes, önce kamuya hesap verir. “Gizlilik”, süreçleri kırılganlıktan koruyan bir kalkan değil, çoğu kez hesap vermezliğin örtüsüdür.

‘Gizlilik’ kararının siyaseti

Komisyonun ikinci toplantısında “tutanakların 10 yıl paylaşılmaması” kararı alındı. Bir de bu karar, İçişleri ve Savunma Bakanları ile MİT Başkanının katıldığı, yani toplum nezdinde “en çok suçla ve baskıyla anılan” üç kurumun gölgesinde verildi. “Gizlilik” zaten günler öncesinden “devlet aklı” tarafından kararlaştırılmıştı; toplantıda bir de “oy birliğiyle” onaylatıldı ki, görünüş kurtarılsın. Bu tablo, “barış” kelimesinin ağırlığıyla alay etmektir. Çünkü “barış”, gizli odalarda, tutanakları mühürlenmiş toplantılarda değil; halkın gözünün içine bakılarak, herkesin anlayacağı bir açıklıkla konuşulursa anlam kazanır.

Erdoğan’ın “bu adımlar devlet aklının gereğidir” sözünü de not düşelim. Doğrudur: Masada AKP-MHP değil yalnızca “oligarşik sömürgeci devlet” vardır. Zaten sorun da burada düğümlenir. Devlet aklının refleksi, müzakereyi bile denetim, toplumu ise hedef kitle olarak görmekten ibarettir. Bu, “konuşalım ama kayda geçmesin, geçerse de kimse okumasın” anlayışıdır.

2013–2015 ile bugünün farkı

Atılım Gazetesi’nin isabetle tarif ettiği gibi, bugün “Burjuva çözüm süreçlerinin yukarıdan aşağıya doğru işleyen siyasal mekaniği” ile karşı karşıyayız. Atılım’ın da altını çizdiği gibi; 2013–2015 arası, eksikleri ve zaaflarına rağmen toplumun geniş kesimlerinin konuşabildiği, sokakta karşılığını arayan bir iklim üretmişti. Bugünse tersine, kapalı devre bir siyasal işlem görüyoruz: Devletten topluma dayatılan, öznesi halk olmayan bir kalıp. “Yukarıda anlaşalım, aşağıda benim dediğim olsun” çizgisi, gerçek çözümün yöntemi olamaz.

Cezaevlerinde Kürtçe düşmanlığı sürerken

Sürecin öznesi olan cezaevlerinde, TUAY-DER Eşbaşkanı Yeter Erel Tuma’nın dediği gibi “Kürtçe konuşmanın dahi yasak olduğu” günlerden geçiyoruz. İnsanların aileleriyle anadilinde konuşmasının engellendiği, hasta tutsakların aylardır sevk beklediği, politik mahpusların disiplin cezalarıyla nefes alamaz hâle getirildiği bir yerde, “barış” kelimesi hangi vicdanda karşılık bulur? Belediyeleri seçilmiş başkanları içerideyken, kayyım tehdidi masadan kaldırılmamışken, “barış” sözcüğünün altı nasıl doldurulur? En azından şunlar derhal yapılmalı: Cezaevlerinde anadil yasağı kaldırılmalı, ağır hasta tutuklular serbest bırakılmalı, keyfî sürgün ve disiplin uygulamaları durdurulmalı, kayyım rejimi sona ermeli. Bu adımlar olmadan atılan her cümle, halka “sabredin” demekten öteye geçmez.

Hakikati saklamanın bedeli

Emekli Koramiral Atilla Kıyat’ın “1993–97 arasında faili meçhullerin devlet politikası olduğu” yönündeki itirafı, bu topraklarda hakikatin nasıl saklandığını gösteren çarpıcı bir örnektir. Bugün tutanakları 10 yıl mühürleyen zihniyet ile dün faili meçhulleri görünmez kılan zihniyet aynı afazi hâli sürdürür: “Konuşmayalım, konuşursak da kayda geçirmeyelim, unutturalım.” Oysa tam tersi gereklidir: Konuşalım, kayda geçirelim, herkes okusun. Hakikat, barışın ilk taşıdır; saklandığı her an, bir sonraki suça zemin döşenir.

DEM Parti ve sosyalistlerin sorumluluğu

Burada özellikle DEM Parti’nin ve sosyalist yapıların tutumuna dair açık konuşmak gerekir. “Komisyon gizli yapıyor, biz ne yapalım” diyerek ellerimizi yıkayamayız. Halkın yetki verdiği temsilciler, her oturumun ardından parti organlarını, bileşenleri ve kamuoyunu bilgilendirmek zorundadır. “Kapalı oturumların gerekleri” deniyorsa, o gereklerin kendisi tartışılmalı, kamuya izah edilmeli, olmazsa reddedilmelidir. Aksi, “gizlilik suçuna ortak olmak”tır. Sömürgeci Türk devletinin gizli işlerinin gizli şahidi olmayın!

Sosyalist hareketin bir kısmının içine düştüğü sessizlik ise kabul edilemez. Susarak barış olmaz. Ben eleştirerek destekliyorum; “eleştirinin paranteze alındığı” her süreç, sonunda halkın iradesini paranteze alır.

Muhalefetin ‘anayasa’ korkusu ve gündem oyunları

Muhalefetin “anayasa” tartışmasını zaman zaman bir korkuluk gibi kullanıp asıl gündemi ertelemesi, yeni değil. “Anayasa geliyor, kötü olacak” cümlesi, eğer somut bir toplumsal müzakereyle buluşmuyorsa, sadece gündem değiştirme tekniğidir. Oysa bugün ihtiyaç olan; hukuk zemininin demokratikleşmesiyle eşzamanlı, hakikat ve adalet mekanizmalarının kurulmasıdır.

Meclis’te DEM Parti üyelerinin yaptığı kapsamlı konuşmaların, “tutanak var ama halka yok” diye mühürlenmesi, bu açıdan ayrıca vahimdir. Komisyonda konuşulan her şey bilinmeli, tartışılmalı, eleştirilmeli; “duyan anlatsın” usulüyle değil, “herkes bilsin” ilkesine göre.

Medya, ‘zinde güçler’ ve manipülasyon

ETHA’daki  yazısında Cemil Aksu’nun Resmi TKP (RTKP) eleştirisinde belirttiği “zinde güçler ittifakı” arzusu, Türkiye solunun bir kesiminde tekrarlanan çizgidir: Ulusalcı refleksleri okşayarak bir “anti-AKP” cephesi kurmak ve oradan süreci baltalamak. Bu hat, manipülasyon ve demagojiye yaslanarak Kürt ulusal meselesini görünmez kılar; barışın toplumsal zeminini tahrip eder. Yurtsever basının kimi zaman kendi içindeki eleştirileri bile görmezden gelmesi, örneğin “Naom Chomsky: ‘Ulus-devletler dönemi aşılmadı, Kürtler bağımsızlaşmalı’” gibi bir söyleşinin gereğince tartışılmaması, bir eksikliktir. Ben de Kürdistan’ın bağımsızlığını savunuyorum; bu yolda özerkliğe de hayır demem. Bu fikri gizleyerek değil, herkesin duyacağı açıklıkta tartışarak güçlendirebiliriz.

Ulusalcı-ırkçı kalemlerin, her fırsatta Abdullah Öcalan üzerinden nefret güncellemesi yapması da bu iklimin parçasıdır. “Özgür Özel’den bile fırça yiyen” kimi isimlerin, tetikçilikle süslenmiş popülizmleri, barış fikrini kriminalize etme gayretinin medyadaki dilidir. Bu dil, sadece bugünü değil, yarını da zehirler.

İsmail Beşikçi, “Bir Aydın, Bir Örgüt ve Kürt Sorunu” adlı kitabında yer alan ve 1978’deki Türkiye Yazarlar Sendikası toplantısından aktarılan çarpıcı tartışmada, Aziz Nesin’in Kürt meselesine duyarsız ve devlet ideolojisiyle uyumlu bir tavır sergilediğini, Beşikçi ise bu tutumu sert bir eleştiriye tabi tuttu. “Sorumlu” vicdanın göstergesi olan bu metin, aydınların devletle ilişkilenme biçimlerini ve entelektüel sorumluluğu sorgulayan bir tarihi belge niteliği taşıyor.

Bu cepheyle de işimiz her zaman zor oldu ve olacak…

Komisyonun adı ve çerçevesi

TBMM’de “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” ilk toplantısını gerçekleştirdi. DEM Parti üyeleri Gülistan Kılıç Koçyiğit ve Meral Danış Beştaş, kapsamlı ve toplumsal barış ile demokratik dönüşüm vurgusu taşıyan konuşmalar yaptılar. Detaylı metinlere bakıldığında, bu konuşmaların sadece süreç açısından değil, barış söyleminin parlamenter zemine taşınması açısından da tarihi bir anlamı olduğu açıkça görülüyor.

Komisyon, çalışma usul ve esaslarına dair 12 maddelik bir taslak metnini oy birliğiyle kabul etti; metinde komisyonun amacı “terörün gündemden çıkarılması, toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesi, özgürlük, demokrasi ve hukuk devleti alanlarında çalışmalar yapılması” olarak tanımlandı

Komisyonun “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” olarak adlandırılması, “terörsüz Türkiye” gibi felakete açık bir tanımdan kuşkusuz daha iyidir. “Milli” kelimesi kulağa negatif gelebilir; onu tüm ulusları kapsayacak biçimde okumak mümkündür. Ama isimlerin iyimser çağrışımı yetmez; içerik, usul ve bileşim belirleyicidir. İçişleri-Savunma-MİT üçgeninin gölgesinde, kapalı oturumlarla yürüyen bir komisyon, adı ne olursa olsun halkın komisyonu değildir. Halkın komisyonu, halkın gözünün önünde çalışır.

Bu arada “Ülkemizin uçurumdan yuvarlanmasına izin vermeyeceğiz” başlıklı bildirinin imzacı listesiyle dolaşıma sokulan ulusalcı dalgaya da not düşelim: Bu, adı konmamış bir karşı süreç girişimidir. Lozancı nostaljiyi güncelleyerek toplumu hizaya çağırmanın modası geçeli çok oldu; halklar artık buna sığmaz.

‘Gizli yer’den barış çıkar mı?

Soruyu yüksek sesle soralım: “Gizli yerden ‘barış’ çıkar mı?” Cevap bellidir: Gizlilik güven değil, güvensizlik üretir. “Provokasyon olmasın” gerekçesi, kamusal denetimi ortadan kaldırıyorsa, provokasyonun bizzat davetiyesidir. Çünkü karanlıkta büyüyen her süreç, ilk sarsıntıda yıkılır. Şeffaflık ise riskleri azaltır, toplumu sürece ortak eder, manipülasyonu zorlaştırır. “Değerli dostum, böyle hassas bir konuda olmazı anlatmak değil, barış için çaba göstermek gerekir” diyen arkadaşıma verdiğim yanıtı yineleyeyim: Ben eleştirerek destekliyorum. Sessizliğin övdüğü barış, barış değildir.

Sömürgeci Türk devletinin gizli işlerinin gizli şahidi olmayın…

Avrupa Demokrat yazarlarından da olan duayen gazeteci-yazar Doğan Özgüden, Artı Gerçek’te bugün yayımlanan “Bizim kuşağın asla okuyamayacağı belgeler!” başlıklı yazısında tarihten de ders gibi örnekler vererek şöyle diyor: “Muhalefet partileri Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesini istiyorlarsa bu ‘kapalı oturum’ ve ‘tutanak gizleme’ despotluğuna bir an önce son vermelidir… Umarım ki, Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi için mücadele verdiklerini söyleyen muhalif partilerimiz, yarın iktidar olabilirlerse, bu utanç verici ‘kapalı oturumlar’ ve ‘tutanak yasakları’ uygulamasına son verirler, söyleyecekleri ne varsa, her vatandaşın bilgisayarların ve cep telefonlarının ekranlarından anında izleyebilecekleri şekilde açık seçik söylemek yürekliliğini gösterirler.”

Yapılması gerekenler

Bir: Tüm toplantılar halka açık ve kayıt altına alınmalı; canlı yayın mümkün değilse tutanaklar aynı gün yayımlanmalı. İki: Komisyon bileşimi genişletilmeli; insan hakları örgütleri, barolar, sendikalar, kadın örgütleri, ekoloji ve yerel inisiyatifler söz ve oy hakkıyla yer almalı. Üç: Cezaevlerinde anadil yasağı kalkmalı, hasta tutuklular serbest bırakılmalı, keyfî disiplin cezaları son bulmalı. Dört: Belediyelere kayyım tehdidi kaldırılmalı; seçilmişlerin görev güvenliği güvence altına alınmalı. Beş: Sınır ötesi operasyonlar ve şehir içi ablukalar dahil, çatışmasızlık hâlini kuracak bir izleme-teyit mekanizması, ulusal ve uluslararası gözlemcilerle birlikte çalışmalı. Altı: Hakikat, adalet ve yüzleşme başlığı, komisyonun gündemine “ayrı ve bağlayıcı” bir fasıl olarak girmeli; faili meçhuller, zorla kaybetmeler, işkence ve köy yakmaların dosyaları açılmalı. Yedi: Müzakerenin dili, “güvenlik”ten “hak” ve “eşit yurttaşlık”a çevrilmeli; yerinden yönetim, “ademi” merkeziyet ve kültürel haklar konuşmanın merkezine alınmalı.

Mazlum Abdi’nin “Ademi merkeziyetçi Suriye ile herkes kazanır” sözünde somutlaşan perspektif, yalnız Suriye için değil, bölgenin tamamı için geçerlidir: Merkeziyetçi ve tekçi devlet aklı, çoklu toplum gerçekliğine çarparak dağılır. Türkiye de bu gerçeğin dışına çıkamaz.

İnadına açıklık, inadına barış

Koçyiğit’in Komisyon şeffaf olmalı ve toplum bilgilendirilmeli” sözü yerindedir. Ama aynı talep DEM Parti’nin kendi pratikleri için de geçerlidir. “Biz de öğreniyoruz” deniyorsa, o öğrenme sürecinin bilgisi de şeffaf olmalıdır. Sosyalist yapıların bir kısmının sessizliğe bürünmesi, en hafif ifadeyle stratejik bir hatadır. Kimse kendini kandırmasın; diğer sömürge halklar gibi Kürt halkı da, PKK’li ya da PKK’siz, özerklik ve bağımsızlık yolundan dönmeyecektir. Devlet çocuk oyuncağı değildir; böylesi bir konuyu sadece AKP’nin ömrünü uzatmak için gündeme taşımaz. Tam da bu yüzden mesele, “devlet aklının gereği”ne bırakılmayacak kadar hayati ve halkın denetimine emanet edilecek kadar değerlidir.

Ben bu satırları, “olmazı anlatarak” değil, “olur”un yolunu açmaya çalışarak yazıyorum. Eleştirerek destekliyorum; çünkü eleştirinin olmadığı yerde hakikat ölür, hakikatin olmadığı yerde barış olmaz. Barış, gizli odalarda mühürlenen tutanaklarla değil, meydanlarda, sokaklarda, evlerde, cezaevi görüş kabinlerinde, belediye binalarında, kısacası hayatın her alanında büyür.

Şiarımız yine de ve her zaman: “İnadına barış”


Hüseyin Şenol – 10.08.2025

Tags: , , , , , , , , , , , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑