Makaleler

Published on Kasım 9th, 2025

0

Faşizmin gecesi bitmedi | Hüseyin Şenol


Bu gece, pogrom gecesi… 1938’de henüz savaş ilan edilmemişti. Bu katliam girişimi, Almanya halkını yaklaşan savaşa mobilize etmenin de bir provasıydı. Naziler bunda ne yazık ki başarılı oldular…
“Barış”, Kürt ve tüm halklara, inançlara karşı uygulanan pogromların da hesabını sormalı…

87 yıl önce Almanya’da gerçekleştirilen Pogrom Gecesi, bir soykırımın ilk adımıydı. Ama orada kalmadı. Bugün farklı biçimlerde, farklı hedeflerde, devletlerin politikalarında ve toplumların suskunluğunda hâlâ sürüyor.

9 Kasım 1938’i 10 Kasım’a bağlayan gece, Nazi Almanyası’nda sadece camlar değil insanlık da kırıldı. Yahudi halkına yönelik yıllardır tırmandırılan nefret, o gece organize bir devlet terörüyle doruğa ulaştı. Gestapo şefi Heinrich Müller’in doğrudan emriyle SS ve SA birlikleri Almanya ve Avusturya’da binlerce sinagoga, işyerine ve Yahudi evine saldırdı. 7.500’ü aşkın dükkân yağmalandı, 267 sinagog yakıldı, 26 bin kişi toplama kamplarına gönderildi. Sadece o gece 400 kişi öldürüldü ya da intihara zorlandı. Bir hafta içinde sayı 800’e ulaştı.

Naziler bu gecenin adını, kırılan camların parıltısından esinle “Kristal Gece” koydular. Ama bu adlandırma, işlenen vahşeti estetize etme çabasıydı. Bir hakaret, bir aşağılama biçimiydi. Çünkü ortada bir “kristal zarafeti” değil, organize bir pogrom vardı.

Almanya’daki ilerici çevreler bu nedenle 1938’in 9 Kasım’ını yıllardır “Pogrom Gecesi” olarak anıyor. Bu doğru bir isimlendirmedir. Zira pogrom, yalnızca şiddet değil, sistemli bir imha siyasetidir. O geceyle birlikte Almanya’daki Yahudi halkının yok sayılması süreci fiilen başlatılmıştır. Toplama kamplarına giden yollar bu gecenin küllerinden yükselmiştir.

Irkçılık bir gecelik değildir

Pogrom Gecesi’nin zemini bir gecede oluşmadı. Adolf Hitler’in 1933’te iktidara gelişiyle birlikte, önce komünistler, sonra sosyal demokratlar, ardından Yahudiler, Romanlar, engelliler, LGBTİ+ bireyler ve diğer muhalif topluluklar hedef alındı. Her bastırılan grup, bir sonrakine sessizlikle zemin hazırladı.

9 Kasım 1938, bu baskı zincirinin yalnızca bir halkasıydı. Aynı zamanda halkın savaşa hazırlanmasının da provasıydı. Henüz II. Dünya Savaşı resmen başlamamıştı ama Naziler, iç düşman yaratarak halkı bir “temizliğe” ikna etmek istiyordu. Bu geceyle birlikte antisemitizm, yalnızca bir fikir değil, kitlesel bir harekete dönüştürüldü.

Irkçılık bir gecelik değildir. Devletin diliyle, medyanın söylemiyle, okullarda öğretilen tarih anlatısıyla, polis şiddetiyle, yargı kararlarıyla yeniden ve yeniden üretilir. Pogromlar bir anda ortaya çıkmaz; yıllar süren nefretin sonucudur.

Pogromların çağdaş biçimleri

2025 yılındayız. Aradan 87 yıl geçti. Peki pogromlar sona mı erdi?

Hayır. Biçim değiştirdiler. Hedef değiştirdiler. Ama aynı nefret, aynı dışlama, aynı şiddet dili sürüyor.

Almanya’da, faşist “Almanya için Alternatif” (AfD) partisi bugün birçok eyalette yüzde 25’in üzerinde oy alıyor. Almanya genelinde ve bazı yerlerde ikinci parti konumunda. AfD’nin seçim programında göçmenlerin sınır dışı edilmesi, İslam’ın kamusal alandan silinmesi, kültürel asimilasyon dayatması gibi açıkça ırkçı maddeler bulunuyor. Sinagoglara yönelik saldırılar artıyor. Yahudi mezarlıkları tahrip ediliyor. Mülteci yurtları ateşe veriliyor. Ve bu saldırıların pek çoğu cezasız kalıyor.

Aynı zamanda antisemitizm, Filistin meselesi üzerinden yeniden şekilleniyor. İsrail devletinin Gazze’deki katliamları eleştirildiğinde bile insanlar antisemitik olmakla suçlanabiliyor. Böylece gerçek antisemitizmle mücadele yerini susturma aracına bırakıyor.

Ancak asıl tehlike, ırkçılığın normalleşmesi. Sokakta, okulda, üniversitede, sağlıkta, her alanda göçmen karşıtı politikalar gündelik hayatın bir parçası haline getiriliyor. Alman polisi ve ordusu içinde ırkçı yapılanmalar açığa çıkıyor ama dosyalar hızla kapatılıyor. Faşizmin sızdığı her yerde bir sessizlik hâkim.

Ve bu sessizlik yalnızca antisemitizmin değil, bugün Filistin halkına karşı uygulanan siyonist devlet terörünün ve ona tepki adı altında örgütlenen Hamas, Hizbullah gibi İslamofaşist hareketlerin barbarlığına karşı da aynı şekilde kırılmalıdır. Irkçılığa karşı mücadele, yalnızca geçmişin soykırımcılarını değil, bugünün halk düşmanı güçlerini de mahkûm etmeyi gerektirir.

Türkiye’de pogrom zihniyeti

Türkiye’de de pogrom zihniyeti güçlü biçimde sürüyor. Bu kez hedef Yahudiler değil, Kürtler, Aleviler, göçmenler, muhalifler.

Kürt halkına yönelik yürütülen kayyum siyaseti, DEM Partili belediyelerin gasp edilmesi, milletvekillerinin tutuklanması ve siyasal alanın daraltılması doğrudan bir “siyasi pogrom” örneğidir. Roboskî, Cizre bodrumları, Suruç, Ankara Garı, Hrant Dink cinayeti gibi olaylar hâlâ aydınlatılmadı. Çünkü devletin kendisi sorumlu.

Alevi köylerine yapılan saldırılar, ev işaretlemeleri, göçmenlere yönelik linç kampanyaları da bu zihniyetin parçası. LGBTİ+ bireyler her gün hedef gösteriliyor, kadınlar “makbul annelik” dışında her türlü rol nedeniyle baskı görüyor.

Devletin diliyle, medyanın manşetleriyle, yargının kararlarıyla desteklenen bu baskı dalgası, Türkiye’de de Pogrom Gecesi’ni andıran bir düzen yaratıyor. Camlar değil ama umutlar kırılıyor. Evler yakılmıyor ama yaşamlar yok ediliyor.

Susanlar da sorumludur

Nazi döneminde milyonlarca insan komşusuna sahip çıkmadı. Sessiz kaldı. Göz yumdu. Görmezden geldi. Bu yüzden Holokost mümkün oldu. Bu yüzden her yeni saldırı bir öncekinden daha kolay gerçekleşti.

Bugün de benzer bir suskunluk var. Göçmen bir çocuk okulda dışlandığında ses çıkarmayan öğretmen, ırkçı saldırıya uğrayan komşusuna sırt çeviren yurttaş, baskıya uğrayan gazeteciyi yalnız bırakan medya — hepsi bu düzenin birer parçasıdır.

Martin Niemöller’in şu sözleri bugün hâlâ geçerliliğini koruyor:

Önce komünistleri götürdüler, sesimi çıkarmadım;
– Çünkü komünist değildim.

Sonra sosyal demokratları götürdüler, sesimi çıkarmadım;
– Çünkü sosyal demokrat değildim.

Sonra sendikacıları götürdüler, sesimi çıkarmadım;
– Çünkü sendikacı değildim.

Sonra Yahudileri götürdüler, sesimi çıkarmadım;
– Çünkü Yahudi değildim.

Sonra beni almaya geldiler –
Benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı…

Sessizlik, faşizmin en büyük müttefikidir.

Onurlu barış, hesaplaşmasız olmaz

Bugünlerde adına “barış” denilen yeni bir süreçten söz ediliyor. Evet, onurlu ve gururlu bir barış halkların en meşru talebidir. Ancak tarihsel yüzleşme olmadan, hakikat açıklığa kavuşmadan, inkâr ve imha politikalarının failleri yargılanmadan barış sadece suskun bir uzlaşma olur. Hesap sorulmadan kurulan barış, egemenin belirlediği sınırlar içinde bir “itaat sözleşmesi”ne dönüşür. Gerçek barış; halkların hafızasına, acılarına ve iradesine saygı göstererek, eşitlikçi bir zemin üzerinde yükselebilir.

Gerçek barış; halkların hafızasına, acılarına ve iradesine saygı göstererek, eşitlikçi bir zemin üzerinde yükselebilir.

“Barış”, Kürt ve tüm halklara, inançlara, toplumun tüm kesimlerine karşı uygulanan pogromların da hesabını sormalı…

Ne var ki, barış arayışı adına faşist geleneklerle sembolik uzlaşma çağrıları yükseliyor. Selahattin Demirtaş’ın “kardeşlik hukuku” eksenli yaklaşımı ve “Liderler ve komisyon üyeleri Türkeş’in, Menderes’in ve Anıtkabir’in önünde buluşmalıydı” önerisi bu anlamda son derece sorunludur. Nazilerin mezarlarına çiçek bırakmak neyse, Türkeş’in anıt mezarını barışın adresi gibi göstermek de odur. Sosyalistler, hayatı insanlığa karşı suçlarla geçmiş faşistlerin mezarlarını ziyaret etmez. Hitler’in, Mussolini’nin, Franco’nun ve onların Türkiye’deki karşılığı olan Alparslan Türkeş’in anısı da mezarı da lanetlenmelidir. Bu anıt mezarların yerleri dahi bilinmez kılınmalı, şov alanına çevrilmelerine asla izin verilmemelidir. Barış, katillerin ruhuna Fatiha okunarak değil; kurbanların adalet talebiyle mümkündür.

Kendisini dokuz yıldır tutsak edenlere, sırf bugün “bırakılsın” dedikleri için teşekkür etmek; üstelik bu teşekkürü doğrudan Bahçeli gibi ırkçı-faşist bir figüre yöneltmek, politik bilinç açısından ağır bir zaaftır. Eleştirel dayanışma bir kenara bırakılarak, hafıza ve hesaplaşma bilinci silikleştirilmemelidir. Bu tutum, ne Demirtaş’ın özgürlüğüne katkı sunar, ne de barışı sahici kılar.

Demirtaş’ın t24’teki son yazısında kullandığı “kardeşlik hukuku” dili, iyi niyetli bir çağrı gibi görünse de devletin tarihsel sürekliliğini ve sömürgeci karakterini göz ardı etmektedir. Kürt meselesi bir “yanlış anlaşılma” değil, yapısal bir tahakküm sorunudur. Sadece duygusal bağlamlarla tariflenemez. “Silahın değil kardeşliğin konuşması” önerisi, silaha neden başvurulduğuna dair tarihsel bağlamı görünmez kılar. Bu, liberal iyimserliğin tehlikeli bir biçimidir. Hele ki bu barış önerisine, Ahmet Türk’ün “Mustafa Kemal dışında devletin en etkili ismi Erdoğan oldu” övgüsü eklendiğinde, barış süreci halkların lehine değil, egemenin tahakkümünü tahkim eden bir zemine dönüşür. Ahmet Türk’ün sürekli olarak faşist liderleri yücelten bu dili, halkların mücadelesini gölgelemektedir. Bu dilin karşısında net bir tutum almak, barışın onuru ve halkların hafızası için zorunludur.

Ama tüm bu eleştirilerime rağmen, ben inadına barış diyorum. Barışı, geçmişle yüzleşmeyi dışlayan arayışlara mesafemi koruyarak; halkların hakikatini, hafızasını ve onurunu merkeze alarak savunuyorum. Dayanışmamız eleştireldir; çünkü sahici bir barış, ancak hesaplaşmadan geçerek mümkündür.
Aksi hâlde, barış adı altında sürekli olarak halkların hafızası çiğnenir, faşist figürlerin gölgesi meşrulaştırılır. Nitekim dünkü Amedspor-Hatayspor maçında, futbolcular “Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’e saygı, özlem ve minnetle” pankartıyla sahaya çıktı. Eğer “ileri gelenlerimiz” soykırımcı, ırkçı ve faşist liderlere övgüler yağdırmaya devam ederse, sokakta, sahada, tribünde bu zihniyetin tekrarını görmemek mümkün değildir.

Pogromlara karşı dayanışma

…1938’de henüz savaş ilan edilmemişti. Bu katliam girişimi, Almanya halkını yaklaşan savaşa mobilize etmenin de bir provasıydı. Naziler bunda ne yazık ki başarılı oldular…

9 Kasım sadece bir matem günü değildir. Direnişin, dayanışmanın, mücadele çağrısının günüdür. Pogrom Gecesi’ni hatırlamak, sadece geçmişin utancını değil, bugünün sorumluluğunu da taşımaktır.

Berlin’de mülteci yurtlarını savunanları, İstanbul’da kayyumlara karşı enternasyonalist yürüyüşçüleri, Paris’te Filistin için sokağa çıkanları, Tahran’da özgürlük isteyen kadınları, Diyarbakır’da barış diyen anneleri, hepsini selamlıyorum.

Bugün faşizme karşı susmayan, sokakta, fabrikada, okulda direnen herkesi saygıyla anıyorum. Çünkü faşizme karşı mücadele yalnızca tarih bilinciyle değil, eylemle mümkündür.

Faşizmin gecesi bitmedi. Ama mücadele de sürüyor.


Hüseyin Şenol – 09.11.2025

Tags: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑