Makaleler

Published on Aralık 9th, 2025

0

“Demokratik Toplum Sosyalizmi”nin eleştirisi | İnan Özgür


Yazar İnan Özgür soruyor: Devleti hedeflemeyen bir sosyalizm anlayışıyla kapitalist düzene karşı köklü bir dönüşüm mümkün mü?

Yeni Politik Rotanın Teorizasyonu

“Barış Ve Demokratik Toplum Manifestosu”nda Abdullah Öcalan Kürt ulusal demokratik hareketinin yeni programının köşe taşlarını ortaya koydu. “Demokratik toplum sosyalizmi” olarak kavramlaştırılan yeni programatik amaç, bilindiği gibi, PKK 12. Kongresi’nde resmen kabul edilmişti.

Demokratik toplum sosyalizmi görüşünün Manifesto’da vurgulanan en temel özellikleri üç maddede özetlenebilir:

1) İktidarcı değildir, yeni bir ulus-devlet kurmayı amaçlamaz. Mevcut devleti yıkmayı değil, dönüştürmeyi hedefler. Demokratik siyaseti ve hukuku, demokratik uzlaşmayı temel alır.

2) Toplumun demokratik komünler birliği olarak örgütlenmesine dayanır. Toplumsal yaşam ve kültür, siyaset ve iktisat komünler temelinde gelişir.

3) Ulus-devletin yerine demokratik ulusu, kapitalizmin yerine komünü, endüstriyalizmin yerine eko-ekonomiyi koyar.

Manifesto’da ilk bakışta, Kürt ulusal demokratik hareketinin programatik amacının sosyalizm iddiasını içererek genişletildiği göze çarpar. Fakat amaçtaki kritik değişim burada değil, Kürt ulusal sorununun çözüm çerçevesinin daraltılmasındadır. Ulusal demokratik talepler sınırlandırılmış ve Kürtler için herhangi bir ulusal statü kazanma çıtasının altına çekilmiş, ulusal sorunun çözümü “demokratik toplum” genellemesine bağlanmıştır. Programın ağırlık merkezinin ulusal olandan toplumsal olana kaydırılması ve amacın da demokratik toplum sosyalizmine genişletilmesi ulusal sorunun çözüm çerçevesindeki daraltmayı ikame etme işlevselliğindedir. Bu bakımdan demokratik toplum sosyalizmi, Kürt ulusal demokratik hareketinin sömürgeci faşist şeflik rejimiyle girdiği uzlaşı sürecine özgü bir ideolojik, teorik ve programatik pozisyona tekabül etmektedir. Kürt ulusal demokratik hareketinin önderi Öcalan, hareketin politik varoluşunu ve mücadele amacını, Türk burjuva devlet düzenince kabul edilebilir bir içerikte yeniden tanımlama ve anlamlandırma yönelimindedir.

Demek ki, Öcalan için belirleyici olan, Türk burjuva devletiyle uzlaşma sürecini sonuçlandırmayla bağlı politik rotadır. Demokratik toplum sosyalizmi görüşü ise bu yeni politik rotaya bütünsel bir teorik ve programatik karakter kazandırmak için devrededir.

Tarih Ve Toplum Çözümlemelerinde Sübjektivizm

Öcalan demokratik toplum sosyalizmi görüşünü sadece Kürdistan çözümlemeleriyle değil, dünyasal tarih ve toplum çözümlemeleriyle temellendirir. Bu çözümlemelerde anarşizmin, postmarksizmin ve postmodernizmin izleri boydan boya sürülebilir. Bakunin’den Kropotkin’e, Murray Bookchin’den John Holloway’e değin anarşizmin tarihsel ve güncel sözcülerince geliştirilmiş argümanlar bilhassa etkilidir.

Manifesto’ya göre, “tarih bir sınıf savaşımı tarihi değil; bir devlet ve komün çatışmasından ibarettir”. Tarih ve toplum çözümlemelerindeki bu en önemli tez demokratik toplum sosyalizmi görüşünün esas teorik dayanağıdır. Zira bu tezden hareketle Öcalan, “güncel sosyalizmi sınıf diktatörlüğüne dayalı bir komünizm değil de, devlet ve komünalite ilişkilerini düzenleyen bir kavram setine dayandırmak istiyorum” der.

Hemen söyleyelim: Kapitalizm öncesi toplumlarda köleler ile köleciler, plebler ve patrisyenler, serfler ile derebeyleri, köylüler ile aristokratlar arasındaki, kapitalist toplumdaysa proletarya ile burjuvazi arasındaki savaşımları önemsizleştirmek, adeta yok saymak tamamen keyfi bir tarih okumasıdır. Öyle ki Manifesto’da, sınıf savaşımlarının tarihsel rolü reddedilirken, antik tarihte farklı sınıfların mevcut olup olmadığına, hatta modern toplumda ücretli işçilerin bir sınıf oluşturup oluşturmadığına dair kuşkulu ifadeler de yer alır. Ama böyle bir öznelcilik ve keyfilikle tarih anlayışının birkaç asır önceki seviyesine düşmek kaçınılmazdır.

Toplumsal üretimde birbirinden farklı yerler tutan, üretim araçları karşısındaki konumlarıyla birbirinden ayrışan, devletle ilişkilerinin muhtevası birbirinden farklı olan, dolayısıyla yaşamlarını sürdürmelerinin koşulları da birbirinden farklılaşan insan gruplarının temel toplumsal sınıfları ya da bu temel sınıflar arasına yerleşen toplumsal tabakaları meydana getirdikleri gerçeği burada uzun uzadıya bir izahat gerektirmiyor. Birbiriyle çelişkili sınıflar oluşturan bu insan grupları arasındaki ekonomik, politik ve ideolojik mücadelelerin toplumların bütün şekillenişine nasıl silinmez bir damga vurduğuysa, Marx’tan epey önce, en azından üç asırdır gözler önüne serilmiş bulunuyor. Asgari bilimsellik sorumluluğu gösterilmeyip bu tarihsel veriler toplamına sırt çevrilse de, o olduğu yerde durmaya devam ediyor.

Tarihte sınıflar belirsiz, sınıf savaşımları önemsiz, devlet de sınıf aidiyetsiz! Peki ne var tarihte? Kastik katil sistemi ve ona karşı direnen komün düzeni var!

Öcalan, kadını tahakküm altına alıp eşitlikçi anayanlı toplumun sonunu getiren avcı erkekler kulübünü “kastik katil” olarak adlandırır. Başlangıçta tarihsel ve toplumsal bir gerçekliğe temas eden çözümleme, kastik katil tarih boyunca var olmuş tüm egemen sınıfların yerini aldığında ve tarihteki tüm devletleri sınıfsal karakterlerinden soyundurduğunda, dahası kapitalist egemenler bile sermaye sınıfı olmaktan çıkarılıp kastik katil topluluğu yapıldığında, objektifliğini ve gerçekçiliğini tamamen yitirir. Manifesto’da kastik katil adlandırması idealist bir tarih okumasının anakronik kavramıdır. Sınıfsal sömürü ilişkilerini muğlaklaştırmaktan, sömüren ve ezen sınıfları soyutlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Ataerkinin sınıflı toplumlara, bilhassa kapitalist topluma nasıl içselleştiğinin kayda değer bir açıklamasını da yapamaz.

Öcalan’ın kastik katille çatışma içerisinde tarif ettiği komün elbette tarihsel bir olgudur. Üretim araçlarının ortak mülk olduğu, ürünün topluluk içinde paylaşıldığı, içsel sınıf ayrılıklarının henüz gelişmediği komünler kapitalizm öncesi sınıflı ve devletli zamanlarda yaygın insan topluluklarıydı. Fakat bu komünlerin hiçbiri, ister göçebe kabilelerin üretim ve yaşam biçimi, ister Roma imparatorluğu topraklarındaki özgür köylülerin birliği, ister Rus çarlığındaki bağımlı köylülerin kendi aralarındaki köy ilişkisi, isterse Alamut veya Bedrettin, Spartaküs veya Münzer gibi isyan hareketlerinin toplumsal-siyasal örgütlenmesi olsun, sınıflar arası çelişkilerin ve mücadelelerin dışında değildi. Kimi köleci ya da feodal sınıf devletleriyle savaşa tutuşan istilacı komünal kavimlerdi, kimi egemen sınıfların sömürüsüne ve zulmüne başkaldıran emekçi ve ezilen sınıfların komünleşmiş bölükleriydi, daha yaygın haliyle de bağımlı olan veya olmayan, henüz iç sınıfsal farklılaşmaya uğramamış geniş köylülük sınıfının yerel parçalarıydı. Ortaçağ’da feodal zalimliğin sürekli hedefindeydiler, kalan komünlerin sonu da sermayenin kıyıcı ve çözücü yayılışıyla oldu.

Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi, siyasi hayatının ilerleyen yıllarında oportünist politikaya dayanak kılınmak üzere bizzat Kıvılcımlı tarafından bozulmaya uğratılması bir yana, marksist materyalist tarih anlayışı zemininde durarak ve kapitalizm öncesi sınıflı toplumların gelişme ve değişme dinamiklerine yoğunlaşarak, medeniyet ile komün arasındaki çelişki ve çatışma tarihinin özgün bir çözümlemesini yapmıştır. Buna karşılık, Abdullah Öcalan’ın tarih çözümlemelerinde komün aslında tarih dışı niteliktedir, toplumun sınıfsallaşmasından azadedir. Sömürülenlerin ve ezilenlerin sınıfsal mücadeleleri onların kastik katil sistemi karşısındaki komünal varoluşlarına indirgenir.

Devamla Öcalan, modernitenin doğumunu ve gelişimini de sınıfsızlaştırır. Buna göre, feodalizm çözülürken sermaye ilişkilerinin serpilmesi, sermaye üretiminin bilimde ve teknikte sıçramayı, kültürde, sanatta ve dinde değişmeyi hazırlayışı modernitenin gelişiminde içsel etmenler değildir. Ve kapitalizm bir nevi dışsal etmen olarak devreye girmiş, modernitenin içini boşaltmıştır. Modernitenin kapitalizmle tarihsel özdeşliğini böylece inkar eden Manifesto, demokratik modernite perspektifini ortaya koyar.

Öcalan’ın sözleriyle, demokratik modernitede, “kapitalizmin ulus-devletine karşı demokratik ulus; kapitalizmin korkunç yok edici gücüne karşı tekrar komünaliteye dönüş -ki burada burjuva ve proletarya ayrımı yok-; endüstriyalizme karşı da ‘eko-endüstri’ kavramı önem taşıyor.” Nihayetinde demokratik toplum sosyalizmi amacı, tarih ve toplum çözümlemelerinde bir toplumun yapısını belirleyen temel sınıfsal ayrışmaları ve çelişkileri göz ardı etmekle, tarihte sınıf savaşımlarının rolünü reddetmekle, devlet iktidarını gerçek sınıfsal karakterinden kopartmakla alınan sübjektivist teorik yoldan sonra, demokratik modernite perspektifinin içine yerleştiriliyor.

Devleti Hedeflemeyen Sosyalizm

Demokratik toplum sosyalizmi görüşünün iki alameti farikasından biri, demokratik nitelikte bir sosyalizmin devleti hedefleyerek, zor kullanarak, iktidara dayanarak kurulamayacağıdır.

Manifesto’da bu ilke defaatle dile getirilir: “Demokratik toplum bu dönemin siyasi programıdır. Devleti hedeflemez.” “Devlet iktidarını değil; demokratik ulusun, demokratik toplumun siyasal alanının inşasından bahsediyoruz.”

Öcalan, devleti hedeflemeyen bir sosyalizmin kurulması gerektiği anlayışını, 20. yüzyıldaki sosyalizm deneyimlerini eleştirerek, “reel-sosyalizm devlet iktidarını ele geçirme ve devleti proleterleştirme, yani proletarya diktatörlüğü yönelimli olduğu için demokratik özü zayıftır” diyerek haklı kılmak ister.

Manifesto’nun demokratik toplum sosyalizmi görüşüne göre, burjuva devlet varlığını koruyacak, işçiler, emekçiler, ezilenler kendi aralarında ama burjuva devletin sınırları içinde “devletsiz” bir ilişkiler bütünü meydana getirecekler, bu ilişkiler bütünü de yavaş yavaş burjuva devleti demokratik doğrultuda dönüştürecektir. Neden siyasi iktidar hedeflenmemeli sorusuna Manifesto’da bulunan yanıtta, siyasi iktidarı hedeflemek iktidarcılık hastalığına eşitlenir, iktidara dayanmakla ve silaha sarılmakla inşa edilen bir sosyalizmin demokratik olamayacağı vurgulanır.

Şimdi, teorik ve felsefi soyutluğun keyfi kurgusallık sahasından çıkalım, materyalist soyutlamanın dayanması gereken somut ve maddi temellere, gerçek dünyaya ve gerçek tarihe dönelim.

Devlet sadece toplumsal-siyasal bir aygıt değildir, toplumsal-siyasal bir ilişkidir de. Burjuva devlet, egemenlik alanındaki herkese, kendi aralarında “devletsiz” bir düzen kurmaya çalışanlara da, yasalara bağlı davranmayı, iktidar kurumlarının otoritesini tanımayı, özel mülkiyet dokunulmazlığına riayet etmeyi, vergi ödemeyi, askerlik yapmayı, ilköğretim görmeyi, evliliği resmileştirmeyi, adres bildirmeyi vb. şart koşar. Bu şartlarda kimi değişiklikler gerçekleştirmek amacıyla yasal ve parlamenter mücadelelere izin verilse bile, yürürlükteki şartlara uymamak derhal burjuva devlet zoruyla karşılaşmayı, yaptırıma maruz kalmayı, yargılanmayı, hapsedilmeyi, hatta yok edilmeyi getirir. “Sivil itaatsizlik” denilen kitle hareketleri, bir topluluk yaşamı inşası değil, bir siyasal tutum alış biçimidir. Yürürlükteki şartlara uymayan bir topluluk yaşamı ancak devletin bütünsel egemenlik alanından zorla koparılmış bir alanda, bir “kurtarılmış bölge”de, örneğin Medya Savunma Alanları’nda inşa edilebilir. Fakat bunun da devleti hedeflemeden yapılamayacağı, eninde sonunda üzerine çullanacak devlete karşı silahlı savunma olmaksızın ayakta kalamayacağı ortadadır.

Devleti hedeflemeyerek, iktidarlaşmaya karşı çıkılarak oluşturulacak “devletsiz” bir topluluk burjuva devletin egemenliği altında bir reformist muhalefet fraksiyonu olmaktan öteye gidemez. Öyle ki bunun, kapitalizmi aşmayı bir yana bırakalım, seçimlerle siyasi iktidara gelmeyi hedefleyen parlamenter reformizmin siyasi etkinlik düzeyine ulaşması bile genellikle mümkün olmaz.

Devleti hedeflemeden, iktidarlaşmadan büyük bir toplumsal dönüşüm gerçekleştirmek, Abdullah Öcalan’dan çok zaman önce, reformistler ve anarşistler tarafından sayısız defa dile getirilmiş ve alabildiğine klişeleşmiş bir iddiadır. Manifesto’da ikide bir 20. yüzyıldaki sosyalizm deneyimlerinin başarısızlığından bahsedilir, fakat kapitalizmi kapitalizmin içinden dönüştürme, proletaryanın devrimci diktatörlüğü olmaksızın tedrici biçimlerde sosyalizme ilerleme girişimlerinden 20. yüzyıl boyunca upuzun bir başarısızlıklar zinciri meydana geldiği gerçeği kolayca göz ardı edilir.

Sosyalizm devrim gerçekleşmeden, iç savaş yaşanmadan, proletarya iktidarı olmadan inşa edilemez. Öznel bir istek veya tercih meselesi ya da iktidarcılık hastalığının bir sonucu değildir bu, tamamen nesnel bir zarurettir. Çünkü tekelci sermayedarlar, büyük toprak sahipleri, finans baronları, asalak rantiyeciler sömürme ve yönetme ayrıcalıklarını, mülklerini ve servetlerini kaybedecekleri bir toplumsal eşitlik sistemine, adına ister komünalizm deyin, ister sosyalizm, asla razı olmazlar. Özel mülkiyetlerinde tuttukları üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşmesini asla kabullenmezler. Böyle bir sistem doğrultusundaki her toplumsal ve siyasal gelişmeyi gerektiğinde en kanlı biçimlere bürünen karşıdevrimci şiddetle ezip yok etmekten asla geri durmazlar. Egemen sınıfların sömürme ve yönetme ayrıcalıklarına son vermeye girişen proletarya veya halk devrimleri, daima hükmünü icra eden bir “siyasi mücadele yasası”yla bağlı olarak, birleşik karşıdevrimin amansız saldırılarıyla, dünya burjuvazisinin en gerici güçlerini devrime karşı uluslararası düzeyde birleştirmesiyle yüz yüze gelmişlerdir. Bu gerçekliğin yalın örnekleri bizzat Kürt ulusal devriminin deneyim haznesinde de fazlasıyla mevcuttur. Dahası, seçimler sonucu kurulan reformist hükümetlerin bile, halkçı nitelikte bir demokrasiyi kısmen de olsa uygulamaya, sermaye egemenliğine az çok dokunmaya kalkıştıklarında, her çeşit burjuva komplolarla ve nihayetinde zalimlikte birbiriyle yarışan askeri darbelerle alaşağı edilmeleri son bir asrın mükerrer siyasi olgusudur. Bu bakımdan Şili’de Salvador Allende yönetiminin trajik akıbetini hatırlamak yeterlidir.

İşçilerin ve ezilenlerin kitlesel zor kullanımı olarak devrim ve iktidarın devrimci zor kullanımı olarak proletarya diktatörlüğü burjuva sömürme ve ezme ilişkilerine, bir bütün olarak burjuva sınıfın varlığına son vermek için zaruridir. Diktatörlük kavramı ile demokrasi kavramının bağdaşmazlığı üzerine boş laf tüketmek burjuva ideologlara kalsın. Proletaryanın devrimci diktatörlüğü Marx’ın tabiriyle “devlet olmayan devlet”tir. Ne iktidarcılığı! Alınteriyle yaşayanlardan oluşan toplumun sınıflara bölünmüşlüğü aşmasının ve devletsizliğe geçmesinin basamağıdır o. Öyleyse sosyalist devlet tüm insanlığın eşitliği ve özgürlüğü için mecburi bir aşamaya tekabül eder. Sosyalizmin kuruluşu proletarya devletini zaruri kılan toplumsal maddi temeli değiştirdiğinde, yani toplumsal mülkiyet kesinkes tesis edildiğinde, sosyal eşitsizlikler son bulduğunda, sınıfsal farklılıklar ortadan kalkıp toplum sınıfsızlaştığında, yönetme işi herkese doğru genişlediğinde ve devrim dünyasallaştığında, sosyalist devlet de sönüp gider.

Manifesto’da burjuvazinin bir sınıf olarak varlığı kimi yerde dolaysız, kimi yerde de dolaylı olarak inkar edilir. Böyle yapıldığı için de, daha baştan, demokratik toplum sosyalizmi görüşü burjuva sınıfın varlığına son verme perspektifini içermez. Ama burjuva sınıfı ortadan kaldırmayı amaçlamayan bir sosyalizm anlayışı, sınıflara bölünmüş toplumsal gerçekliği aşma yeteneğinden yoksun olduğu gibi, devletin varlığını sona erdirmeyi ve devletsiz bir topluma geçmeyi başarma şansından da yoksundur. Burjuva sınıfı ortadan kaldırmayı amaçlamayan bir sosyalizm aslında sosyalizm değildir.

Sovyetler Birliği başta olmak üzere 20. yüzyıldaki devrim ve sosyalizm deneyimlerini sosyalist devlette kitleler için demokrasiyi geliştirmek amacıyla tartışmak bir şeydir. Bu devrim ve sosyalizm deneyimlerinden, toplumsal eşitliği gerçekleştirmekte aldıkları muazzam mesafeleri ve sosyalist demokrasiyi uygulamakta biriktirdikleri kazanımları toptan inkar ederek, sosyalizmin devletle kurulamayacağı, proletarya diktatörlüğüyle olamayacağı sonucunu çıkarmaksa bambaşka bir şeydir.

Manifesto’da idealizmle sakatlanıp mutlaklaştırılan demokrasinin en nihayetinde bir siyasi yönetme biçimi olduğu, sınıfların gerçekten bulunmayacağı bir toplumda insanın insanı yönetmesinin bir biçimi olan demokrasinin de aşılmış olacağı doğrusunu geçelim. Manifesto’nun “ulus-devletçi sosyalizm” anlayışına sahip olmakla suçladığı Lenin’de sosyalizmin ancak ulus-devlet formunda var olabileceği görüşünün herhangi bir izine rastlanamayacağı gerçeğini de geçelim. Ama siyasal ve toplumsal devrimi gerçekleştirmeden, burjuva devleti yıkmadan, proletarya iktidarını kurmadan, özyönetim topluluklarının burjuva devletle yan yana yaşamaları ve onu yavaş yavaş devletsizlik doğrultusunda dönüştürmeleri yoluyla sosyalizmin inşa edilebileceği görüşünün çoktan ıskartaya çıkmış anarşizm soslu reformist bir bulamaç olduğunu söylemeden geçemeyiz.

Emekçi insanlığın özlemi ve kurtuluşu olarak sosyalizmin, tepeden tırnağa örgütlü, şiddet tekeline sahip, devasa militarist aygıtlarla donanmış, halk düşmanı burjuva egemen sınıf ve burjuva devlet karşısında, demokratik uzlaşmayla ve barışçıl yoldan, genellikle belediyeler tarafından kurulacak yerel komünler üzerinden gerçek kılınabileceğini iddia etmek, en hafif tabirle, işçilerin ve ezilenlerin burjuva devletin icazet sınırları içinde kalmalarına razı gelmektir. İşçilere ve ezilenlere “kaderinizi kendi ellerinize almak üzere ayaklanmanız, bu kan emici devleti ve düzeni yıkmak için silaha sarılmanız, sosyalizm amacı uğruna devrime kalkışmanız, kendi iktidarınızı kurmayı hedeflemeniz yanlış olur” denildiğinde, bu tastamam reformizmdir ve yalnızca burjuva diktatörlüğünün varlığını sürdürmesine yarar. Devleti hedeflemeyen sosyalizm görüşüyle politik mücadelede varılabilecek en ileri yer, Manifesto’da çokça yerilen o burjuva demokrasisinden daha fazlası değildir.

Komünlere İndirgenmiş Toplumsallık

Manifesto’nun sosyalizminin temeli komündür. Bu, demokratik toplum sosyalizmi görüşünün diğer alameti farikasıdır. Sosyalizm “komünal yaşam değerlerinin korunması ve savunulması temelinde yapılanmış toplumsallık” olarak tarif edilir. Abdullah Öcalan, “Sağlık, eğitim, dil, kültür, tarih, spor alanlarının tümünde komünler oluşturulur” der, “Ekonomi alanında hedef komünal ekonomidir” diye ekler.

Öcalan’a göre, “endüstriyel kapitalist canavara karşı geliştirilmesi gereken ‘eko’ yani aileyi geçindirecek küçük komünün ekonomisidir” ve “komünlerle hem yeraltı ve yerüstü kaynakları topluma ait kılınacak hem de komünal paylaşıma dayalı üretim gerçekleştirilecektir”.

Küçük komünlerin birliğine dayalı bu toplumsallaşma görüşünün tarihi burjuvaziye karşı proleter sınıf mücadelelerin tarihi kadar eskidir. Ütopik sosyalistlerde toplumsal eşitliğin ve özgürlüğün komünler federasyonu formunda tasavvur edildiği görülür, Rusya’da Narodnikler ise mevcut köy komünlerinden sosyalizme sıçramayı savunurlar. Sermaye ilişkilerine alternatif toplumsal ve ekonomik ilişkiler modeli olarak komünler birliği Marx öncesi, yani bilimsel sosyalizm öncesi sosyalizm anlayışlarında tipiktir. Öyle ki, ütopik sosyalizmin önde gelen isimlerinden Robert Owen 19. yüzyılın başlarında Britanya’da ve Amerika’da işçi komünlerinin yaygın ama başarısız denemelerine öncülük yapmıştır.

Tarihsel veriler ilkel komünal toplumun içinde köleci ilişkilerin, köleci toplumun içinde feodal ilişkilerin ve feodal toplumun içinde de kapitalist ilişkilerin oluşup geliştiğini gösterir. Feodal toplumun bağrında doğup yayılan kapitalist üretim ilişkileri sonunda feodal üretim ilişkilerine üstün gelir, zira sermaye ilişkileri feodal ilişkilere kıyasla emek üretkenliğinin çok daha yüksek bir düzeyini ortaya çıkarır. Sömürücü toplumların oluşumlarının aksine, sosyalist üretim ilişkileri kapitalist toplum içinde serpilip gelişemez. Çünkü üretici güçlerin toplumsallığının vardığı boyut mülkiyetin bireysel sahipliğiyle artık bağdaşmaz olur ve tüm sömürücü sınıfların ortadan kaldırılmasını şart koşar. Tarihsel gelişim üretim araçlarının bütün toplum tarafından ortaklaşa sahiplenilmesini zorunlu kılar.

Manifesto’nun kapitalizme kıyasla daha ileri bir toplumsallığa kapitalizm içinde küçük komünler temelinde ulaşma görüşünün ilk arızası burada belirir. İşin siyasi boyutunu, yani önemli yeraltı ve yerüstü kaynaklarının mülkiyetini sermayenin elinden alıp komüne vermenin zor kullanmaksızın imkansız oluşunu ve burjuva devletin komünleri dağıtma amaçlı siyasi müdahalesinin de en nihayetinde kaçınılmaz oluşunu konu dışı tutsak bile, komünler iktisadi ve sosyal hayatta kendilerini kaçınılmaz olarak sermayeyle rekabet içinde bulurlar.

Komünal nitelikteki üretim kooperatifleri kendi aralarında ürün değişimini örgütleseler de, kapitalist piyasaya bağımlı kalırlar. Zira başlıca üretim araçları sermayenin elindedir, hammadde ve enerji tekelci mülkiyet altındadır, kredi kaynakları büyük finans kuruluşlarındadır. Bütün bunlarla ilişkiye girmeden, bilgisayar temin etmeden, elektrik kullanmadan, kredi almadan, olsa olsa ilkel tarım üretimi yapılabilir. Ama bunlarla ilişkiye girmek de kapitalist piyasaya çıkmak demektir. Üretim gereksinimlerinin çoğunu piyasadan karşılamak ya da faizsiz olsa bile alınmış krediyi geri ödemek için komünal ürünün büyük bir kısmını metalaştırmak, paraya dönüştürmek gerekecektir. Meta üretmek ise, iter istemez, kapitalist piyasadaki iktisadi rekabet normlarına tabi olmayı getirecektir. Büyük sermayeye nazaran iktisaden daha zayıf, emek üretkenliği daha düşük olan komünlerin bu rekabette kapitalist tekeller karşısında asla üstün gelme şansı olmayacaktır. İktisadi ve mali açılardan tayin edici durumdaki sermaye üretimi, tıpkı kapalı köy iktisadını çözdüğü, küçük köylü üretimini ve küçük esnaf ticaretini yuttuğu gibi, küçük komün üretiminin de canına okuyacaktır.

Kürt ulusal demokratik hareketinin komünalizmi için ilham verici olan Bask ülkesindeki Mondragon Kooperatifi, dünyadaki bu en büyük kooperatifler birliği, tabi olmaktan kaçınamadığı kapitalist piyasa rekabetinde ayakta kalabilmek için, çok sayıda ücretli işçi çalıştırmaya, taşeron şirketlerle iş yapmaya ve üretiminin gitgide artan bölümünü ucuz işgücü ülkelerine kaydırmaya mecbur kalmıştır. Komünal kooperatifler sermaye tekellerini çözememekte, bilakis sermaye tekelleri komünal kooperatiflerin içlerini oymaktadır.

Öcalan’ın komünalizm görüşünün ikinci arızası ilk arızadan türer. Küçük komünal birimlerden müteşekkil toplumsallığın sermaye ilişkilerinin sağladığı toplumsallıktan daha yüksek bir seviyede olacağı sanılır. Oysa küçük veya orta ölçekli üretim yapan komün birimleri, kendi içlerindeki eşitlik ne denli gelişkin olursa olsun, işgücünün birleşmesi, üretimin çapı ve üretim araçlarının merkezileşmesi boyutlarıyla sermaye üretiminden daha geri bir toplumsallık seviyesinde kalırlar. Bir bölgedeki yeraltı ve yerüstü kaynaklarının o bölgede kurulu bir komünün mülkiyetinde bulunması, dolayısıyla toplam kaynakların mülkiyetinin birçok komün arasında paylaştırılması da toplumsallaşmanın parçalı olması demektir.

Sosyalizm kapitalist ilişkilerce sağlanan toplumsallaşmadan daha yüksek bir toplumsallaşmayı temsil eder. Bu ancak üretim araçlarının bütün toplum tarafından sahiplenilmesiyle ve toplumsal üretimin her evresinin birbirine tam entegre edilmesiyle gerçekleşebilir. Mülkiyet sahipliğini ve üretim ölçeğini küçük komünler biçiminde küçük ve orta büyüklükteki üretim birimlerine yaymaksa bunun tam tersi bir sonuç doğurur. Sermayenin bugün dünya çapında yarattığı “toplumsal işçi”, toplumsal üretimin gerçekleştiği “dünya fabrikası”, dünyasallaşan bilimsel-teknolojik yaratım böylelikle yalnızca ufak parçalara ayrılmış olur.

Eğer dünyadan tecrit birkaç otarşik köy topluluğu olarak kıt kanaat geçinmek hedeflenmiyorsa, yeni bir toplum meydana getirmek, örneğin koca koca kentlerdeki sosyal yaşamı dönüştürmek hedefleniyorsa, bilgisayar üretecek, metro inşa edecek, otomobil yapacak bir toplumsal üretkenlik düzeyinde bulunmak şarttır. Tekelci kapitalizmle yan yana duran ve ama küçük komünlerde parçalı kalan bir toplumsallık düzeyinde bunların komünler eliyle başarılabileceğini söylemek hiçbir mantığa sığmaz.

Düşünsel soyutlamayı son noktasına vardırsak ve toplumun bütününün küçük komünal birimlerden meydana geldiğini varsaysak dahi, komünalizm görüşündeki arızalar giderilmiş olmaz.

Abdullah Öcalan’ın diyalektiğini olumladığı ve neredeyse Marx’la karşı karşıya getirdiği Engels’e kulak verelim. Zamanında sosyalizmin peygamberi edasıyla konuşan Eugen Dühring’in tasavvuruna göre birbirleriyle bir değişim aracı üzerinden ürün değişimi yapan komünlerden müteşekkil sosyalist toplum modelini eleştiren Engels, “Bir ekonomik komünün kendi çalışma araçları üzerindeki kamu hakkı, en azından bütün öteki ekonomik komünler karşısında ve toplum ve devlet karşısında da, dar bir mülkiyet hakkıdır” dedikten sonra, şöyle devam eder: “Meta üreten toplum, meta olarak meta içindeki değer biçimini para biçimine değin geliştirdikten sonra, değer içinde henüz saklı bulunan tohumlardan birçoğunun ortaya çıktığı görülür. İlk ve en önemli sonuç, meta biçiminin genelleşmesidir. Para, hatta o zamana değin üreticinin dolaysız tüketimi için üretilen nesnelere bile meta biçimini kabul ettirir, onları değişime çeker. Böylelikle meta biçimi ve para, üretim bakımından doğrudan doğruya toplumsallaşmış toplulukların iç ekonomilerine girer, bir ortaklaşma bağından sonra bir başkasını koparır ve topluluğu bir özel üreticiler yığını biçimine dönüştürür. Para ilkin, Hindistan’da görülebildiği gibi, toprağın ortaklaşa işlenmesi yerine bireysel işlenmesini geçirir; daha sonra, ekilebilir toprağın devirli yeniden-dağıtımında hâlâ görülen ortaklaşa mülkiyetini, kesin bir paylaşma ile yok eder (örneğin Moselle kıyılarındaki tarımsal topluluklarda olduğu gibi, bu iş Rus topluluklarında da başlıyor); ensonu, orman ve otlakların ortaklaşa mülkiyetinden geriye ne kalmışsa, onu da bölüşmeye götürür. Üretimin gelişmesine dayanan öteki nedenler ne olursa olsun para, bunları topluluklar üzerinde etkili kılmak için hep en güçlü araç olarak kalır. Ve aynı doğal zorunlulukladır ki para, tüm ‘yönetsel yasa ve kurallar’a karşın, eğer bir gün kurulursa, dühringvari ekonomik komünü de dağıtmaktan başka bir şey yapamaz.”

Kendi üretim araçlarına sahip eşitlikçi komünler arasındaki takas ilişkisinde önce değer ölçümünün, dolayısıyla metanın ve paranın cisimleşmesi, ürünlerin gitgide artan oranda metalaşması, komünler arasındaki verim ve birikim farklarından bu zeminde “dışsal” eşitsizlik ve rekabet doğması, meta üretimi ve dolaşımı genelleştikçe bu eşitsizlik ve rekabetin her komünde “içsel” hale gelmesi, komün içinde de ayrıcalıklı bireylerin ve grupların baş göstermesi, nihayetinde bireysel mülk edinimi suretiyle komünal ortaklığın çözülmesi adeta mukadderdir. Ne komünalist ahlak ve eğitim kurumlarının ne de bireysel serveti sınırlama ve siyasetin ticaret üzerinde kontrolünü sağlama gibi komünal önlemlerin gücü uzun vadede bu nesnel gidişatın önünü kesmeye yeter.

Yok eğer üretim araçlarının tasarrufu tek tek komünlere bırakılmayacaksa, her bir komünün neyi ne kadar üreteceğini kapsayan genel bir plan yapılacaksa, böylelikle genelleştirilen üretimin meyvelerinin paylaşımı farklı komünler arasındaki takasın yerini alacaksa, işte o zaman eski kapitalist çirkefin, yani eşitsizliğin, sınıfsallaşmanın ve sömürünün uç vermesi engellenebilir. Ama bu, Abdullah Öcalan’ın komünalizmi değil, o komünalizm teorisinin mahkum ettiği ve kendisini alternatifi saydığı tam toplumsal mülkiyetli ve merkezi planlamalı marksist-leninist sosyalizm olur.

Yakın geçmişte ilerici politik hareketlerle bağlı çeşitli komün girişimleri Arjantin’de işçilerce işgal edilip işletilen “patronsuz fabrika”larda, Venezuela’da Chavez iktidarının teşvik ettiği kent ve köy kooperatiflerinde ya da Meksika’da Zapatistalar öncülüğünde yapılanan ortaklaşmacı kırsal topluluklarda, daha ileri formlarıyla da Rojava’daki halk örgütlenmelerinde boy verdiler. Varoluşsal kriz içindeki kapitalist toplumda, emekçilerin ve ezilenlerin bunca yoksullaştırıldığı, mülksüzleştirildiği, artık nüfus haline getirildiği koşullarda, dünyanın şurasında veya burasında, komünal ilişki girişimleri daha da çoğalacak. İşçi sınıfının ve ezilenlerin toplumsal-siyasal örgütlenmesini ve mücadelesini güçlendirmeye, sermaye hükümdarlığını devrimle yıkacak siyasal orduyu toplamaya hizmet ettikleri ölçüde bu türden girişimlerin devrimci bakımdan kıymetli olduklarına şüphe yok. Ama böyle işlevlendirilmediklerinde, sermaye tekelleriyle yan yana yaşayarak ve kapitalist ilişkileri yavaş yavaş dönüştürerek barışçıl yoldan sosyalizme varmanın motoru sayıldıklarında, işsizliğe ve yoksulluğa lokal düzeyde pansuman olmanın, emekçilerin ve ezilenlerin bir bölümünü kapitalist sömürü ve tahakküm altında biraz daha yaşanabilir koşullara kavuşturmanın aracı olmanın ötesinde bir pratik sonuç üretemezler. Komünal evrime endekslenmiş antikapitalist niyetlerse eninde sonunda hüsrana uğrarlar.

Reformizm Ve Ütopizmle Nereye?

“Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu”nda temellendirilen demokratik toplum sosyalizmi görüşü, neresinden bakarsak bakalım, küçük burjuva reformist ve ütopik sosyalizm anlayışının bir versiyonudur.

Marx’tan evvel reformist ve ütopik sosyalizm anlayışı işçi sınıfı örgütlenmesi ve mücadelesi için elbette çığır açıcıydı. Robert Owen’ın sosyalist komün denemelerinin iki asır önceki proleter sınıf mücadelelerine kıymetli katkıları oldu. Ama Marx’tan sonra, Marx ve Engels sayesinde sosyalizm teorisi bilimselleştikten sonra, marksist olmayan bir sosyalizmin kapitalizmi aşabileceği iddiası tamamen anlamsızlaştı. Reformist ve ütopik sosyalizm anlayışı tüm kıymetini yitirdi, burjuva düzen içi bir ideolojik varyant haline gelerek kendi karşıtına dönüştü, 20. yüzyıl boyunca proletaryanın burjuvaziye karşı devrimci mücadelelerinde bir ayakbağı oldu.

Şimdi Kürt ulusal demokratik hareketinin önderi Abdullah Öcalan’ın bir nevi “Kürt sosyalizmi” oluşturduğunu ya da Kürt halk kitleleri arasında sosyalizmin salt lafının bile yaygınlaşmasında yarar bulunduğunu düşünenler olabilir. Ama böyle düşünen yanılır.

Her şeyden önce, bilimsel ve devrimci sosyalizm evrenseldir, Kürt işçileri ve ezilenleri için de yegane toplumsal kurtuluş yoludur. Bunun yerine Kürtlere özgü olduğu iddia edilen reformist ve ütopik karakterli bir sosyalizmin geçirilmesiyle Kürt işçilerinin ve ezilenlerinin toplumsal kurtuluş yolu kısalmış olmaz. Kaldı ki, Manifesto’nun kendisi de demokratik toplum sosyalizmi görüşünün evrensel düzeyde geçerli olduğu ve sosyalizm mücadelesinde yeni bir aşamayı temsi ettiği iddiasındadır.

İçi boş bir kabuktan ibaret olan bir sosyalizm söyleminin Kürt halk kitleleri arasında yankılanmasının sosyalizm uğruna mücadele bakımından yararlı olacağı düşüncesindense devrim ve sosyalizm savaşımını büyütecek teorik, ideolojik ve politik kuvvet çıkmaz. Zira devrimci sosyalizm küçük burjuva reformist ve ütopik sosyalizme ait yavan söylemlerin yayılmasından medet umacak denli elden ayaktan düşmüş değildir.


Seçtiklerimiz: İnan Özgür – Maksist Teori – 66. sayı Eylül-Ekim 2025


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑