Barışa evet, sömürgeci oyuna hayır! | Hüseyin Şenol
•Kürt sorununda gelinen noktada, komisyon tartışmaları, devletin oyalama stratejileri, ulusalcı-faşist cephelerin saldırganlığı ve yurtsever kesim ile sosyalistlerin eksiklikleri…
•Eleştirerek de dayanışma gösteren kesimlere karşı daha hoşgörülü olunmalı, sorulara net ve yapıcı yanıtlar verilmeli...
Türkiye siyasetinde barış sözcüğü kadar çok istismar edilen, çokça araçsallaştırılan başka bir kavram yoktur. Son günlerde kamuoyuna “çözüm komisyonu” olarak sunulan ve önümüzdeki 5 Ağustos Salı günü toplanacağı duyurulan 51 kişilik yeni yapı, toplumun geniş kesimlerinde yeniden bir umut doğurmuş görünüyor. Ancak bu “umut” dikkatli bakıldığında, yine bildik yöntemlerle biçimlendirilmiş bir oyalama düzeninin işaretlerini taşıyor. Komisyonun isminden başlayarak, işlevine kadar her şey soru işareti. “Terörsüz Türkiye Komisyonu” gibi ayrımcı ve dışlayıcı bir adlandırmayla yola çıkan bir yapıdan barış beklemek mümkün mü?
Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüsü Meral Danış Beştaş’ın isabetle ifade ettiği gibi, “Komisyonun isminde kesinlikle negatif çağrışımlar yapan, acıları hatırlatan, ötekileştirmeyi, ayrımcılığı ifade eden kavramlara kesinlikle karşıyız.” Barış, ancak pozitif bir dil ve kapsayıcı bir perspektifle inşa edilebilir. Bu dil yoksa, gerisi sadece makyajdan ibarettir.
Bence de eğer bu komisyon gerçekten barış için kurulmuşsa, dilinden başlamalıydı. “Terörsüz Türkiye Komisyonu” gibi bir ad, sadece sürecin taraflarını değil, barışın kendisini kriminalize eder. Böyle bir adlandırma kabul edilirse, Türkiye’deki tüm kötülüklerin faili olarak PKK ve DEM işaret edilecektir. Bu da barış sürecini değil, topyekûn bir suçlamayı meşrulaştırır.
Devletin “çözüm” değil, kontrol planı: Barış mı, oyalama mı?
Bu yeni komisyon girişimi, iktidarın çözüm arayışından çok, süreci kontrol altında tutma ve “barış” adı altında kendi pozisyonunu güçlendirme çabasıdır. AKP’nin en sadık isimlerinden Numan Kurtulmuş’un komisyonun nasıl çalışması gerektiğini bir bir açıklaması bile her şeyi anlatıyor. Eğer nasıl çalışacağına bir kişi karar veriyorsa, o zaman bu yapıya neden “komisyon” deniyor?
MGK’nın yayımladığı son bildiride, PKK’nin silah bırakması ve örgütü feshettiğini ilan etmesine rağmen, tehdit sıralamasında yine ilk sırada yer alması da bu sürecin ne kadar samimiyetsiz olduğunu gösteriyor. Barış sürecine başlandığı söyleniyor ama daha geçtiğimiz günlere kadar sahada bombardımanlar sürüyordu. Medya Savunma Alanları’na yapılan hava saldırıları, gerçek niyeti gösteriyor.
Cizre’de kadınların bedenlerinin teşhir edilmesi yargıya taşındı ama sonuç değişmedi: her zaman olduğu, faillere değil, suçu ortaya çıkaranlara ceza kesilmesi uygulaması sürüyor. Mahkeme “takipsizlik” kararı verdi. İşte devletin barış anlayışı bu: Suç örtülür, katiller korunur, acı unutturulur. Böyle bir düzende barış olmaz, olsa olsa inkârın devamı olur.
Devletin dili aynı: SDG, YPG, PJAK “terör tehdidi” olarak tanımlanıyor; Bahçeli bunlara “süreci sabote ediyorlar” diyerek saldırıyor; Hakan Fidan ise eski MİT müsteşarlığı alışkanlıklarını sürdürerek aynı tehdit söylemini tekrar ediyor. Bu tabloda barış, sadece bir vitrin süsü işlevi mi görüyor.
Ulusalcı-faşist cephe: Birleşik saldırı hattı
Bu sahte barış süreci etrafında, başka bir cephe daha hizalanmış durumda: “Muhalif” faşist partiler, yani İYİ Parti, Zafer Partisi, Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) ve çevresindeki ırkçı çevreler. Irkçılığı “Birinci Vazife” haline getiren mitingler düzenleyecek (Bunlardan biri ve ilki bugün Bursa’da). CHP’nin kimi isimleri ise bu cepheye çoktan dahil olmuş durumda. Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, Kürtlere karşı düşmanlık kusmakta ısrar ediyor. Diğer yandan, CHP Genel Başkan Yardımcısı Yankı Bağcıoğlu, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ülkenin en güvenilir kurumu ilan ederek, militarizmin önünü açıyor.
Bu cephenin ideolojik zemini Ataol Behramoğlu gibi ırkçı ulusalcılarca da besleniyor. Behramoğlu, sosyal medya paylaşımlarında 1982 Anayasası’ndan 1876 Kanun-i Esasi’ye kadar “Türk” tanımını kutsayarak, etnik merkezli devlet yapısını meşrulaştırmaya çalışıyor. Ulusalcı refleks, sadece sağdan değil “soldan” da yükseliyor. Bu, barışın ve bizim bunu anlatmamızın önündeki en büyük engellerdendir.
DEM’in hataları ve özgüven eksikliği
Barış sürecine dair kamuoyunda haklı kuşkular varken, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) de eleştiriden muaf değil. Parti, toplumun geniş kesimlerine açıklayıcı ve güven verici bir dil geliştirmekte zorlanıyor. Süreci anlamaya çalışanlara karşı zaman zaman savunmacı, hatta dışlayıcı bir tavır sergileniyor. Önceki yazılarımda da sürekli belirttiğim gibi; Yurtsever basında ise “sansür” sürüyor. Halbuki eleştirerek de dayanışma gösteren kesimlere karşı daha hoşgörülü olunmalı, sorulara net ve yapıcı yanıtlar verilmeli.
Özellikle Bakırhan’ın CHP’ye yönelik “Biz hep destek verdik, biraz da onlar destek versin” çıkışı bu anlamda önemlidir. Ancak bu haklı çıkışın toplumsallaşabilmesi için DEM Parti’nin kendi iç stratejik zafiyetlerini de gözden geçirmesi gerekir. Kürt halkı ve genel olarak anti-sömürgeci Türkiyeli sosyalistler yalnızca seçimde oy veren bir güç değil; politik öncülüğü de hak eden bir kesimdir.
Sadece komisyon değil, şeffaf bir toplumsal süreç gerek
Sürgünlerin güvenli dönüşü, Interpol baskısının kaldırılması gibi talepler, Avrupa Sürgünler Meclisi (ASM) tarafından net biçimde dile getirildi. Ancak bugünkü tabloda bu taleplerin dikkate alınma ihtimali oldukça düşük. Çünkü mevcut yapı, hesaplaşmadan çok üstünü örtmeyi tercih ediyor. Veysi Aktaş gibi isimlerin yasal haklarına rağmen tahliyelerinin ertelenmesi, hala barış değil ceza düzeni işlediğini gösteriyor.
Komisyonun ismi ve yapısı dahi tartışmalı. “Terörsüz Türkiye” yerine “Barış ve Demokrasi Komisyonu” gibi isimler tercih edilebilirdi. Bu yapılmadı. Çünkü iktidar, bu süreci Kürt hareketine karşı yeni bir hegemonya aracı olarak kullanmak istiyor.
CHP’nin hesaplaşmadan kaçan ikiyüzlülüğü
CHP lideri Özgür Özel’in son dönemde “Yüce Divan” çağrıları olumlu görünse de, bu çağrılar sadece AKP-MHP ittifakına değil, CHP’nin kendi geçmişine de uzanmalı. Helalleşme değil, gerçek bir hesaplaşma gerekli. Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” çizgisi, bu halkın acılarını bastırmayı öneriyordu. Ancak halkın ihtiyacı “hesaplaşma”dır. Yüz yıl öncesinden bugüne uzanan tüm inkâr suçları yargılanmadan, bu ülkede barış olmayacaktır.
CHP’nin barışa yönelik tavrı da sorunlu. Süreci, “PKK’lılara af mı çıkacak?” gibi popülist bir dille kriminalize ediyor. Bu yaklaşım, insanlığa ve aynı zamanda halkların barış özlemine de ihanettir.
Faşist devlet seçimi kaybedecekse, seçim yaptırmaz
Türkiye’de sandık güvenliğine dair kuşkular artıyor. Anketler CHP ile AKP arasında 5-6 puan fark gösterse de, Erdoğan’ın seçimleri çalma alışkanlığı ve devletin tüm imkanlarını seferber etme kapasitesi bu farkı anlamlı kılmıyor. Faşist bir devletin seçimi kaybedeceği koşullarda, o seçimi gerçekten yapacağına kim inanabilir?
Bu, artık bir varsayım değil, tarihten gelen bir tecrübedir. Bu devlet, kazanamayacağı oyunu oynatmaz.
“Faşist olan devlet mi, hükümet mi?” sorusunu sormaya ve konuyu anlatmaya devam edeceğim. Çünkü, en büyük sorun biz sosyalistlerin de çoğunun anla(ya)madığı “devlet dersidir”. Devlet ile hükümet arasındaki farkı bilmek önemlidir.
Devleti oligarşik diktatörlük ve iktidarındaki şimdiki sözcüsü ve nöbetçisi olarak gördüğüm AKP-MHP hükümetini fasit olarak nitelendirdiğimin altını bir kez daha çizmiş olayım.
Barış için gerçek zemin: Kürdistan’ın özgürlüğü
Sonuçta gerçek barış, ancak halkların eşitliği ve özgürlüğü üzerine kurulabilir. Türkiye demokratikleşmeden Kürt sorununun çözülmeyeceği doğrudur. Ama bu süreçte Kürt halkının özgürlük mücadelesi başka halkların onayına, başka devletlerin zamanlamasına tabi tutulamaz.
İran, Irak, Suriye ve tüm Kürdistan parçalarında yürütülen mücadele, sadece yerel bir talep değil, tarihsel bir özgürlük arayışıdır. Bu mücadele bastırılamaz, susturulamaz. Her ne kadar Türkiye devleti dört parçadaki Kürtlere saldırı diliyle yaklaşsa da, Kürt halkı direnişle yanıt veriyor.
Kosova-Sırbistan örneği ise bu konuda öğreticidir. Sömürgeci Sırbistan nasıl halkların iradesi karşısında tökezlediyse, Türkiye’nin de aynı kaderi yaşaması kaçınılmazdır. Halkların iradesi, tanklardan daha güçlüdür.
Tüm bu “süreç” halkların kendi kaderini tayin hakkı mücadelesine ve özerkliğine ve kesintisiz oradan da bağımsızlığına hizmet etmelidir.
Kürt halkı, yeniden bir oyalama sürecine sokulmak isteniyor “olabilir” ve bu yeni bir durum değildir. Osmanlı’da da devamı TC’de de oyunlar bitmez. Komisyon tartışmaları, barış süsü verilmiş bir sömürgeci oyunun yeni perdesi olmamalıdır. Bu oyuna gelmemek, gerçek barışı savunmak, her zamankinden daha önemlidir.
Barışa evet, sömürgeci oyuna hayır!
Yaşasın Kürdistan’ın kurtuluşu!
Biji Rizgariya Kurdistan!
Hüseyin Şenol – 03.08.2025