Güncel

Published on Aralık 13th, 2025

0

Özgür Özel İlke TV’de: Demokratikleşme olmadan kalıcı barış sağlanamaz 🎥 ►

CHP lideri Özgür Özel, İlke TV’de: “16 Aralık Salı günü İmralı heyetiyle görüşeceğiz.”, “Bizim DEM Parti’yle ilişkileri bozma lüksümüz yok bu siyasi çıkarlar açısından değil. Türkiye’nin ortak geleceği, çözüm umudu, barış umudu, demokrasi umudu, bu baskılardan kurtulma birlikte bir ortak yarına yürümek için DEM ile CHP ayrı düşemez”

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İlke TV’de “Konuşma Zamanı” programına konuk oldu. Özel, programda Dilek Odabaş, Banu Güven ve Ercüment Akdeniz’in gündeme dair sorularını yanıtladı.

Özel programda, ilk olarak asgari ücret zam teklifleri hakkında konuştu:

“Mecliste yapılanlara bütçe görüşmesi demek zor. Yani bir meclis kurulmuş da sonra bütçeyi yapsın diye bir komisyon kurulmuş. O da bütçe yapmış diye bir şey yok insanlık tarihinde. İnsanlık tarihi boyunca, ta Magna Carta’da tek adamın vergiyi tek başına belirleyemeyeceği yazıya dökülerek insanlık tarihinin en önemli kazanımının ilk somut adımı atıldı. Ve o günden itibaren devletin vergi alan sağ eliyle dağıtan şefkatli sol elinin dengesine meclisler karar verir. Yani halkta bu kazanım önce 1215’te bir yazı olarak ortaya çıktı. Devamında 17’nci yüzyıla damgasını vuran ilke şuydu: Temsil yoksa vergi de yok. Yani bir mecliste temsil edilmiyorsan vergi vermem.

İngiliz Parlamentosu, Fransız İhtilali ve Fransız Parlamentosu; bizde biraz daha geç olmakla birlikte önce bütçe hakkı elde edildi, sonra onun konuşulacağı yere bir çatı yapıldı ve oraya meclis dendi. Yani meclisten önce kazanılmış bir hak bu. Ama şimdi bugün mecliste görüşülüyor, işte 12 gün sonra bitecek deniyor. Diyelim ki 600 milletvekili bütçeyi reddetti. Bütçe, geçen senekinin üzerine yeniden değerleme oranı konularak devam edecek; cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi böyle işliyor.

Tek adam rejimi neden? Çünkü değiştirdikleri anayasaya bunu koydular. Eğer bütçe geçmezse bir önceki bütçeye yeniden değerleme oranı konuluyor, ona göre hükümet devam ediyor. Düşünün ki milletin meclisinin tamamı bütçesini reddetmiş. Normalde dünyada bütçesi geçmeyen hükümetler düşer, yerine yenisi kurulur. Türkiye siyasi tarihinde de bunun örnekleri var. Ama maalesef burada bütçe artık göstermelik bir şey.

Yani bizim meclisimiz, onların getirdiği rejime göre bir dekor. Genel kurul salonu bir dekor, milletvekilleri oyuncu, halk seyirci. Demokrasi adına orada atılan bir tirat var ama karşılığı yok. Önce bu tespiti yapmak lazım.

Devamında bu bütçe nasıl bir bütçe? Bu bütçe “mış gibi” yapan bir bütçe. Aslan payı iktidarın önceliklerine, büyük holdinglere, şirketlere gidiyor; onların vereceği vergiler affediliyor. Diğer taraftan büyük teşviklerle, kamu-özel işbirliklerine, yap-işlet-devret projelerine büyük paralar aktarılıyor. Ama emeğin, emekçinin ve emeklinin hakkını alamadığı bir bütçe bu.

Bugün on altı bin lira en düşük emekli maaşından, yirmi iki bin lira asgari ücretten bahsediyoruz. Geçen sene AK Parti kendi pratiğinde -ki o da gerçekleşen bir pratik değil- hep şunu söylüyordu: “Biz asgari ücretliyi enflasyona ezdirmiyoruz.” Nasıl ezdirmiyorsun? TÜİK enflasyonu belirliyor, biz de o enflasyon kadar zam veriyoruz diyorsun. Bir kere TÜİK enflasyonu belirlemiyor; TÜİK enflasyon üzerinde manipülasyon yapıyor ve gerçek enflasyon altmışken otuz açıklıyor. Zaten oradan emekten bir şeyler çalıyorsun.

Ama geçen sene TÜİK’in -ben onu Tayyip Erdoğan’ı üzmeyen istatistik kurumu diye kısaltıyorum- rakamlarıyla bile enflasyonu vermediler. Neyi verdiler? Beklenti enflasyonunu verdiler. Yani karnede sınavda aldığı notu değil de sınava girmeden önce umduğu notu verdiler. Böyle bir eğitim sistemi, böyle bir puanlama sistemi var mı? “Ben enflasyonu yüzde yirmiye düşürecektim, beceremedim kırk oldu. Sana kırk vermiyorum, yirmi veriyorum.” Önce düşür, sonra öyle ver.

Böyle olunca geçen sene asgari ücret, gerçek enflasyon karşısında gitgide eriyerek ağır bir darbe aldı ve yirmi iki bin lirada kaldı. Aslında otuz bin lira olması gerekiyordu, yirmi iki bin lirada kaldı. Şimdi bu yirmi iki bin liranın üzerine, Türk-İş’in de artık katılmadığı, katılmayı reddettiği asgari ücret komisyonunda oturup bir tiyatro yapacaklar ve yirmi yedi, yirmi sekiz bin liralık bir asgari ücret belirleyecekler.”

Dilek Odabaş’ın Türk-İş’in katılmamasını nasıl değerlendirdiği sorusu üzerine Özel şunları söyledi:

“Türk-İş’in bugüne kadar katılmalarını yanlış buluyorum. Bu kadar adaletsiz bir asgari ücret komisyonuna bugüne kadar katılmaları yanlıştı. Bu seferki doğru. Ümit ediyorum bundan sonra belirlenecek asgari ücret konusunda sendikalar da sorumluluk alır.

Burada sendikalarla ilgili küçük bir parantez açayım. Türkiye’de konfederasyonların şöyle bir yanılgısı var ya da sorumluluğu üstlerinden atıyorlar. Konfederasyon derken DİSK’i ayrı tutuyorum ama Türk-İş özellikle şöyle diyor: “Asgari ücret benim işim değil, bende örgütlü olanlar zaten asgari ücret almıyor.” Doğru ama asgari ücret Türkiye’de temel ücret oldu. Neredeyse kayıt dışı çalışanları da katarsanız ortalama ücret haline geldi. En büyük toplu sözleşme bu. Her yüz kişiden elli beşi asgari ücret alıyor.

Almanya’da asgari ücret bir yıl alınıp hızla uzaklaşılan bir ücretken, Avrupa’da böyleyken Türkiye’de temel ücret. Daha kötüsü, asgari ücrete gelen zam oranı bütün ücretlere neredeyse aynen yansıyor. Asgari ücretin iki katı maaş alan biri için bile asgari ücretin nasıl belirlendiği, alacağı zam açısından çok önemli. Türkiye’de böyle bir fiili durum var.

Bu nedenle asgari ücret meselesinde Türk-İş’in masaya oturmaması doğru ama bütün sendikaların bunu kendi meselesi yapması gerekiyor. Çünkü bütün ücretlere yansıyor. Ve asgari ücret eğer yirmi yedi, yirmi sekiz bin lira olacaksa, bu bir yıl önce hak edilen asgari ücretin bile altında. Otuz bin lira olması gerekiyor, yirmi sekiz bin lirada kalıyor. Bu tarihin en büyük emek hırsızlığıdır.

Bunun karşılığında emekli maaşına yapılacak zam da düşünüldüğünde, on altı binlerin üzerine gelecek bir artışla yirmi bin lira civarında bir rakamdan bahsediliyor. Bugün için ilk kez tarihte, asgari ücret verildiği gün açlık sınırının altında olacak. En düşük emekli maaşı da verildiği gün açlık sınırının üçte ikisi seviyesinde kalacak. Bu kabul edilebilir bir şey değil.

Ben meydanlarda soruyorum: Yoksulluk sınırı doksan sekiz bin lira, bu da Türk-İş’in rakamı. Koca meydanda yedi-sekiz kişi çıkıyor, evine 98 bin liradan fazla maaş giren. Bir maaş, iki maaş, üç maaş… Herkes tek bir asgari ücretle geçiniyor. Gerçekten bu yüzden bunun büyük bir sosyal patlamaya, sosyal infiale yol açacağını söylüyorum. Neye göre söylüyorum? Sokakta gördüğüm tansiyona göre.”

MESEM’ler Türkiye’nin en utanç verici başlıklarından biri

Özel, Ercüment Akdeniz’in hükümetin MESEM politikasına ve MESEM’li çocukların öldürülmesi üzeirne sorduğu soruya şöyle yanıt verdi:

“MESEM meselesi Türkiye’nin en utanç verici meselelerinden biri. Bunu bütçe konuşmamda da söyledim. Çocuklardan biri asit kuyusuna düştü, birinin başını pres ezdi, biri 10’uncu kattan düşerek öldü, bir diğeri kuyuya düşerek hayatını kaybetti. Bir ülkede 15 yaşındaki öğrenciler böyle ölür mü? Eğer buna mesleki eğitim deniyorsa, Almanya’da da mesleki eğitim var. Almanya’da mesleki eğitimde 30 yıldır, 18 yaşın altında tek bir çocuk ölmemiş.

Türkiye’de ise yılbaşından bu yana 18 yaşın altında çok sayıda çocuğumuz, neredeyse 18 kardeşimiz hayatını kaybetti. Bu MESEM işi, Milli Eğitim Bakanı’nın ağzında büyük bir ukalalıkla, büyük bir küstahlıkla savunuluyor. “Zaten bunların okulda işi yok” deniyor. Yarım gün okul, yarım gün ucuz iş gücü olarak çalıştırılıyorlar. Bu, emek sömürüsünün daniskası.

Hem 18 yaşından küçük çocuklar çalıştırılıyor, hem ağır bir emek sömürüsü var, hem de bu çocukların burada başlayan sigortalılıkları ileride emekliliklerine sayılmıyor. Böyle çok katmanlı bir adaletsizlik söz konusu. Bu mesele bence Türkiye’nin en utanç verici meselesi. Mecliste bunu anlatırken, iktidar sıralarını bırakın, muhalefet sıralarındaki milletvekillerinin bile başını öne eğdiğini gördüm. Bir ülkeyi yöneten mecliste konuşulan meseleye bakın; gerçekten çok utanç verici.

Dahası, arkadaşlarının ölmesine ve çocukların ucuz iş gücü olarak kullanılmasına itiraz ettiği için bugün bir öğrenci tutuklu. TİP’li kardeşlerimiz Silivri’de tutuklu. MESEM’lerde öğrencilerin ölmesine utanmayanlar, buna itiraz eden öğrencileri tutuklamaya da utanmadı. Üstelik itirazları da dün reddedildi. Hiç olmazsa itirazla serbest bırakılırlar diyorduk, o da olmadı.”

‘Mücadele vaat ettim, eninde sonunda iktidar vaat ettim’

Banu Güven’in CHP’nin 39’uncu Kurultayı sonrası yol haritasına dair sorusuna yanıt veren Özel, şunları söyledi:

“Şu anda partide görünen, yani normal parti süreçleri içinde yer alan herkes aynı hedefe kilitlenmiş durumda: İktidar ve bunun için mücadele. Bunu kurultay konuşmamda da açıkça söyledim. Ben kimseye güzel günler, kolay bir yoldan iktidar yürüyüşü vaat etmedim. Acı çekmeyi ama direnmeyi, zulüm görmeyi ama teslim olmamayı vaat ettim. Mücadele vaat ettim. Eninde sonunda da iktidar vaat ettim.

Bu konuda parti içinde tam bir mutabakat var, ortada hiçbir şüphe yok. Anahtar listemiz olağan kurultaydan hiç delinmeden geçti. Zaten listemiz Türkiye İttifakı’nı temsil ediyor. Kürt demokratlar, muhafazakâr demokratlar, milliyetçi demokratlar, sosyal demokratlar var. Hepsi CHP’nin tüzüğüne ve programına bağlı ama birbirinden farklı renkler taşıyor.

Parti içinde geçmişte yaşanan tartışmalar artık geride kaldı. Son seçimlerde, Sayın Kılıçdaroğlu ile yarıştığımız kongrede en sert itirazları dile getiren isimlerden Zeynel Emre bugün partinin sözcüsü. Bu da gösteriyor ki biz o tartışma dönemlerini kapattık.

Parti bu birlikteliği sağlarken, hâlâ dışarıda bir yerlerde tartışma yaratan, huzursuzluk üretenlerle artık meşgul olmayacağız. Kurultaydan sonra çıkıp, partinin çıkmadığı televizyonlarda çok ağır sözler söyleyenlerle yolları ayırdık. Bundan sonra bir bütünü tek başına enfekte etmeye çalışan tekil odaklarla da zaman kaybetmeyeceğiz.”

Cellat ve Stockholm Sendromu tartışmaları

Banu Güven’in sorduğu “Stockholm Sendromu açıklamaları  ve celladına aşık olmama çağrısı” sorusuna Özel şöyle yanıt verdi:

“31 Mart’taki darbeden sonra bütün partiler büyük bir dayanışma gösterdi. Hepsine müteşekkiriz. Orada burada. Ayrıca diyorum HDP’nin eş genel başkanlarının hapiste olması Zafer Partisi’nin genel başkanın beş ay hapiste tutulmuş olması ve 19 Mart darbesi bizatihi partilerden çok halkın seçme hakkına vurulmuş darbelerdir diyorum. Ve hangi siyasi partiden olursa olsun bunu izleyebilirsiniz.  Herkesi Stockholm Sendromu’na karşı uyarıyorum. Celladınıza aşık olmayın diyorum. Ben burada bir ama burada bir gerçeklik var. Bunu DEM Parti’ye söylemedim. Eşgenel başkanlarına da açıkladım kendilerini kastetmediğimi.

Bizim DEM Parti’yle ilişkileri bozma lüksümüz yok bu siyasi çıkarlar açısından değil. Türkiye’nin ortak geleceği, çözüm umudu, barış umudu, demokrasi umudu, bu baskılardan kurtulma birlikte bir ortak yarına yürümek için DEM ile CHP ayrı düşemez. Hatta sandıktan ümidi olan kimse birbirinden ayrı düşemez. Ben 19 Mart, 26 Mart arası, Saraçhane’de otobüsün üstünde aynı anda hem Selahattin Demirtaş’ı hem de Zafer Partisi’nin genel başkanının meselesini söyledim. Israrla kurtuluş yok tek başına dedik. Bu bir demokrasi meselesidir.”

‘Halkın adayını masadan kaldıramam’

Ercüment Akdeniz’in İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda CHP’nin başka planlarının olup olmadığına  dair sorusuna şöyle yanıt verdi:

“İmamoğlu’yla ilgili soruya yanıtım net: Ekrem Başkan’ın meselesi bizim A, B, C, Z planımız. Sonuna kadar. Bunun başka bir yorumu yok. Çünkü aksi bir tartışma, iktidara yakın medyanın özellikle kaşımaya çalıştığı, CHP içinde ayrılık ve belirsizlik var algısına hizmet eder. Biz bu oyuna gelmeyiz.

Adayın belirleneceği güne kadar Ekrem İmamoğlu bizim adayımızdır. Ben partinin genel başkanı olarak istersem kendim aday olabilirdim, doğal aday da olurdum. Ama bunu yapmayacağımı söyledim. MYK’dan aday belirlemedik, PM’den aday belirlemedik. İki milyon üyemizle ön seçim yapacağız dedik. Tüzüğümüzde olan halk yoklamasını, bu darbe girişimine karşı “dayanışma sandığı” adıyla hayata geçirdik.

On beş buçuk milyon kişi oy kullandı. CHP’nin üye sayısı iki milyon. Demek ki en az 13 milyondan fazla yurttaş, CHP üyesi olmadığı hâlde gelip oy verdi. Bu tablo şunu gösteriyor: Ekrem İmamoğlu artık sadece CHP’nin adayı değil, halkın adayıdır. Ben bu noktadan sonra o adayı çekip yerine başka birini koyamam.

Halkın adayını adaylaştırmamayı göze alanlar, bunun hesabını halka verir. O gün geldiğinde, “Halkın adayını adaylaştıramıyoruz” denirse, bu artık partinin değil halkın meselesidir. O zaman dönüp halka sorarız: “Sizin adayınızı elimizden aldılar, ne yapacağız?” Halk başka bir yol mu bulur, yeni bir inisiyatif mi alır, yetkiyi geri mi çağırır, bunu bugün kimse bilemez.

Çünkü artık mesele partiyi aşmıştır. Bu, doğrudan halkın meselesidir.”

Özgür Özel İlke TV’de açıkladı: İmamoğlu’nun tutukluluğuna gerekçe gösterilen İlke isimli gizli tanık ifadelerini geri çekti 

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına gerekçe yapılan gizli tanık ifadelerine ilişkin son dakika bilgisi paylaştı. Özel, kamuoyunda “Meşe” olarak bilinen gizli tanığın ifadelerinin ardından tutuklama kararı verildiğini, ancak iddianame aşamasında bu tanığın dosyada yer almadığını söyledi.

Özel, gizli tanık Meşe’nin iftira attığını ya da iftira attırıldığını düşündüğünü belirterek, “Meşe’nin ifadeleri sorularak Ekrem İmamoğlu tutuklandı. Ancak iddianame çıkınca Meşe yoktu. ‘Delirmiş’, ‘çözülmüş’ denilerek dosyadan çıkarılmıştı” dedi.

Meşe’nin yerine gizli tanık olarak “İlke”nin dosyaya dahil edildiğini ifade eden Özel, İlke’nin Meşe’nin söylediklerini birebir, noktasına virgülüne kadar tekrar ettiğini söyledi. Özel, Meşe’nin ifadesinden dört gün sonra yazılı başvuruda bulunarak tüm ifadelerini geri çektiğini ve koruma tedbirlerinin kaldırılmasını istediğini, bu yazının da ellerinde bulunduğunu aktardı.

Özel, Meşe’nin ardından yerine getirilen gizli tanık İlke’nin de tanıklıktan vazgeçtiğini açıkladı. “Gizli tanık Meşe’nin yerine ikame edilen İlke de tanıklıktan çekildi. Buna ilişkin resmî belge elimizde” diyen Özel, bu bilginin iddianame aşamasında kendilerinden gizlendiğini savundu.

İlke’nin tanıklıktan çekildiğine dair belgenin kamuoyuyla paylaşılacağını belirten Özel, “Yarından itibaren bunu açıklayacağız. Belgesi var, hatta arkadaşlar çıktı alıp getirirse yayında da gösterebiliriz. Bu belgeyi yayından bir saat önce gördüm” ifadelerini kullandı.

Özel, gizli tanık İlke’ye sonrasında ne yapıldığına dair bilgileri olmadığını belirterek, “Ama Meşe’nin söylediği her şey zorunlu olarak İlke’ye de söyletilmişti. İlke de tanıklıktan vazgeçti” dedi.

‘Süreç Bahçeli’nin selamlaşmasıyla başladı’

Özel, Türkiye’de Kürt sorununun çözümü için başlayan yeni sürece dair şunları söyledi:

“Bu süreç geçen yıl 1 Ekim’de Sayın Bahçeli’nin attığı sembolik adımla, DEM Parti sıralarıyla selamlaşmasıyla başladı. O güne kadar biz DEM Parti ile selamlaşıyoruz, bayramlaşıyoruz, yerel ve genel seçimlerde aynı sandıklarda, aynı adaylarda buluşabiliyoruz diye neredeyse söylenmedik söz kalmıyordu. Sırf “merhaba” dediğimiz için bile ağır ithamlarla karşı karşıya kalıyorduk.

O gün Sayın Bahçeli selamlaştığında bana bir anda 16 mikrofon uzattılar. Normal şartlarda beklenen cümle belliydi ama ben onu söylemedim. “Bu kez doğrusunu yapmıştır. Sayın Bahçeli’nin selamlaşması kıymetlidir, doğru olan budur. Normali budur” dedim. Bu benim için de sürprizdi. Oturuyorduk, on dakika sonra mikrofonlara konuşurken bunu söyledim. Çünkü biz, partimle birlikte, bu yaklaşımın ve bu duygunun partisiyiz. Karşımızda demokratik siyasetin ürettiği, seçtiği, Meclis’e taşıdığı bir siyasi parti ve temsilciler var; önce bunu kabul etmek gerekir.

Ardından Sayın Bahçeli yaklaşık üç salı sonra Meclis’te bir konuşma yaptı ve sürecin önünü açan ifadeler kullandı. Bundan 35 dakika sonra benim grup konuşmam vardı. Orada da açıkça şunu söyledim: “Madem Sayın Bahçeli böyle diyor, ben de Kürtlerin, her Kürt’ün kendini ait hissedeceği bir cumhuriyet vaat ediyorum.” Yani “Bu devlet benim de devletimdir” diyebilecekleri bir Türkiye’den söz ettim. Bu sözlerim bilinçli biçimde çarpıtıldı ama ben Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni herkesin kendi devleti olarak hissedebileceği bir düzeni savunuyorum.

Zaten genel başkan olduktan sonraki ilk grup konuşmamda da bunu net biçimde ifade etmiştim. “Türkiye’de Kürt sorunu vardır, Alevi sorunu vardır” demiştim. O günlerde iktidar ve ortakları “Böyle sorunlar yok, sadece terör sorunu var” diyordu. Benim yaklaşımım çok açık: Son bir Kürt “sorunum var” diyorsa Kürt sorunu vardır ve çözülmelidir. Son bir Alevi “sorunum var” diyorsa Alevilerin sorunu vardır ve çözülmelidir. Bu meseleler eşit yurttaşlık temelinde, gerekli yasal düzenlemeler yapılarak ve uygulamadaki aksaklıklar giderilerek ele alınmalıdır.

Bu çerçevede süreç ilerledi. Biz, Meclis Komisyonu fikrinin başından beri savunucusu olan, tarihsel tutarlılığı bulunan ve dünya örneklerinde bunun işe yaradığını bilen bir siyasi parti olarak bu çağrıyı sürdürdük. Zamanla başka partiler de benzer öneriler dile getirdi. Kimi 100 kişilik komisyon dedi, kimi yalnızca Meclis’te grubu olan partileri işaret etti. Biz buna itiraz ettik. Bütün siyasi partilerden en az bir temsilci olması gerektiğini savunduk.

Sonunda bir yol bulundu ve bugünkü kompozisyon ortaya çıktı. Bu kompozisyon belirlenirken de nitelikli çoğunluk, basit çoğunluk gibi temel ilkeler üzerinde ciddi tartışmalar yürütüldü. Bu sürecin nasıl şekillendiği, hangi kararların hangi çoğunlukla alınacağı meselesi baştan itibaren bizim mücadele alanlarımızdan biri oldu.”

‘CHP’nin olmadığı komisyondan korkun, biz hepinizin güvencesiyiz’

Özel, Meclis’te kurulan komisyona dair şunları söyledi:

Komisyon tartışmaları yapılırken, nitelikli çoğunluk–basit çoğunluk ayrımı başta olmak üzere pek çok konuda mücadele verdik. Seyahat gibi teknik kararlar basit çoğunlukla alınabilir ama hayati kararların nitelikli çoğunlukla alınması gerektiğini savunduk ve buraya kadar geldik. Bu komisyona girerken yalnızca çözüm vaat etmedik; aynı zamanda bu meseleden rahatsızlık duyan, geçmiş çözüm sürecine ciddi tepki göstermiş kırılgan kesimlere de açıkça şunu söyledik: CHP’nin olduğu komisyondan değil, olmadığı komisyondan korkun. Biz orada hepinizin güvencesiyiz.

Şehit ailelerinin, gazilerin gözüne bakamayacağımız, onlara hesap veremeyeceğimiz bir işin içinde olmayacağımızı özellikle vurguladım. Bu sözü söylediğimde rahmetli Sırrı Süreyya Önder’le aramızda geçen bir diyaloğu da hatırlatmak isterim. Bana, “Bazen annenin yüzüne bakamazsın ama oğlunun yüzüne bakarsın, yoksa onun da oğlu şehit olacak” demişti. Haklı olduğu bir yan vardı ama mesele bundan ibaret değil. Çünkü ben şehit ve gazi derneklerine gittiğimde, bana defalarca şu sözler söylendi: “Biz yandık, başkası yanmasın. Çözüm olsun ama geçen seferki gibi kimse bizi kandırmasın, kimse bizi aldatmasın. Bizimle de konuşulsun.”

Bu yüzden şehit ailelerinin ve gazilerin gelip komisyonda dinlenmesini istedik. Ankara’ya geldiklerinde siyasi partileri ziyaret ettiler, ben de gidip onları ziyaret ettim. Süreci yakından takip etmeye devam ediyorlar.

CHP, hangi kitleyi temsil ettiğini bilen, tarihsel sorumluluğunun farkında olan; ama aynı zamanda sol, sosyal demokrat bir parti olarak barışı savunma yükümlülüğünü de bilen bir yerde duruyor. Türkiye’nin savaşa değil barışa bütçe ayırdığında neler yapabileceğini bilen bir yerden bu cesareti alıyoruz. Burada bir sıkıntı yok.

Elbette kolay bir siyaset alanı da var. AK Parti ve MHP’nin yıllarca bize “terörist” dediği bir zeminde, onları bir kenara bırakıp sert ve milliyetçi reflekslere oynayan bir siyaset kısa vadede pragmatik getiriler sağlayabilir. Ama bu CHP’ye yakışmaz. Biz bunu yapamayız. ”

‘İktidarda biz olsaydık süreci daha şeffaf yürütürdük’

“Biz iktidarda olsaydık, AK Parti ile MHP’nin yürüttüğünden çok daha şeffaf, çok daha açık, çok daha katılımcı ve çok daha demokratik bir süreç işletirdik. Bu komisyonu başından beri savunan partiyiz. Komisyona giderken de çalışma esasları konusunda en kapsamlı hazırlığı yapan parti yine CHP oldu. Boşuna “kurucu parti” denmiyor; komisyonda olası her durumda nasıl bir iç hukuk işletileceğine dair son derece ayrıntılı bir hazırlık yaptık. Sayın Murat Emir ve arkadaşlarımız bu çalışmayı komisyona taşıdı ve gerçekten iş görüyor.

Bununla da yetinmedik. Komisyona 29 maddelik bir demokratikleşme paketi sunduk. Şu anda o paketin çok daha gelişmiş bir hâli üzerinde çalışıyoruz; pazar ya da pazartesi günü teslim edilecek. İlk hâli 10–12 sayfa olan bu paket, komisyon çalışmaları sırasında gördüğümüz ihtiyaçlar, arkadaşlarımızın önerileri ve mevcut yasal düzenlemelere dair eklerle sürekli güncellendi. Siyah bölümler üzerine kırmızı, sarı ve yeşil eklemeler yapıldı; şu anda ek altı sayfasıyla birlikte yaklaşık 49 sayfalık kapsamlı bir rapora dönüştü. Pazartesi gününe kadar da çalışmayı sürdürüyoruz.

Biz bu meseleye kalıcı, samimi ve ülkenin tamamının faydasını gözeten bir çözüm önerisiyle yaklaşıyoruz. Yazılacak raporda mümkün olan en geniş mutabakatın sağlanması gerektiğine inanıyoruz. Ancak şunu da açıkça söylemek gerekiyor: Komisyonun yalnızca bir “dinleme komisyonu”na dönüşmesi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sürekli ayak sürmesinin sonucudur. Komisyon 31 Aralık’a kadar pek çok somut adım atacaktı; gelinen noktada dinlemeler ancak tamamlanabildi.

Bu durumun bilinçli bir oyalama olduğu kanaatindeyim ve yalnız ben değil, pek çok arkadaşım da böyle düşünüyor. Hatta komisyondaki ayak sürmeye ilişkin tespit, MHP’nin de DEM’in de CHP’nin de ortak tespitidir. Ancak kimse sürecin bütününe zarar vermemek adına bunu yüksek sesle dile getirmiyor.

Oysa ülkenin iktidar partisinin elinde Milli İstihbarat Teşkilatı var. Gidip görüşmeleri yapan, gelip bilgi veren bir devlet mekanizması var. İbrahim Kalın’ın yürüttüğü temaslar da Cumhurbaşkanı’ndan ve iktidardan bağımsız işler değil. Devlet dediğiniz şey binalardan ibaret değildir; görevlendirirsiniz, gider gelir. Bu sürecin bir buçuk-iki yıllık bir geçmişi var. Suriye meselesi, İsrail’in pozisyonu, İngiltere ve ABD istihbaratlarının rolü, Suriye’nin kendi gerçeklikleri ortada.”

‘Toplumsal destek sağlanmalı’

Gazetecilerin geçiş yasasının nasıl uygulanabileceğine dair sorusuna şöyle yanıt verdi:

“Aslında bu soruya iki yönlü cevap vermek lazım. Önce olumsuz tarafından başlayayım. Bu sürecin buraya geleceği baştan belliydi. Şu anda herkes aynı resme bakıyor ama farklı tarifler yapıyor. Rahmetli Sırrı Süreyya Önder’le bu konuları ilk konuştuğumuzda bana şunu söylemişti: “Geçen sefer önce çözüm sonra barış dedik, bu sefer önce barış sonra çözüm diyoruz.” Ben de itiraz ettim, “Olur mu böyle?” dedim. Bana, “Kırk yıldır süren bir meselede bir çözüm umudu varsa, uzatılan eli tutarsın” dedi. Haklıydı.

Ama geldiğimiz noktada görüyoruz ki, bu işin doğası gereği bir süreci var. Ön görüşmeler, müzakereler, karşılıklı güven artırıcı adımlar, ön hazırlıklar, kamuoyunun bilgilendirilmesi, toplumsal desteğin sağlanması, yasal düzenlemeler ve bir geçiş süreci… Bunlar olmadan bu iş çözülmez. Devletin belli evreleri bu süreci zaten yaşamış durumda. Bunu söylediğimizde başta kızıyorlardı ama öyle bir süreç olmadan buraya gelinemezdi.

Şimdi de görüyoruz ki belli bir noktaya kadar yol alınmış. Ama siyasi kaygılarla, seçmenlerine “kayıtsız şartsız silah bırakma var, başka hiçbir şey yok” deniliyor. Bunun böyle olmadığını herkes biliyor. Bu şekilde anlatırsanız süreç burada tıkanır. Silahlar nereye bırakılacak, nasıl bırakılacak, kim nasıl gelecek; bunların konuşulmuş olması gerekir ve konuşulmuş. Ama halktan gizleniyor.

Açık söyleyeyim: Böyle bir sürecin evreleri konuşulmadan, planlanmadan, karşılıklı mutabakat olmadan kimse siyasi partilere “biz hazırız” demez, kimse de bu muhataplık ilişkisine girmez. Bu belli bir noktaya gelmiş. Ama en baştan en büyük hata yapıldı: Halka açık olunmadı. Halka anlatılamayacak şeyler gizli tutuldu. Oysa baştan anlatmak, toplumsal desteği sağlamak gerekiyordu. “Hiçbir şey yok, sadece kayıtsız şartsız silah bırakma var” denildi. Şimdi bunun böyle olmadığı ortaya çıkıyor. Komisyona yapılan sunumlar da, devlet yetkililerinin partilere verdiği bilgiler de bunu gösteriyor.

Olumsuz tarafı bu. Böyle yapılmamalıydı. Yapılınca da herkes kendi metnini yazıyor, süreç kilitleniyor gibi görünüyor.

Pozitif taraftan bakarsak şunu söyleyeyim: AK Parti ve MHP’nin kendi metinlerini yazmasında başlı başına bir mahsur yok. Zaten bize ilk geldiğinde, İmralı heyeti ve DEM heyeti de şunu söylemişti: İmralı bütün inisiyatifi eline alarak mutlak bir silahsızlanmayı sağlamakta kararlı. Kim sözünü tutmasa o tutacak. Bugün Devlet Bahçeli de o sözün tutulduğunu ve artık devletin adımlar atması gerektiğini söylüyor. O zaman bu iş bir şekilde çözülür.

Ama benim itirazım başka bir noktada. Birileri, terörü bitirip Kürt meselesini belli boyutlarıyla çözüp, demokrasi sorununu ve otoriter rejimi aynen koruyarak yoluna devam etmek istiyor. Ben buna itiraz ediyorum. Bu mesele demokratikleşme adımları olmadan kalıcı biçimde çözülemez.

“Özel yasa olacak mı, geçiş nasıl olacak?” gibi sorular soruluyor. Açık söyleyeyim, özel yasayı yazmak benim işim değil. Çünkü benim MİT’im yok, ordum yok; kaç mağara var, kaç silah bırakılacak, nasıl olacak bilmiyorum. Bunları bilecek ve planlayacak olan devlettir. Ama siyaset kurumu olarak bizim görevimiz, bu sürecin demokratikleşmeyle birlikte, topluma açık ve kalıcı bir çözüme evrilmesini sağlamaktır.”

Özel’den ‘ana dil’ açıklaması: Devlet bir imkan harcayacaksa neden karşı çıkalım? 

CHP Genel Başkanı Özgür Özel “ana dil” ile ilgili de açıklamalarda bulundu.

Özel ana dilde öğrenim için “Elbette Türkçeyi de öğrenecek ama kendi dilinde yetkinliği kazanması önemliyse, buna devlet bir imkan, bir bütçe harcayacaksa, bu da o çocuğun ilerideki gelişim için iyi olacaksa biz buna neden karşı çıkalım?” diye konuştu.

CHP Genel Başkanı “Ana dilde logaritma dersini vermek de meseledir yani. Veya bunu talebeden her vatandaşa vermek meseledir. Ya da edebiyat dersi. Kürt dili ve edebiyat meselesinde mesela bambaşka bir şeydir. Bu çok haklı bir şeydir. Çerkezler için de yapabilmek lazım” ifadelerini kullandı.

Gazeteci Banu Güven’in “eşit yurttaşlık ilkesi” temelinde ana dilde “öğrenim”, “eğitim” ve “sağlık” başta olmak üzere bu konuda devletin kamu kaynaklarının kullanılmasına dair sorusunu “Biz ana dil haktır, ana dilin öğrenimi, eğitimi, geliştirilmesi ve kullanımıyla ilgili her türlü güvenceyi sağlar diye yazmışız.” diye yanıtlayan Özel, “öğrenim” ve “eğitim” dışında da ana dilin sosyal yaşamda, hastane gibi kamusal alanlarda kullanımına ve bu noktada verilmesi gereken hizmete vurguda bulundu.

“Devletin bazı yerlerde hastanın ana dilini bilen birisini de görevlendirmesi lazım” diyen CHP Genel Başkanı, “Hiç Türkçe bilmeyen bir kadına meme kanseri araması yapmak ne demek mesela? Birtakım farkındalıklar, mesela uyuşturucuyla mücadele için ebeveyn eğitimleri var.” ifadelerini kullandı.

Anayasa tartışmaları: Anayasaya uymayanla anayasa yapılmaz

Gazetecilerin yeni anayasa tartışmalarına ilişkin sorusuna Özel şöyle yanıt verdi:

Biz çok ilkesel bir yerden şunu söylüyoruz: Anayasaya uymayanla anayasa yapılmaz. Bir kere anayasa yapacaksak, mevcut anayasaya uyulmasını bekliyoruz. Anayasaya uymak ne demek? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulamak demek, Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamak demek. Anayasadaki hâkim teminatına, yargı bağımsızlığına uymak demek.

Bugün ortaya konulan tablo ise tam bir rezalet. Öyle bir noktaya gelindi ki, 40. Ağır Ceza Mahkemesi oluşturuluyor; daha doğrusu dava oraya düşürülüyor, ardından yeni bir heyet atanıyor. Bu, doğal hâkim ilkesine doğrudan aykırı. Sipariş bir heyetin dosyaya bakması kabul edilebilir bir şey değil. Ekrem İmamoğlu’nun ya da bizim bir arkadaşımızın altına şerh düştü diye Anadolu’nun öbür ucuna sürülmesi de olmaz. Bu şartlar altında bu iktidarla anayasa yapmayız.

Eğer bütün bu anayasa ihlallerini ortadan kaldırırlarsa, yargı üzerindeki baskı kalkarsa; Kavala, Selahattin Demirtaş gibi AİHM ve AYM kararlarına göre serbest bırakılması gereken herkes özgür kalırsa, tutuksuz yargılama gerçekten hayata geçerse… Hani bir sihirli değnek değmiş gibi bütün bu ihlaller ortadan kalkarsa, o zaman oturup başka bir şeyi konuşmak gerekir.

O zaman da şunu net tarif etmek gerekir: Anayasaya uymamanın müeyyidesi ne olacak? Bir alt mahkeme anayasaya uymuyorsa ne olacak, cumhurbaşkanı uymuyorsa ne olacak? Bunun karşılığı çok açık biçimde yazılmalı.

Burada bir adalet mantığına da ihtiyaç var. Rahmetli anneannemin anlattığı bir hikâye vardır. İki evladı miras yüzünden kavga etmesin diye şöyle bir yöntem bulmuş: “Malları biriniz ortadan ikiye bölsün, öbürünüz istediği parçayı seçsin.” Bölen adil bölmek zorunda kalır, seçen de eşit olandan birini seçer. Anayasayı da böyle bir mantıkla yapabiliyorsan gel yapalım.

Dünyada iç tüzük değişikliklerinde muhalefetin öneri getirebilmesinin sebebi de budur; söz hakkı kısıtlanmasın diyedir. Hatta bazı ülkelerde iç tüzük değişiklikleri bir sonraki dönemde yürürlüğe girer. Aynı şey anayasa için de geçerli olabilir. Anayasayı değiştiriyorsak, bir sonraki dönemde uygulansın.

Bugün bazıları “Parlamenter sisteme dönelim” diyor. Peki, nasıl dönülecek? Cumhurbaşkanı yine aynı kişi olacak, seçimleri o yönetecek, hükümeti kurma yetkisini yine o verecek ya da vermeyecek. 7 Haziran–1 Kasım sürecini yaşadık biz. O yüzden gerçekten samimilerse şunlara varlar mı? Meclisin uzlaşmasıyla tarafsız bir cumhurbaşkanı seçmeye, mevcut cumhurbaşkanının başbakanlığa dönmesine, erken seçim tarihini ilan etmeye, seçim kanununu hep birlikte yazmaya ve adil, serbest seçim için bütün güvenceleri vermeye varlar mı?

Bunlara varırlarsa, bütün anayasaya uyduktan sonra elbette oturulur konuşulur. Ama bu anlayışla, bu uygulamalarla anayasa masasına oturulmaz.”

‘Bu sürecin sonunda kimse tek başına kazanamaz’

Sürece yönelik CHP’nin bölge ziyaretleri kararı aldığını hatırlatan Ercüment Akdeniz, bu konuda konferans gibi bir planlamalarının olup olmadığını sordu, Özel cevapladı:

Ocak ayı içinde bir dizi adım atmayı planlıyoruz. Tüm siyasi partileri davet edeceğiz. Hatta Resul Emrah Şahan’ın da ilk fikir olarak dile getirdiği üzere, bu sürece yönelik bir konferans düzenleme hazırlığımız var. Buna ek olarak Suriye’ye ilişkin; Arap Alevilerin endişeleri başta olmak üzere bütün başlıklarda, Meclisin kurumsal olarak yapabileceği her türlü çalışmanın içinde oluruz. Katkı sunmayı hem doğru hem de gerekli buluyoruz.

İmralı meselesinde de daha önce söylediğim gibi, komisyonda bütün zorluklara rağmen yer aldık. Bu bizim bilinçli bir tercihimizdi. Hesabını da seçmene veririz. Ancak bu süreçte çok haksız saldırılar ve eleştiriler aldık. Sonrasında yaptığımız kapsamlı hatırlatmalarla birlikte bu eleştirilerin tonu da değişti. DEM Parti’nin kurumsal kimliğinden, eş genel başkanlarından, il başkanlarından gelen daha nezaketli ve yapıcı yaklaşımlar oldu. Bunları önemsiyoruz. Yönetim sorumluluğu olmayan bazı çevrelerden gelen, geçmişe dönük ağır ithamların ise kimseye faydası yok. Bir yandan AK Parti ve MHP’yi aşırı olumlayıp, diğer yandan CHP’yi hedef alan bu dilin çözüm üretmediği ortada.

Bizim esas baktığımız nokta samimiyet, kararlılık ve sonuç alma iradesidir. Bu konuda inancımız var ve samimiyiz. Bir kez daha altını çizmek isterim: Bu işin sonunda kimse tek başına kazanamaz. Muhalif kesimde zaman zaman “Bu süreç başarılı olursa Erdoğan kazanır” korkusu yaratılıyor. Oysa tam tersine; bu sürecin başarısına hep birlikte katkı sağlarız, sonra seçimlere gider, hep birlikte yarışırız. Türkiye’nin barışına birlikte katkı koymuş bir muhalefetin başarı şansı bugünkünden daha düşük olmaz, daha yüksek olur.

Eğer süreç başarısız olursa ve biz bu masada yer almışsak, en azından “denedik” deriz. Ne oldu yani? Ülke mi bölündü, bayrak mı indi, ezan mı sustu? Bugüne kadar bu korkular üzerinden Erdoğan CHP karşısında pek çok seçim kazandı. Oysa biz müezzinin de hakkını savunuyoruz, uzman çavuşun da. Bu meselenin müzakeresinde Mecliste de varız.

Biz özgüvensiz bir siyaset yapmıyoruz. Sürekli kaybeden bir muhalefet psikolojisiyle her şeye korkuyla refleks veren bir yerde durmuyoruz. Ne yaptığımızı biliyoruz ve olmamız gereken yerde duruyoruz. Kimsenin vagonu değiliz, kimsenin önünden gidip yol temizliği yapan bir parti de değiliz. Kendi programımız, seçmene verdiğimiz taahhütler, CHP’yi var eden değerler ve toplumun bizden beklentileri doğrultusunda hareket ediyoruz. Ülkenin birinci partisi olmanın ve tüm anketlerde önde çıkmanın sorumluluğuyla davranıyoruz.

Bölge ziyaretleri konusunda da bir iletişim kazası yaşandı. TUSAŞ saldırısı, 19 Mart süreci ve yaz dönemi nedeniyle kesintiye uğrayan ziyaretlerimizi zaten planlıyorduk. “İmralı kararından sonra bölgeye gidilecek” şeklindeki yorum doğru değil. Yarım kalan ziyaretleri tamamlayacağız. Ocak ayının ikinci yarısında, şubat ortasına doğru; Hakkâri, Şanlıurfa gibi illeri kapsayan iki ya da üç ayrı ziyaret planımız var. Şu ana kadar 81 ilin 67’sine gittim, bölgede sadece üç ile gidebildim. Onu da tamamlayacağız.

Özgür Özel: Suriye’de gerçeklik yok sayılarak entegrasyon olmaz 

Özgür Özel, Suriye’de devam eden entegrasyon ve güvenlik tartışmalarına ilişkin de değerlendirmelerde bulundu. SDG’ye yönelik “silah bıraksın, dağılsın, bireysel entegrasyon sağlansın” çağrılarını eleştiren Özel, sahadaki güç dengelerinin bu söylemlerle örtüşmediğini söyledi.

Özel, Suriye’de “içine katılsın” denilen ordudan çok daha büyük silahlı güçlerin varlığına dikkat çekerek, “Fiiliyatta kim kime katılıyor, nasıl katılıyor? Bu soru zaten ortada duruyor” dedi. “Ayrılsınlar, tek tek gidip buraya katılsınlar” şeklindeki ifadelerin gerçeklikten kopuk olduğunu vurgulayan Özel, “Açık konuşmak lazım, çocuk mu kandırıyoruz? Kim kiminle neyi, nasıl konuşuyor?” ifadelerini kullandı.

SDG’ye yönelik sert söylemlerle entegrasyon çağrılarının bir arada kullanılmasını da tutarsız bulan Özel, “İsterseniz ‘SDG dağıtılsın, bayrak indirsin, kabul etmiyoruz; olmazsa operasyon’ dersiniz. Bu bir tercihtir, açıkça söylenir. Ama bir yandan bunu deyip, diğer yandan sahadaki gerçekliği yok sayarak konuşmak tutarlı değildir” diye konuştu.

Suriye’de yeni bir durumun ortaya çıktığını belirten Özel, eski güvenlik ezberleriyle sürecin yönetilemeyeceğini söyledi. “Bugün Suriye’de Kürtler var, Araplar var, Dürziler var, Aleviler var, Sünni Araplar var, Alevi Araplar var. Bu çeşitliliği yok sayarak ‘sen terör örgütüsün, öbürü cihatçı’ diyerek bu tabloyu açıklayamazsınız” dedi.

Özel’e göre çözümün anahtarı, bu toplumsal çeşitliliği tanıyan demokratik bir anayasa. Türkiye’nin rolünün de bu yönde olması gerektiğini vurgulayan Özel, “Türkiye eğer bir inisiyatif alacaksa, bunu dayatma üzerinden değil, Suriye’de demokratik bir anayasanın oluşmasına katkı sunmak üzerinden almalı. Bu sürece uluslararası kuruluşlar da dahil edilmeli” ifadelerini kullandı.

Demokratik bir anayasa çerçevesinde yeni bir ordu kurulacaksa, mevcut silahlı yapıların bu orduya nasıl entegre edileceğinin adil ve hakkaniyetli biçimde tarif edilmesi gerektiğini söyleyen Özel, “Adil biçimde inşa edilmeyen bir yapıdan devlet çıkmaz. Herkesin birbirini gayrimeşru gördüğü bir denklemden istikrarlı bir devlet de çıkmaz” dedi.

Özel, Suriye’de kalıcı istikrar için yapılması gerekenin açık olduğunu belirterek, “Suriye’nin bugünkü realitesini görmek, bu realite üzerinden anayasal bir devlet inşa etmek ve buradan hareketle hep birlikte yaşama, hep birlikte var olma ve o ülkeyi hep birlikte savunma iradesini ortaya koymak gerekir” değerlendirmesinde bulundu.

‘Suriye’nin bir an önce istikrara kavuşması için Türkiye inisiyatif almalı’

Özgür Özel sözlerine şöyle devam etti:

“Oranın bir an önce istikrara kavuşmasını sağlamanız lazım. Bunun için de Türkiye’nin inisiyatif alması gerekiyor. Bugün Şara üzerinden kurulan ilişkiler buna örnek. İngiltere çıkıp “Biz onu yetiştirdik, bugünler için hazırladık” diyor; eski hâlinin rol, bugünkü kravatlı hâlinin gerçek olduğu söyleniyor. Nedir bilmiyorum ama bir gerçek var: Zamanında dünyanın en fazla sentetik uyuşturucu üretilen, 16 Selefi örgütün bir arada yaşadığı bir alandan söz ediyoruz. Bu yapılar oradan bütün Suriye’ye dağıldı.

Şimdi sen kafayı kesenleri, amfetamin üretenleri, bütün dünyayı zehirleyenleri muhatap alıyorsun. Bunlardan birinin hepsine hâkim olduğunu ve hatta İngiliz istihbaratı tarafından bugüne özel yetiştirildiğini kabul ediyorsun, muhatap kabul ediyorsun. Öbür taraftan da görüştüğün bu gerçeği gizlemeye çalışıp bugün bambaşka bir dil kuruyorsun.

Türkiye’nin bütün tarafları dikkate alan bir yaklaşım kurması gerekiyor. Oradaki Nusayrilerin, her an katliam tehdidi altındaki Arap Alevilerinin Türkiye’deki akrabalarının ruh hâlini de düşünmek zorundayız. Kürt kardeşlerimizin Türkiye’deki Kürtlerle bağları birkaç kilometre ötede devam ediyor. Buradan bağlıyız. Araplara verilen önemi söylüyorsak, Türkiye’de 6,5 milyon Arap yurttaşımız var ve onların da Suriye’deki akrabalarıyla gönül bağları var.

Türkiye bütün bu yapıları bir masaya oturtup uzlaştırabilir, ev sahipliği yapabilir; buna hiçbir itirazım yok. Ama bu sürece uluslararası kuruluşlar da dâhil edilmeli. Çünkü Suriye’nin istikrarı yalnızca Türkiye’nin değil, bütün Avrupa Birliği’nin meselesi. “Yirmi sığınmacı gelir mi” diye ödleri kopanlar, 5,5 milyon sığınmacıyı Türkiye’nin tuttuğunu unutmamalı. Onların da taşın altına elini koyması sağlanmalı.

Suriye’de kalıcı bir çözüme ihtiyaç var. Suriye’nin barışı Türkiye’nin barışına, Türkiye’nin barışı da Suriye’nin barışına katkı sağlar. İki tarafın birden barışı, Türkiye’nin yüzyılın ikinci çeyreğinde ekonomik ve demokratik olarak çok daha hızlı ilerlemesini mümkün kılar. Yeter ki herkes bu meselede üzerine düşeni yapsın.”

Türkiye’nin ve bölgenin ortak geleceği için cesaretle adım atılmalı’

“Burada gerçekten Türkiye’nin ortak geleceği için cesaretle ve kararlılıkla, hızla atılması gereken adımlar var. Ben Türkiye’deki Kürtler için de, Suriye’deki Kürtler için de önce sağlık ve barış diliyorum. Her şeyden önce ölmemelerini istiyorum. Barış içinde, sağlıklı bir yaşam sürmelerini istiyorum.

Suriye’deki Kürtlerin; oradaki Dürzilerle, Araplarla, Türkmenlerle birlikte anayasal güvenceye sahip olmasını; sınırın bu tarafındaki ve öte tarafındaki akraba Kürtlerin de Türkiye’nin ve Suriye’nin istikrarlı, ortak ve iyi bir geleceğinin teminatı olmasını istiyorum. Bunun için atılacak her adım, yarın Türk’ün de Kürt’ün de çocuğunun karnını doyuracak, milli geliri artıracak, iş imkânı yaratacak.

Burada ayrıca önemli bir imkân var. Cumhuriyet Halk Partisi ile DEM, bölgede bazı rejimlerin çöküşünden sonra seküler çizgide duran iki parti. Orta Doğu’da artık yalnızca İhvan, Müslüman Kardeşler ya da benzeri yapılara değil, başka bir değerin yükselmesine yönelik ciddi bir toplumsal talep var. Bu noktada Türkiye iyi bir örnek oluşturabilir. Ben “sekülerizmi ihraç edeceğiz” gibi bir iddiada bulunmuyorum. Ama CHP’nin varlığıyla, Türkiye’nin Suriye’de barışı savunan tutumuyla; Selefi grupların değil, demokratik bir anayasanın varlığıyla ve oradaki Kürtlerin tüm varlıklarıyla bu anayasal düzene dâhil olup üretmesi, kazanmasıyla birlikte bambaşka bir tablo ortaya çıkabilir.

Ortadoğu’nun sürekli sömürülen, savaştırılan, iki tarafa da silah satılan ve petrolü yağmalanan bir coğrafya olmaktan çıkıp; doğal varlıklarıyla, insan gücüyle kalkınan, kazanan ve dünyada gerçekten güçlü bir aktör hâline gelmesi mümkün. Ortadoğu’daki bu güçlenmenin en büyük kazananları da, hangi ülkede yaşıyor olurlarsa olsunlar, Kürtler ve Türkler olacaktır.”

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Suriye’de SDG üzerinden yürütülen entegrasyon tartışmalarına ilişkin, “Ortada ordudan daha büyük silahlı güçler varken ‘tek tek katılsınlar’ demek ciddiyetsizliktir” dedi. Özel, çözümün dayatma değil, Suriye’nin tüm toplumsal kesimlerini kapsayan demokratik bir anayasa olduğunu vurguladı.

Kaynak: https://ilketv.com.tr/ozgur-ozel-ilke-tvde-konusma-zamani-programinda/


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑