Prof. Dr. Ercan Türeci: Çarşambalıyım, 78 kuşağıyım, Kurtuluşçuyum
“Samimiyet ve sahicilik” ile bir ömür hekimlik… Kocamustafapaşa’dan Gazze’ye uzanan bir hekimlik, “Bedeli varsa öderim” diyerek nöbet tutan doktorun portresi.

Evrim Kepenek – bianet
İstanbul’un kalbinde, Kocamustafapaşa’nın yıpranmış taşlarına yarım asırlık bir mesai bırakan bir hekim: Prof. Dr. Ercan Türeci.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin Anesteziyoloji ve Reanimasyon hocası olarak neredeyse 50 yıl aynı kurumun içinden geçti, amfiler değişti, binalar yıkıldı, tabelalar değişti fakat onun mesleğe ve insana bakışı değişmedi.
Resmî vedayı reddedip çalışma arkadaşlarının omzunda uğurlanmayı tercih etti, ona göre Cerrahpaşa “asker ocağı değil, derebeylik şatosu değil” ve hekimler de emir eri değil.
Türeci sadece Cerrahpaşa koridorlarında değil, dünyanın kriz hatlarında da nöbetteydi: 17 ülkede 32 görev, savaşın ve felaketin ortasında kurulmuş sahra hastanelerinde sayısız hayat. Gazze/Han Yunus’taki Avrupa Gazze Hastanesi’nde geçtiğimiz yıl 6 hafta çalıştı gönüllü ekiplerden barınmadan gıdaya kadar her şeye hazırlıklı olmaları istendiğinde, “o bedeli ödemek gerekiyorsa öderim” diyerek gitti.
Sonrasını ondan dinliyoruz.
Paylaşma ve dayanışma
Bu sabah size soru hazırlarken “hocam muazzam yerlere gitmişsiniz” diye düşündüm. Neler yaptınız?
Ben 2005’te başladım gitmeye. O zamanlar internet yalnızca ofislerde o da kendi iç haberleşmelerinde vardı. Bizim öyle bir şansımız yoktu. Ama aslında o benim şansımdı diyelim. Çünkü o zaman iş kolaydı: Arkadaşlarıma, dostlarıma, aileme “gidiyorum” derdim, giderdim döndüğüm zaman da “ben geldim” derdim.
Fakat internet icat olup yayılınca bu sefer herkes üç gün, beş gün geçtikten sonra “ya ne oluyor, ne bitiyor, haber alamıyoruz, endişeliyiz” demeye başladı. Benim de oradaki bütün zamanımı e-mail yazmakla geçirmem gibi bir şey çıktı ortaya. Sonra şunu buldum: Gittiğim sürenin ortalarına doğru, hem benden hem ortamdan bahseden genel bir mektup yazıp herkese göndermeye başladım.
Seyfi (arkadaşım) “Ercan, insanların bunu bilmesi lazım, buralarda böyle şeyler yaşanıyor oralara giden insanlar var” dedi. “İzinle bunları yayacağım” deyince yazılarım, mektuplarım bia’da yayınlanmaya başladı.

Bu hikâye nasıl başladı peki? Sınır tanımayan hekimlik / uluslararası insani tıp örgütleriyle tanışmanız…
Burada uzun lafın kısası bir “tercih” yok. 78 kuşağı olarak durduğum yer belli. İdeolojik etiketle değil de güncel kelimelerle söylersek paylaşma ve dayanışma. Hekim olunca “kendi bilimimin dışında daha ne yapabilirim” diye düşünüyorsunuz.
En çok bilinen kurumlardan biri (çoğu kişinin “Sınır Tanımayan Doktorlar” diye bildiği) yapıyla başladım ama kurum ismi vermekte bazen tereddüt ediyorum haksızlık olmasın. Başka kurumlar da var çünkü. Başvurumu yaptım. 1991’de yoğun bakım uzmanı oldum 2005’e kadar böyle bir düşüncem yoktu. Eski hocalarım “ya dışarı çık, özele geç para kazan üniversitede kalacaksan akademik kariyer yap yoksa seni bırakmazlar, yerler” derlerdi. Akademide kişisel ilişkiler, güç çatışmaları oluyor.
2005’te doçent olunca Nafiz Ağabey’in dediği oldu: “Doçent olmak devlet eliyle dokunulmazlık kazanmaktır.” Uzmanken izin istersin, reddedilirse yapacak bir şey yok akademik unvanın varsa “gidiyorum” diye dilekçe bırakır gidersin. O özgürlükle başladım.
İlk başta o yapıyla gittim. Sonra Uluslararası Kızılhaç/Kızılay hattı, Operation Rainbow (çocuk ortopedik/rekonstrüktif cerrahi), Operation Smile (yarık damak–tavşan dudak) gibi kurumlarla da çalıştım. Çok sevgili dostum Richard Gostin’le 2007-2008’te Nijerya’da tanıştık. O “niye sadece MSF?” diye sordu “başka ne olabilir ki” demiştim. Onun referansıyla farklı kurumları da gördüm. Dedim ki: “Farklı örgütlerle çalışayım, organizasyonlarını ve anlayışlarını göreyim hangisi kafama uyuyorsa onunla devam ederim.”
“Mahalle kültürü içinde büyüdüm”
İlk nereye gittiniz?
İlk Pakistan’a. 1999 depreminden sonra onlar da 2005’te büyük deprem yaşadı. Depremin merkez üssü Mansehra’da çadır hastaneye, ortopedi ve travma cerrahisiyle çalışmak üzere gittim. İki aya yakın çalıştık depreme bağlı akut vakalar azalınca programlı (trafik vb.) ortopedik vakalar baskın hale geldi, çekilme kararı alındı devredip döndük.
Pakistan’dan sonra? Ukrayna’yı ve Gazze’yi de biliyoruz…
Sayı çok kronoloji karışık. Kısaca: Afganistan (2012–2015 arası üç yıl üst üste farklı kurumla), Yemen çatışmaların başı, Nijerya (Delta ve Borno “Boko Haram” dönemleri), Güney Sudan, Filipinler, Peru, Guatemala, Honduras, Fas… Toplam 17 ülkede 32 görev. Amerika ve Kanada hariç Güney/Orta Amerika, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Uzak Doğu; Avustralya hariç Asya’nın epey yeri.
“İnsanın insana kıyıcılığının sonu yok”

“Her seyahat insanı dönüştürür” derler. Bu kadar coğrafya, yoksulluk, savaş… Sizde neyi değiştirdi?
Yanlış anlaşılmasın kendimi şöyle tanımlarım: Çarşambalıyım, 78 kuşağıyım, Kurtuluşçuyum. Mahalle kültürü içinde büyüdüm. 78’in gerçeği malum: en ucuz şey genç hayatıydı. Gözümüzü kırpmadan ortaya koyuyorduk. Paylaşma ve dayanışma o yoğunlukta şekillendi.
İhtisas döneminde 224 sayılı “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi” çerçevesi vardı koruyucu hekimliğin değerini sahada gördük. Bürokrasiyle çatışmalar, sürgünler… Bütün bunlardan geçmiş birine Yemen’de, Sudan’da, Afganistan’da 2 metre ötesinde patlayan bomba pek bir şey yapmıyor.
Hacettepe’den bir arkadaş “delip geçer ama tortu bırakır” demişti haklı. Belki tahammülsüzlüğümün amplitüdü arttı: frekans azaldı ama her patladığımda daha sert patlıyorum.
Net öğrendiğim bir şey var: İnsanın insana kıyıcılığının sonu yok. En uç örnek Afganistan’dı; hemen gerisinde Afrika hikâyeleri gelir. Kurşunla yaralanmış üç aylık bebek gördüm. O zaman “bu işin sonu yok” diyorsunuz.
“Üzülürsün” denir ya hiç üzülmedim”

Gazze’de ne gördünüz? Korktuğunuz zamanlar oldu mu?
Korkmuyorum. Çarşamba’dan gelen “silah işine alışıklık”, 78 kuşağı pratiği… Ölmekten ya da yaralanmaktan değil tutuklanmaktan korkarım annemle uğraşamam. [Gülüyor.] Orada savaş var ve tıbbi yardım gerekiyor. Bu anestezi ve cerrahiyle olacak iş ve ben bunu yapabiliyorsam yaparım. Orada ödeyeceğim bedel umurumda değil gerekiyorsa öderim.
Gazze’ye savaşın başlangıcından 4–5 ay sonra gittim. Han Yunus’taki Avrupa Gazze Hastanesi’nde (EGH) çalıştık. Normalde gönüllü kalış süresi 3 aydır Gazze’de 6 hafta ile sınırlandı. Kuruluştan, barınma-gıda dahil her şeyi kendimiz çözelim diye bir buçuk sayfalık hazırlık notu geldi. “Filistin’e giriş izni yok” denilerek ekiplerin geri çevrildiği çok oldu; Ürdün’den girip İsrail tarafında 10 saat tutulup deport edildiğimiz de.
Emekli oldunuz. Cerrahpaşa’da alışılmadık bir veda yaşandı. Ne hissettiniz?
“Üzülürsün” denir ya hiç üzülmedim. Çünkü aidiyet duyduğum fiziksel yapı yok edildi. Öğrenciliğimin, uzmanlığımın, doçentliğimin geçtiği hiçbir bina artık yok. Akademik yapı da yıllar içinde tahrip oldu. 2013’te hazır olan yerinde yenileme projesi yıllarca bekledi sonra birden hızlandı. Siyasi iktidar değişmedi, ekonomi daha kötüye gitti o zaman “neden şimdi?” diye soruyorsun.
Cerrahpaşa asker ocağı değil. 500’ün üzerinde öğretim üyesinin taşınmadan haberi yoktu. Kararlar “Yarın gidiyorsun” diye tebliğ edildi. Prefabrik pandemi hastanesinden tıp fakültesi hastanesi olmaz olmuyor. 32 ameliyathaneden dörde, yatak sayıları indi lağım taşıyor, tavan çöküyor, ısınmıyor koridorlarda kurbağalar… MR/BT aylarca çalışmadı mamografi 9 ay çalışmadı kardiyolojinin girişimsel aletleri aylarca atıl kaldı.
Nöroradyoloji (kentin en önemli inme merkezi) bile “kansız ameliyat” yapan üniteyken durduruldu söküm-yerleştirme ihaleleriyle uzadı yeni yerin tavanları cihazı taşımıyor. Tanı-tedavi randevuları bekledi acile ulaşamayıp ölenlerin sayısını bilen yok.
“Bölünmeye yeterince direnemedik” diyorsunuz. Neden?
Mayıs 2018’deki 7141 sayılı yasa ile bölündük. “İÜ hantal, yönetilemiyor” gerekçesiyle. Bugün sayılar yine yüksek. Saikler farklı bence. O dönem “Merkez bina ve İstanbul EAH, Cerrahpaşa Üniversitesi’nin olacak” denildi, oditoryum dolusu öğretim üyesi inandı, “yaşa var ol” diye alkışladı. Uyduruk palavralarla bölündük. Öğrencisi, hocası, çalışanı eylem yaptı ama hiçbir zaman 150–200 kişiyi aşmadı. 500 akademisyen, 4 bin öğrenci, 1.800 hemşire/personel/asistan vardı direnemedik.
“Yönetme-ele geçirme-yola getirme” politikasının bir uzantısı oldu. Bir yandan yasal koşullar değiştirilip atamalar yapıldı, sonra geri alındı “dışarıdan getirilen” bir ismin iki yılda başhekimlik-profesörlük-dekanlık hattında yükseltilmesine ise itiraz edilmemesi “Biz kendimizi yönetmekten aciziz” demek oldu.
Emeklilik kurgunuzu da merak ediyoruz hali ile
Mesleki şovenizmimdir ama anestezi gerçekten gergin-stresli bir iş. Biraz nefes istedim. 6.000’den fazla kitabım var okumayı deli gibi severim aktif çalışırken zaman kalmadı.
Emeklilikte: (1) kitap, (2) sevdiğim insanlarla zaman, (3) Sapanca’daki küçük ev, bahçeyle uğraşmak. Anesteziyi yalnızca yurt dışı çalışmalarda yapacağım. Ocak-Nisan için UK-Med uygunluk sordu “uygun” dedim. Filistin ve Güney Lübnan’a giriş şimdilik izin yok “olur-olmaz” haber verecekler.
Bir yandan Sosyal Dayanışma ve İletişim Derneği ile politik iktidarı hedeflemeyen, günlük hayata değen insanî dayanışma işleri UMKE eğitimlerinde dersler fakülte ve hastanelerden konuşma çağrıları. Türk Radyoloji Birliği’nin merkez dergisi için Gazze üstüne yazı istendi onu da yollarım.
Sizin için “olmazsa olmaz” kavramlar neler?
İnsanları ikiye ayırırım: sevimli ama güvenilmez ve her yola güvenilecek ama pek sevimli olmayan. Asıl olan hem sevilebilir hem güvenilebilir olmak. En çok önem verdiğim iki şey: samimiyet ve sahicilik. İnsan, kurum, devlet… Ne isen dürüstçe öyle ol. “Kokain çekip toz şeker diyen”e kızarım, kullanıyorsan “kullanıyorum” de.
Günlük tuttum yıllarca yazdıklarımı kitap yapmamı isteyen arkadaşlara “içindeki olumsuz örnekler idealist gençlerin hevesini kırar” diye çekiniyorum. Anette Heinzelmann bana yıllar önce “insanın olduğu yerde insanî sorunlarla karşılaşacaksın” demişti, doğru. O yüzden içeride kalıp mücadele etmeyi, olumlu yapının üstüne koymayı seçiyorum.
Son soru: Yolculuk bundan sonra nereye?
“Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et.” [Gülüyor.] Temel kurgu bu: okumak, sevdiklerim, Sapanca dışarıdan çağrıldığım insani yardım görevleri. Fiziken kendimi yetersiz hissetmediğim sürece gitmeye devam edeceğim.
Ercan Türeci’nin bianet yazılarını buradan okuyabilirsiniz.
(EMK/HA)
























































