Makaleler

Published on Eylül 29th, 2025

0

Osmanlı’dan T.C.’ye anakronist anlayışı deşifre etmek | Erkan karakaplan


Osmanlı İmparatorluğu’nda Kölelik Kurumu: Ganimet Kadınlar, Köle Pazarları ve Üretim Merkezleri

​Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kölelik sistemi, çok yönlü ve çileli bir yapıya sahipti. Bu sistem, sadece savaş esirlerini değil, aynı zamanda ticari yollarla elde edilen ve özel merkezlerde yetiştirilen yığınlarıda de içeriyordu. Osmanlı’da köleliğin önemli unsurlarından olan ganimet kadınlar, köle pazarları ve köle üretim merkezleri halen detaylı bir incelemeye muhtaç.

​Köleliğin Temel Kaynakları ve Ganimet Kadınlar

​Osmanlı İmparatorluğu’nda kölelik, genellikle üç ana kaynaktan besleniyordu: savaşlar, baskınlar ve ticaret. Bunların içinde, fetihler ve savaşlar sırasında elde edilen köleler (özellikle ganimet kadınlar) önemli bir yer tutuyordu. Savaş ganimetleri, askeri bir zaferin yasal bir parçası olarak kabul ediliyordu.

​Ganimet kadınlar, genellikle imparatorluğun bünyesinde hizmet vermeleri için saraylara, konaklara ve varlıklı ailelere dağıtılıyordu. Bu kadınlar, farklı statülerde görev yapabiliyorlardı. Kimileri ev işlerinde çalışırken, kimileri de cariye olarak haremde yer alıyordu. Özellikle haremde yer alan cariyeler, eğer bir padişahın ya da yüksek rütbeli bir yöneticinin ilgisini çekerlerse, kademe atlayabilir ve hatun veya valide sultan gibi önemli pozisyonlara yükselebilirlerdi. Bu durum, kölelik sisteminin her zaman statik bir yapıya sahip olmadığını, bireylere yükselme şansı sunarak, sonradan köleliğe gelenleri kendileri gibi biatçı köleler olarak yetirsinler diye.

​Köle Pazarları (Esir Pazarları)

​Köleliğin ticari boyutu, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük şehirlerinde bulunan esir pazarlarında (esir hanları) yoğunlaşıyordu. İstanbul’daki Çemberlitaş civarında yer alan Esir Pazarı, imparatorluğun en büyük ve en işlek köle ticaret merkezlerinden biriydi. Bu pazarlar, sadece kadın ve çocukların değil, aynı zamanda erkek kölelerin de alınıp satıldığı yerlerdi. Köleler, burada fiziksel özelliklerine, yaşlarına, yeteneklerine ve geldikleri bölgelere göre sınıflandırılıyordu.

​Köle pazarları, genellikle bir han şeklinde organize edilirdi ve burada kölelerin barınması, bakımı ve ticareti için gerekli tüm imkanlar bulunurdu. Köle ticareti, resmi vergilerle ve hukuki düzenlemelerle denetim altındaydı. Alıcı ve satıcılar arasındaki işlemler, kayıt altına alınıyor ve devletin kontrolünde yürütülüyordu. Bu pazarlarda, kölelerin sağlık durumları ve yetenekleri, potansiyel alıcılar tarafından dikkatle inceleniyordu. Kadın köleler genellikle ev işleri, çocuk bakımı, dokuma, seks işçiliği veya diğer zanaatlar için tercih edilirken, erkek köleler de tarım, inşaat, askerlik veya zanaatçılık gibi alanlarda kullanılıyordu.

​Köle Üretim Merkezleri ve Özel Yetiştirme

​Osmanlı’da köleliğin bir diğer iğrenç yönü de, kölelerin sadece dışarıdan getirilmesiyle sınırlı kalmayıp, zaman içinde oluşturulan üreme kampları ve aynı zamanda özel merkezlerde yetiştirilmesiydi, bunu sonralı tüm gerici sistemler örnek aldı. Osmanlı askerleri ile güzel, boylu poslu kadın köleler (genelde batılı, sarışın köleler) çiftleştiriliyor ve çocuklar doğduktan sonra annelerinden alınıyorlardı. Çocukların kimlikleri yok oluyor, erkekler yeni çeri ve kızlar köle olarak osmanlı ailesine bağlı bir türk kimliği ile yetiştiriliyorlardı.Bu merkezler, özellikle devşirme sistemi gibi askeri ve idari ihtiyaçlar için vahşi savaşçı bireylerin yetiştirildiği yerlerdi. Yüz binlerce çocuk bu kamplarda doğdu ve eğitimlerden geçti. Günümüzde mavi gözlü ve sarışın türklerin DNA’sında genelde bu kamplarda olan köle kadınların DNA’sı vardır.

(Bu sistemi bir nevi Nazi almanyasıda devralarak, ari çocuk doğurma mekanları olarak ve erkek çocukları askeriyeye hizmet etmeleri için kurumlaştırmıştı.)

​Bu kamplarda doğan kız çocukları için Cariye okulları veya özel eğitim merkezleri olarak adlandırılabilecek bu yerlerde, genç kızlar çeşitli sanatlar, müzik, edebiyat ve görgü kuralları konusunda eğitiliyordu. Bu eğitimden geçen cariyeler, daha yüksek bir değere sahip oluyor ve genellikle padişah, şehzade veya vezir gibi önemli şahsiyetlere sunuluyorlardı. Bu durum, köleliğin basit bir emek gücü tedarikinden çok, kültürel ve idari bir araç olarak da kullanıldığını gösterir.

​Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kölelik sistemi çok katmanlı bir yapıya sahipti. Ganimet kadınlar savaşların yasal bir sonucu olarak imparatorluk topraklarına girerken, köle pazarları bu sistemin ticari damarını oluşturuyordu. Öte yandan, devşirme ve cariyelik gibi özel sistemler, köleliğin sadece bir ticaret aracı değil, aynı zamanda devletin ve seçkin ailelerin ihtiyaç duyduğu nitelikli insan gücünü yetiştiren bir mekanizma olduğunu ortaya koymaktadır. Bu karmaşık yapı, köleliğin Osmanlı toplumunun sosyo-ekonomik ve politik hayatında ne kadar derin bir yer edindiğini açıkça göstermektedir.

Osmanlı’da Köle Kadınlar ve Köle Merkezleri: Yabancı Gözlemcilerin Kaleminden

​Osmanlı İmparatorluğu’nda kölelik, hem sosyal hem de ekonomik hayatın önemli bir parçasıydı. Özellikle kadın köleler, saray, konak ve ev işlerinde, cariye olarak veya eş olarak kullanılıyordu. Bu durum, Batılı gezginlerin, diplomatların ve yazarların ilgisini çekmiş, kaleme aldıkları eserlerde geniş yer bulmuştur. Bu yabancı gözlemcilerin aktardıkları, Osmanlı’daki islam şeriatına uygun köleliğin acımasız ve vahim boyutlarını gözler önüne seriyor.

​Köle Merkezleri: Canlı İnsan Pazarları

​Osmanlı şehirlerinde, özellikle İstanbul’da, köle ticaretinin yapıldığı pazarlar, yabancı gözlemciler için en çarpıcı manzaralardan biriydi. Bu pazarlar, Esir Pazarı veya Avrat Pazarı olarak biliniyordu. İngiliz gezgin ve yazar John Covel, 1670’lerde İstanbul’u ziyaret ettiğinde bu pazarlardan birini şu şekilde tasvir eder:

​”Pazar, bir avlunun etrafındaki küçük dükkanlardan oluşuyor. Dükkanların içinde, farklı milletlerden, yaşlardan ve güzelliklerden kadınlar, erkekler ve çocuklar sergileniyor. Alıcılar, kölelerin dişlerini, ellerini, ayaklarını, hatta çıplak vücutlarını inceliyor ve pazarlık yapıyor. Bu sahne, bir hayvan pazarı gibi…”

​Bu tasvirler, kölelerin birer mal gibi alınıp satıldığı, insanlık onurunun hiçe sayıldığı bir düzeni ortaya koymaktadır. Özellikle kadın köleler, fiziksel görünümlerine, yaşlarına ve becerilerine göre fiyatlandırılıyordu. Edmondo de Amicis gibi 19. yüzyıl yazarları da, bu pazarların acımasızlığını ve utanç vericiliğini vurgulamıştır.

​Harem ve Konaklarda Köle Kadınların Hayatı

​Köle pazarlarından satın alınan kadınların birçoğu, zengin evlerin, konakların veya sarayın haremine alınırdı. Öncesi dayak, işkence ve sert kurallara boyun eğme sürecinden sonra kimliksizleştirildğinde hareme alınılıyorlardı. Harem, sadece cariyelerin değil, aynı zamanda ev işlerinde çalışan, çocuklara bakan veya efendilerine eşlik eden köle kadınların da yaşam alanıydı. Fransız gezgin ve yazar Lady Mary Wortley Montagu, 1717’de yazdığı mektuplarda, Osmanlı haremlerinde tanıştığı köle kadınların hayatını anlatır:

​”Kölelerin durumu, Batı’daki gibi tamamen bir esaret değildir. Bazıları, efendileriyle yakın ilişkiler kurar, hatta çocuk doğurabilirler. Ancak, yine de birer mülk gibi muamele görürler ve efendilerinin iradesine tamamen bağlıdırlar.”

​Bu sözler, kölelerin statüsünün karmaşık olduğunu gösterse de, temelde özgürlükten yoksun oldukları gerçeğini değiştirmez. Amerikalı misyoner ve yazar Lucy M.J. Garnett, 19. yüzyılda yazdığı eserlerde, haremlerdeki kadınların maruz kaldığı fiziksel ve psikolojik istismarları detaylandırır. Garnett’e göre, bu kadınlar genellikle zorla çalıştırılıyor, kötü muamele görüyor ve efendilerinin keyfine göre cezalandırılabiliyordu.

​Köleliğin Vahim Sonuçları

​Yabancı gözlemcilerin aktardıkları, Osmanlı’daki köleliğin sadece ekonomik bir sistem olmadığını, aynı zamanda insan haklarını çiğneyen, derin acılar yaratan bir pratik olduğunu gösteriyor. Köle kadınlar, ailelerinden, kültürlerinden ve kimliklerinden koparılıyor, birer eşya gibi kullanılıyordu. Bu durumun en trajik yönlerinden biri, cariyelerin efendilerinden doğurdukları çocukların yasal statüsüydü. Bazı durumlarda bu çocuklar azat edilse de, annelerinin kölelik statüsü genellikle değişmiyordu.

​Yabancı gözlemcilerin, seyahatnamelerinde, mektuplarında ve günlüklerinde yer verdiği bu tanıklıklar, Osmanlı’daki köleliğin karmaşık, vahim ve insanlık dışı boyutlarını gözler önüne sermektedir. Bu kaynaklar, modern tarihçilik için paha biçilmez birer belge niteliği taşımakta ve köleliğin acımasız gerçekliğini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Halen türk veya türkleşmiş şoven islamcı çevreler bu tarihi yok sayarak, kendilerine anakronist bir anlayışı uydurarak kendilerinin tarihini yüce görmekteler. 

​Osmanlı’da Alevilere Yönelik Savaşlar ve Kadın Köleler

​Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve yükseliş dönemlerinde, fetihler sırasında esir edilen insanları köleleştirmek yaygın bir uygulamaydı. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda Safevi Devleti ile yaşanan gerilimler ve çatışmalar, Alevilerin de bu durumdan etkilenmesine yol açtı.

​Bu dönemde, Safevi Devleti’ne yakın olan ve Kızılbaş olarak adlandırılan Alevi topluluklarına yönelik seferler düzenlendi. Bu seferler sırasında ele geçirilen erkekler genellikle öldürülüyordı. Kadınlar ve çocuklarda genelde öldürülüyorlardı ve çok az bir bölümü, özellikle çocuk kızlar köle olarak alınıyor ve Osmanlı topraklarındaki beylere ve paşalara dağıtılıyordu. Bu köleler, ev işlerinde, tarlalarda veya çocuk bakıcısı olarak çalıştırılıyordu. Kızılbaş topluluklar en lanetli topluluk olarak görülüyordu ve onların katli vacipti. 

​​Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu öncesi ve bugüne Ermeni, Rum, Kürt, Zaza, gayri İslam ve Alevi katliamları sonrası yetim çocukların asimilasyonu

​Tarih, sadece geçmişte yaşanmış olayların kronolojik bir dökümü değil, aynı zamanda insanlığın etik ve ahlaki ikilemlerle dolu bir aynasıdır. Bu ayna, özellikle devletlerin ulus inşası sürecinde azınlık gruplara uyguladığı politikalar incelendiğinde, modernitenin yüzeyinin altında yatan karanlık gerçekleri de gözler önüne serer. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş öncesi dönemi gayri islam olanlara ve sonrasında Kürt, Zaza ve Alevi toplumlarına yönelik uygulanan politikalar ve bu politikaların bir sonucu olarak yetim kalan çocukların asimilasyonu, bu bağlamda derinlemesine bir felsefi analiz gerektirmektedir. Geleneksel kölelik kavramının ötesinde, bu süreç, modern köleleştirme biçimlerinin ve “insan malı” haline getirme olgusunun acı bir örneği olarak okunabilir.

​Mülkiyet ve Kimliğin İhlali: Geleneksel ve Modern Kölelik Arasında Bir Köprü

​Geleneksel kölelik, bir bireyin bir başkasının mülkü haline gelmesi, fiziksel ve hukuki olarak alınıp satılabilir bir eşya olarak görülmesidir. Ancak, modern kölelik, bu fiziksel zincirlerden ziyade, bireyin benliğini, kimliğini ve özgür iradesini hedef alır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında Kürt, Zaza ve Alevi katliamları sonrası yetim kalan çocukların asimilasyon süreci, bu modern köleliğin felsefi bir modelini sunar. Bu çocuklar, fiziksel olarak bir pazarda satılmamış olsalar da, kimlikleri ve kültürel mirasları ellerinden alınarak, yeni bir ideolojiye ait “ürünler” haline getirilmişlerdir. Bu süreçte, isimlerin değiştirilmesi, dilin yasaklanması ve inancın zorla dönüştürülmesi, bireyin kendi benliğine sahip olma hakkının sistematik bir şekilde ihlal edilmesidir. Bu, sadece bir kültürel baskı değil, aynı zamanda bireysel mülkiyetin en temel biçimi olan kendi benliğine sahip olma hakkının gasp edilmesidir. Çocukların kültürel ve ruhsal köklerinden koparılması, onları yeni bir aidiyet sistemine zorla entegre etme çabası, onları sadece bedenleriyle değil, ruhlarıyla da mülk edinme girişimidir.

​Bireyin İnkarı ve İnsanın Araçsallaştırılması

​Immanuel Kant’ın ahlak felsefesinde, insanı asla bir amaç için araç olarak kullanmamak temel bir ilkedir. Ancak, yetim kalan çocukların asimilasyon süreci, bu ilkenin tam tersini sergiler. Bu çocuklar, yeni bir ulus-devletin inşası için birer araç, birer tuğla olarak görülmüşlerdir. Onların travmaları, kayıpları ve kimlik arayışları göz ardı edilmiş, sadece “Türk İslam milleti” ideolojisine uygun bireyler yaratma hedefi doğrultusunda manipüle edilmişlerdir. Eğitim sistemi ve yetimhaneler, bu araçsallaştırma sürecinin laboratuvarı işlevini görmüştür. Çocuklar, kendi benliklerinden vazgeçmeye ve yerine devletin belirlediği bir kimliği benimsemeye zorlanmıştır. Bu durum, bireyin özerkliğinin ve kendine özgü varlığının tamamen inkarı anlamına gelir. Bu çocuklar, sadece bir nesneye dönüştürülmemiş, aynı zamanda potansiyel olarak devletin kontrolünde birer ajan, birer üretken güç haline getirilmiştir.

​Belleğin Silinmesi ve Toplumsal Hafızanın İhaneti

​Michel Foucault, iktidarın sadece fiziksel baskı yoluyla değil, aynı zamanda bilginin ve söylemin kontrolüyle de işlediğini öne sürmüştür. Yetim çocukların asimilasyonunda, geçmişe dair belleğin silinmesi, bu iktidar mekanizmasının en acımasız yönlerinden biridir. Kürtçe, Zazaca ve Alevice isimlerin, geleneklerin ve hikayelerin yasaklanması, bu çocukların toplumsal bellekten koparılmasına yönelik bir adımdır. Bir toplumun hafızası, o toplumu var eden en temel unsurdur. Bu hafızanın silinmesi, bir nevi toplumsal bir cinayettir. Bu çocuklar, hem bireysel hem de kolektif olarak geçmişlerine ve atalarına ihanet etmeye zorlanmıştır. Bu durum, sadece bir kültürel asimilasyon değil, aynı zamanda bir tür ruhsal soykırımdır. Çünkü bir insanı geçmişinden koparmak, onu köksüz, aidiyetsiz ve savunmasız bırakır; bu da onu her türlü manipülasyona açık hale getirir.

​Bir Etik Yükümlülük Olarak Hatırlama

​Türkiye Cumhuriyeti’nin bu dönemi, sadece tarihi bir olaydan ibaret değildir; aynı zamanda modern kölelik, kimlik gaspı ve insan hakları ihlalleri üzerine felsefi bir tartışma sunar. Bu acı verici gerçekleri kabul etmek ve yüzleşmek, geçmişteki hataları onarmak ve gelecekte benzer olayların yaşanmasını engellemek için ahlaki bir zorunluluktur. Bu yetim çocukların hikayeleri, bize özgürlüğün sadece fiziksel zincirlerin olmaması değil, aynı zamanda kimliğe, kültüre ve geçmişe sahip olma hakkı olduğunu hatırlatır. Bu hikayeleri hatırlamak, gelecekteki nesillerin de insan onurunun pazarlanamaz ve devredilemez olduğunu anlaması için hayati önem taşır. Bu, tarihin bize sunduğu en değerli felsefi derslerden biridir.

​Bu tür tarihsel olaylarla yüzleşmek, bir toplumun kendi kimliğini ve ahlaki değerlerini yeniden inşa etmesinde önemli bir rol oynar.


Erkan Karakaplan – 29.09.2025

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑