Makaleler

Published on Temmuz 22nd, 2025

0

Masaya oturan devlet mi, yoksa taktik mi? | Hüseyin Şenol


Biz “barış” diyoruz. Ama hangi barışa? Teslimiyeti kabul etmeyen, halkların eşitliğini savunan, eleştiriyi dışlamayan, sansürü değil çoğulculuğu büyüten bir barışa…
PKK’nin silah bırakma töreniyle devam eden süreçte belirsizlikler, çelişkiler ve suskunluklar büyüyor…

PKK’nin Süleymaniye kırsalında gerçekleştirdiği silah bırakma töreni, Türkiye tarihinin en simgesel anlarından biri olarak lanse edildi. Ancak bu simgesellik, süreçle ilgili belirsizlikleri örtmeye yetmedi. Törenin ardından gelen açıklamalar, “barış” kavramının ağırlığını değil, “tasfiye” korkusunun derinliğini gösterdi. Çünkü ortada toplumsal bir mutabakat değil, tek taraflı bir irade beyanı vardı.

Barış ve Demokratik Toplum Grubu’nun “silahlarımızı özgür irademizle imha ediyoruz” açıklaması, büyük bir politik olgunluk ve fedakârlık içeriyordu. Ancak bu fedakârlığa karşılık, devletten gelen tek şey sustuğu diller, bombalanan dağlar, hedef alınan tutsaklar ve hâlâ işlevde olan kayyum düzeni oldu. Örgüt silah bırakırken devletin, tanklarını Kürdistan’dan çekmeyi bırakın, sınır ötesi bombardımanlarını artırması; çözüm değil, dayatma iradesi taşıdığını bir kez daha gösterdi.

Barış mı geliyor, yoksa tasfiye mi?

Silahların bırakılması bir niyet beyanıdır. Ancak bu niyetin karşılıklı olması gerekir. Bugün geldiğimiz noktada devletin müzakereyi sahiden mi istediği, yoksa sadece bir “dönemsel ihtiyaç” olarak mı değerlendirdiği meçhul. Unutmayalım: bu ülkede devlet, çözüm masasına sadece kendi ihtiyaç duyduğunda oturur. Bugün de öyle görünüyor. Çünkü masada yalnızca bir taraf silah bırakıyor, diğer taraf tankını, topunu, zindanlarını muhafaza ediyor. Daha törenin üzerinden birkaç gün geçmişken Türkiye, Metina’yı, Kurojaro’yu bombalıyor. Peki bu mudur barış?

Barış ve Demokratik Toplum Grubu’nun “silahlarımızı özgür irademizle imha ediyoruz” açıklaması, tarihe geçecek bir cümledir. Ama bu cümle ne yazık ki yalnız bırakıldı. Devlet cephesinden ne bir özgürlük vaadi, ne bir hukuk düzenlemesi, ne de demokratik entegrasyon yasası geldi. Besê Hozat’ın dediği gibi, “Gerekeni biz yaptık, devlet adım atmalı.”

Sessizlik daha fazla konuşuyor

Bu süreci farklı kılan en önemli özellik, şeffaf olmaması. Meclis’te yapılan komisyon toplantıları dahi açıklamasız geçiyor. Heyetlerin yaptığı görüşmelerin ardından “memnunuz” deniyor ama hangi konuda memnun olunduğu açıklanmıyor. Pervin Buldan’ın Adalet Bakanı Tunç ile yaptığı görüşmeden sonra dile getirdiği memnuniyet, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) çevrelerinden gelen “devlet hâlâ adım atmıyor” eleştirileriyle çelişiyor. O hâlde soru şu: Kim, neden memnun?

İmralı Heyeti’nin hem Erdoğan hem de Numan Kurtulmuş ile görüşmeleri sonrası yapılan açıklamalar, kamuoyunu bilgilendirmekten çok, manipülatif sessizlik yaratıyor. “Süreç önemli bir aşamaya geldi” gibi yuvarlak ifadeler, bizatihi bu sürecin en zayıf halkası hâline gelmiş durumda. Barış, halktan gizlenerek yapılamaz. Gizlenen her süreçte halk dışlanır, sadece devlet aklı ve örgüt aklı arasında bir “denge” aranır.

Gerilla barışa hazır, peki devlet?

Duran Kalkan’ın “Gerilla hazır, demokratik entegrasyon ve özgürlük yasaları çıkarılmalı” çağrısı, aslında PKK’nin pozisyonunun netliğini gösteriyor. Ama devlet, hâlâ bu cümleye karşılık verecek bir yasal düzenleme yapmış değil. KCK Eşbaşkanı Besê Hozat’ın ifadesi daha da net: “Çözüm niyeti olan, silahlı mücadeleyi durdurduktan sonra hemen PKK’ye özgü özel bir yasa çıkartırdı. Biz gerekeni yaptık, Türk devleti adım atmalıdır.”

Bayık’ın uyarısı da bir o kadar hayati: “PKK silah bırakır ama yarın başkası silahlanır.” Çünkü silahlı mücadeleyi doğuran koşullar değişmedikçe, örgütlerin biçimi değişebilir ama toplumsal direnişin özü ortadan kalkmaz. Faşist baskılar, halkların gasp edilen iradesi, cezaevlerindeki siyasetçiler ve süren kayyum rejimi varken, gerçek barıştan söz edilemez.

İktidar cephesinden sıkça dillendirilen “terörsüz Türkiye” söylemi ise, barış dilinden ziyade tek taraflı bir suçlamanın dilidir. Bu ifade, yalnızca PKK’yi değil, tüm direniş dinamiklerini kriminalize eden, sorunun nedenlerini değil sadece sonuçlarını hedef alan bir yaklaşıma işaret ediyor. Oysa barış, karşılıklı tanıma ve empati gerektirir. Suçun yalnızca bir tarafa yüklendiği, diğer tarafın tümden “meşru” ilan edildiği bir zemin, müzakere değil hüküm platformudur. Bu mantıkla bir anlaşma sağlansa bile sağlıklı ve kalıcı olması mümkün değildir. Gerçek bir çözüm için, tarafların eşit sorumlulukla ve eşit meşruiyetle muhatap alınması gerekir. Aksi hâlde, masa kurulsa da barış inşa edilemez.

İktidarın oyunu, muhalefetin körlüğü

Bu sürecin Erdoğan’a sağlayacağı avantajlar da yok değil. Silahların susmasıyla oluşan “barış iklimi”, hem uluslararası kamuoyunu hem de içerideki muhalefeti dengeleme aracı hâline getirilebilir. Erdoğan’ın “tarihi konuşması” bu bağlamda dikkat çekiciydi. Kızılcahamam’da yaptığı konuşmada, geçmişin acılarına ve devletin sorumluluğuna değindiği anlar, muhalefeti afallattı. Özellikle faşist ve ulusalcı cephe, “neyi savunacağız” krizi yaşadı.

Taner Akçam’ın da yazdığı gibi bu sürecin aslında “Erdoğan’ı da kurtarabilecek” bir rotaya evrildiği ortada. Barış süreci, onun yeniden seçilmesini ve yargılanmaktan muaf olmasını sağlayabilir. CHP ise bu oyunun farkında bile değil. Özgür Özel’in “barış ancak adalet ve demokrasiyle mümkün” açıklaması elbette kıymetli ama içeriği yok. İmamoğlu ise hâlâ “siyasal islamcı” dilin peşinde; Leman dergisine yönelik açıklamalarıyla, faşist hassasiyetlere sahip çıktığını bir kez daha gösterdi.

Devlet Bahçeli’nin “Cumhurbaşkanı’nın iki yardımcısı olsun, biri Kürt, diğeri Alevi olsun” önerisi, yüzeysel bir “temsiliyet” gösterisinden ibarettir. Bu ülkede ne Kürtlerin ne de Alevilerin ilk kez önemli görevlere geldiğini söyleyebiliriz. Tarih boyunca her düzeyde, her kademede binlerce örnek mevcut. Asıl mesele, “kimin Kürt’ü”, “kimin Alevi’si” olduğudur. Korucular da Kürt’tür; AKP’de, MHP’de de onlarca Kürt milletvekili, belediye başkanı vardır. Ancak onlar, sisteme entegre olmuş, kendi halkına yabancılaştırılmış figürlerdir. Bu yüzden halkın gerçek temsiliyeti, sadece etnik ya da mezhebi kimlikle değil; o kimliğe sahip halkın talep ve değerlerini savunmakla mümkündür.

CHP içinden Dr. Salih Uzun gibi isimlerin “kimlik siyaseti”ne yönelik tepkileri de dikkat çekici. Ancak bu tepkiler, gerçekte halkların kimlik talebine değil, bu talepleri bastırmaya yönelik ideolojik bir savununun parçası. Sorun “çok kimliklilik” değil; devletin dayattığı “tek kimlik” anlayışıdır. Bugün hâlâ Türk, Sünni, erkek ve heteroseksüel kimliğini esas alan bu resmi çizgiye karşı çıkmadan, eşit yurttaşlıktan söz edilemez. Kimliklerin reddi değil, eşit temsili talep edilmektedir. Tepki gösterilmesi gereken, halkların kimliğini savunması değil; devletin sadece bir kimliği kutsal kabul eden tahakkümüdür.

Demokrasiye giden yol sansürle döşenemez

Yurtsever basında bile sansür olağan hâle geldi. Kimi isimlere yönelik linç kampanyaları, sosyalist bir çok kesim ve kişinin eleştirilerinin yok sayılması ya da alternatif sosyalist görüşlerin dışlanması; sürecin demokratik niteliği hakkında ciddi kaygılar yaratıyor. Bugün sadece övgüye yer veren, “örgüt çizgisi dışındaki” her yaklaşımı düşmanlaştıran bir medya diliyle gerçek bir barış mümkün olabilir mi?

Eleştirisiz “devrim”, övgüsüz “demokrasi” olmaz. Kimsenin, ne Öcalan’ın ne DEM Parti’nin ne de yurtsever medyanın eleştiriden muaf tutulamayacağı açık olmalıdır. Yoksa korkunç bir içe kapanma ve tekleşme yaşanır ki bunun bedelini halklar öder.

CHP ile olmaz, AKP ile hiç olmaz

Bakırhan’ın son çıkışı yerindedir: “CHP’nin adayına hep biz oy veriyoruz, bu kez onlar versin.” DEM Parti’in artık yedek parti gibi davranmaktan vazgeçmesi gerekiyor. Ne AKP ile ne CHP ile yapılacak gizli-açık ittifakların halk nezdinde karşılığı yok. Hatimoğulları’nın “biz herhangi bir partiyle değil, devletle bu süreci yürütüyoruz” açıklaması doğrudur ama eksiktir. Devlet, eğer tüm partilerin ve kurumların ortak aklıysa, bu sürecin de ortak denetim ve katılımla yürütülmesi gerekir. Yoksa “süreç” olur, “çözüm” olmaz.

Zaten yeni anayasa, komisyon çalışmaları ve hukukî düzenlemelere dair ortada elle tutulur hiçbir şey yok. Ahmet Türk’ün dediği gibi, “Tüm kayyum uygulamaları kalkmadıkça” bir güven zemini oluşamaz. Hele ki hâlâ gerillanın bıraktığı silahların yerine korucuların elinden silahlar alınmıyorsa, bu tek taraflı fedakârlıkla barış değil ancak geçici bir sükûnet sağlanır.

Ortadoğu’da yanan ateş Kürdistan’ı da yakar

Barış süreci sadece Türkiye içi bir denklem değil. Suriye’deki gelişmeler, İran’ın pozisyonu, Irak Kürdistanı ile olan ilişkiler, süreci doğrudan etkiliyor. Türkiye, Suriye’de ve Irak Kürdistanı’nda işgalci pozisyonundan vazgeçmeden gerçek bir çözüm yaratamaz. Mannheim’daki toplantıda Feleknas Uca’nın sorduğu sorular bu açıdan önemliydi: “Eğer çözüm isteniyorsa neden hâlâ Kürt bölgeleri bombalanıyor? Neden tutuklamalar sürüyor?”

Uluslararası diplomasiyle iç kamuoyu arasında sıkışan bir barış süreci, bir yerden sonra tıkanır. Eğer PKK silah bıraktıysa, Türk devleti de işgal ettiği topraklardan çekilmelidir. Aynı anda hem “barış istiyoruz” deyip hem de sınır ötesi operasyon yürütmek, sahici değildir.

Yine ve bir kez daha Erdoğan’ın “Şara’yı yalnız bırakmayacağız” sözlerini hatırlayalım. Suriye’yi kana bulayan savaş politikalarının baş aktörlerinden biri olarak bu sözleri sarf eden Erdoğan, şimdi Türkiye’de barıştan söz ediyor. Peki, Ortadoğu’da işgalci politikaların sürdürücüsü olan, Rojava’da halk iradesini bastırmaya çalışan, Suriye’deki iç savaşta cihatçı gruplara kol kanat geren bir siyasetçiye, bu ülkenin barışı nasıl emanet edilebilir? Kendi halkının bir parçası olan Kürtlerle müzakere masasına oturan ama aynı anda başka bir parçada Kürt halkına bomba yağdıran bir aktöre güvenmek mümkün mü? Bu çelişkinin adı barış değil, taktiksel oyalamadır.

Bir soru daha: Tutsaklar ne olacak?

Barışın en temel önkoşullarından biri, politik tutsakların serbest bırakılmasıdır. Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, belediye başkanları ve binlerce yurtsever siyasetçi hâlâ cezaevindeyken, hangi toplumsal uzlaşmadan söz edebiliriz? Üstelik Meclis’teki komisyon görüşmeleri sonrasında bile bu konuya dair tek bir cümle edilmemesi, sürecin samimiyetini sorgulatıyor.

Karasu’nun “Öcalan sürece aktif katılmıyor” vurgusu da bu anlamda önemlidir. Öcalan’dan gelen son video mesaj da net bir çerçeve sunmamaktadır. Bu koşullarda barışa dair umut büyümüyor, belirsizlik derinleşiyor.

Barışa evet ama hangi barışa?

Biz “barış” diyoruz. Ama hangi barışa? Teslimiyeti kabul etmeyen, halkların eşitliğini savunan, eleştiriyi dışlamayan, sansürü değil çoğulculuğu büyüten bir barışa.

Barış, halkın talebidir. Devletin ya da örgütlerin inisiyatifinde sınırlandırılamaz. Ortak mücadeleye, eşit yurttaşlığa, demokratik anayasal güvenceye ve adalet sistemine dayanmayan hiçbir süreç kalıcı olamaz.

Bugün bu yazıyı, barışa katkı sunmak için değil; barışın içini boşaltma çabalarına karşı bir uyarı olarak yazıyorum. Çünkü biz sustukça, onlar barış adı altında bizi yok sayacaklar. O yüzden daha gür bir sesle söyleyelim: Onurlu ve şeffaf bir barışa evet!


Hüseyin Şenol – 22.07.2025

Tags: , , , , , , , , , , , , , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑