80 yıllık soru: Japonya’yı teslime atom bombaları mı zorladı? | Ayşe Hür
Bugün pek çok kişi, ABD hava kuvvetlerinin 6 Ağustos 1945 günü Hiroşima’yı bir uranyum-235 bombasıyla; 9 Ağustos 1945 günü Nagazaki’yi ise bir plütonyum bombasıyla yerle bir etmesinin, İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdirdiğine inanıyor. Peki, olgular bize ne söylüyor? Gerçekle propaganda birbirine nasıl karıştı?
Bugün pek çok kişi, ABD hava kuvvetlerinin 6 Ağustos 1945 günü Hiroşima’yı bir uranyum 235 bombasıyla; 9 Ağustos 1945 günü Nagazaki’yi ise bir plütonyum bombasıyla yerle bir etmesinin İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdirdiğine inanıyor. Tarihin en büyük insanlık suçlarından belki de birincisi olan bu bombalamalar, başlangıçta sadece birkaç kişi tarafından eleştirilmişti, büyük çoğunluk bombalamayı savunuyordu. Ancak 1965’te Amerikalı tarihçi Gar Alperovitz en azından görünüşte bombaların savaşın hemen sona ermesine neden olmasına rağmen, Japonya’nın liderlerinin her halükârda teslim olmak istediklerini ve muhtemelen 1 Kasım 1945 gününe planlanan Amerikan işgalinden önce teslim olacaklarını savundu. Bu nedenle de bombaları gereksiz gördü. Yani savaşı kazanmak için bombalamalar gerekli değilse, Hiroşima ve Nagazaki’yi bombalamak yanlıştı.
O zamandan bu yana pek çok kişi tartışmaya katıldı. Son olarak Amerikalı tarihçi Ward Wilson Japonya’nın teslimine atom bombaları mı sağladı konusunu olgusal olarak irdeledi ve ilginç bir sonuca vardı. (Makalenin adı “The Bomba Didn’t Beat Japan… Stalin Did” olup 30 Mayıs 2013 tarihli Foreign Policy dergisinde yayımlandı. https://foreignpolicy.com/2013/05/30/the-bomb-didnt-beat-japan-stalin-did/) Bugüne dek okuduğum yazılardan vardığım sonuçla çok örtüşen sonuçlar içerdiğini gördüğüm makaleyi sizler için çevirip özetledim…
Little Boy ve Enola Gay
Wilson’a göre geleneksel yorumla ilgili ilk sorun zamanlamadır ve bu ciddi bir problemdir. Geleneksel yorumun basit bir zaman çizelgesi vardır: ABD Ordusu Hava Kuvvetleri 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya bir bomba atar, 9 Ağustos’ta Nagazaki’yi başka bir bombayla bombalar ve ertesi gün Japonlar teslim olma niyetlerini bildirirler.
Burada bir parantez açayım: Hiroşima’ya atılan bomba 3 metre uzunluğunda 70 cm çapında 4 ton ağırlığında bir Uranyum 235 bombasıydı. Bombaya Little Boy adı verilmişti. Bombayı atacak uçağın adı Enola Gay ise uçağı kullanan Albay Paul Tibbets’in annesinin adıydı. Yardımcı pilot Yüzbaşı Robert Lewis idi. Saat 08,15’te 9600 metre yükseklikten bırakılarak yüzeyin 600 metre üstünde patlatılan Little Boy 1945 sonunda 140 bin, daha sonraki ölümlerle 200 bin kişiyi öldürmüştü.
Üç gün sonra 11.01’de Nagazaki’ye atılan bomba ise 3,25 metre uzunlukta, 1,5 metre çapında, 4,5 ton ağırlığında bir plütonyum bombasıydı. Binbaşı Charles W. Sweeney ve yardımcısı Yüzbaşı Charles D. Albury tarafından uçurulan The B-29 Bock’s Car (uçağın adı her zamanki pilotu Frederick Bock’un adından geliyor), tarafından 10 bin metre yükseklikten şehrin üzerine bırakılmış, yerden 500 metre yükseklikte patlatılmıştı. Bu bombanın ilk hedefi Kokura Tersanesi idi ama uygunsuz hava koşulları ve Kokura’daki füzesavar sistem yüzünden Sweeney ikinci hedef olan Nagasaki’ye atmaya karar vermişti. Ancak burada da rüzgârın ters istikamette esmesi sayesinde ilk hamlede planlandığı gibi 100 bin kişiyi değil 35 bin kişiyi öldürmüştü, bu sayı 1945 sonunda 75 bine, genel toplamda 140 bine ulaşacaktı.
Parantezi kapatıp Wilson’la devam edersem, bombaların haberini Amerikan gazeteleri “Pasifik’te Barış: Bombamız Yaptı!” gibi manşetiyle bildirdiler okuyucularına. O günden beri de hikâye şöyle kuruluyor: Bir bomba yapma kararı alınıyor, Los Alamos’taki üste gizli araştırmalar yürütülüyor, 16 Temmuz 1945 günü bomba Trinity testinden geçiyor ve 6 Ağustos’ta Hiroşima’da doruğa ulaşılıyor. (Not: Nagazaki, Amerikan anlatısında ikincil bir öneme sahip. İzleyenler hatırlar Christopher Nolan’ın 2013’te çektiği Oppenheimer filminde Başkan Truman Nagazaki’nin adını anmıyor, Oppenheimer hatırlatınca da ağzını bükerek bu adı telaffuz ediyordu.)
Zamanlama
Ward Wilson’a göre Japon perspektifinden bakıldığında ise Ağustos’un ikinci haftasındaki en önemli gün 6 Ağustos değil 9 Ağustos’tu. 1945’te Japonya’yı etkin bir şekilde yöneten hükümetin en üst düzey altı üyesinden oluşan bir tür iç kabine olan Yüksek Konsey toplanmıştı. Ancak Japonya’nın liderleri o günden önce teslim olmayı ciddi olarak düşünmemişlerdi. Çünkü koşulsuz teslimiyet (Müttefiklerin talep ettiği şey) yutulması gereken acı bir haptı. ABD ve Büyük Britanya zaten Avrupa’da savaş suçları yargılamaya başlamıştı. Ya tanrısal olduğuna inanılan imparatoru yargılamaya karar verirlerse? Ya imparatordan kurtulurlarsa ve hükümet biçimini tamamen değiştirirlerse? Bu sorular onlar için hayati öneme sahipti. Nitekim 1945 yazında durum çok kötü olsa da Japonya’nın liderleri geleneklerinden, inançlarından veya yaşam tarzlarından vazgeçmeyi 9 Ağustos’a kadar düşünmediler. Bu tarihte fikirlerini bu kadar ani ve kararlı bir şekilde değiştirmelerine neden olan ne olmuş olabilirdi? 14 yıllık savaştan sonra ilk kez teslim olmayı ciddi bir şekilde tartışmak için onları masaya oturtan neydi?
Ward Wilson’a göre bu neden Nagazaki olamazdı, çünkü Nagazaki’nin bombalanması 9 Ağustos sabahı, Yüksek Konsey’in teslimiyet konusunu görüşmek üzere toplanmaya başlamasının ardından gerçekleşmişti ve bombalama haberi Japonya’nın liderlerine ancak öğleden sonra erken saatlerde ulaşmıştı.
Hiroşima da pek iyi bir aday değildi. Çünkü o bombalama toplantıdan 74 saat önce olmuştu. Ne tür bir krizin farkedilmesi üç gün sürerdi? Ward’a göre bir krizin ayırt edici özelliği, yaklaşan bir felaket duygusu ve hemen harekete geçme arzusu idi. Japonya’nın liderleri, Hiroşima’nın bir krize yol açtığını ve bununla birlikte üç gün boyunca sorun hakkında konuşmak için bir araya gelmediğini nasıl hissetmiş olabilirler miydi? Wilson burada tarihten örnekler veriyor:
“Örneğin Başkan Harry Truman, 25 Haziran 1950’de, Kuzey Kore birliklerini Güney Kore’yi işgal ederek 38. paralel boyunca gönderdiğinde Independence gemisiyle Missouri’de tatil yapıyordu. Dışişleri Bakanı Acheson cumartesi sabahı Truman’ı arayıp haberi verdi. 24 saat içinde Truman ve Amerika Birleşik Devletleri’nin yarısını uçtu ve Blair House’da bir araya geldiler. (O sırada Beyaz Saray tadilattan geçiyordu) ve en iyi askeri ve siyasi danışmanları ne yapacaklarını konuşuyorlardı.
Başkan John F. Kennedy, ulusal güvenlik danışmanı McGeorge Bundy’nin Sovyetler Birliği’nin Küba’ya gizlice nükleer füzeler yerleştirdiğini kendisine bildirmek için geldiği 16 Ekim 1962 günü sabah 8:45 sularında sabah gazetelerini okurken yatakta oturuyordu. İki saat kırk beş dakika içinde özel bir komite oluşturuldu, üyeleri seçildi, temasa geçti, Beyaz Saray’a getirildi ve ne yapılması gerektiğini tartışmak üzere kabine masasının etrafına oturdu.”
Dolayısıyla Wilson’a göre Hiroşima bombalaması Japonları 7 Temmuz 1937’de Pasifik cephesinin açılmasından itibaren 8 yıl savaştıktan sonra teslim olmaya zorlayan bir kriz olsaydı, bunu tartışmak için niye üç gün beklemişlerdi?
Wilson “Gecikmenin tamamen mantıklı olduğu iddia edilebilir. Belki de bombalamanın önemini ancak yavaş yavaş anladılar. Belki nükleer bir silah olduğunu bilmiyorlardı ve bunun farkına vardıklarında ve böyle bir silahın sahip olabileceği korkunç etkileri anladıklarında doğal olarak teslim olmaları gerektiğine karar verdiler. Ne yazık ki, bu açıklama kanıtlarla örtüşmüyor” diyor ve devam ediyor:
“İlk olarak, Hiroşima Valisi tam da Hiroşima’nın bombalandığı gün Tokyo’ya, saldırıda nüfusun yaklaşık üçte birinin öldüğünü ve şehrin üçte ikisinin yıkıldığını bildirmişti. Bu bilgi sonraki birkaç gün içinde değişmedi. Yani bombalamanın nihai sonucu başından beri açıktı. Japonya’nın liderleri, saldırının sonucunu kabaca ilk gün biliyorlardı, ancak yine de harekete geçmediler.
İkincisi, Hiroşima saldırısını araştıran Ordu ekibinin hazırladığı ve orada yaşananları detaylandıran ön rapor Yüksek Konsey’e 10 Ağustos’a kadar teslim edilmedi. Bir başka deyişle ordu yetkilileri sözlü raporları 8 Ağustos’ta orduya iletilmesine rağmen, bombalamanın detayları iki gün sonrasına kadar mevcut değildi. Bu nedenle teslim olma kararı, Hiroşima’daki dehşetin derin bir takdirine dayanmıyordu.
Üçüncüsü, Japon ordusu en azından kaba bir şekilde nükleer silahların ne olduğunu anlamıştı çünkü Japonya’nın nükleer silah programı vardı. Bazı askerler, günlüklerinde Hiroşima’yı yok edenin nükleer bir silah olduğundan bahseder. Savaş Bakanı General Anami Korechika, 7 Ağustos gecesi Japon nükleer silah programının başkanına danışmaya bile gitmişti.
Son olarak, zamanlamayla ilgili bir gerçek daha çarpıcıdır. 8 Ağustos’ta Dışişleri Bakanı Togo Shigenori, Başbakan Suzuki Kantaro’ya gitti ve Yüksek Konsey’in Hiroşima’nın bombalanmasını görüşmek üzere toplanmasını istedi, ancak üyeler reddetti. Dolayısıyla kriz, 9 Ağustos’ta nihayet tam anlamıyla patlayana kadar gün be gün büyümedi. 8 Ağustos’ta genel olarak bombalamaları tartışmak için bir toplantı yapmayı düşündüler, bunun çok önemsiz olduğuna karar verdiler ve sonra aniden ertesi gün (9 Ağustos 1945 günü) teslim olmayı tartışmak için bir araya gelmeye karar verdiler. Ya bir tür grup şizofrenisine yenik düştüler ya da teslim olmayı tartışmanın gerçek motivasyonu başka bir olaydı.”
Ölçek
Bundan sonra Wilson “ölçek” meselesine değiniyor ve diyor ki tarihsel olarak, Bomba’nın (Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki bombayı da Bomba diye kısaltıyor yazar) kullanımı savaşın en ayrıklı olayı gibi görünebilir. Ancak çağdaş Japon perspektifinden, Bomba’yı diğer olaylardan ayırmak o kadar kolay olmayabilir. Sonuçta, bir kasırganın ortasında tek bir yağmur damlasını ayırt etmek zordur diyor ve devam ediyor:
“Çünkü 1945 yazında, ABD Ordusu Hava Kuvvetleri, dünya tarihindeki en yoğun şehir yıkım kampanyalarından birini gerçekleştirmişti. Japonya’daki 68 şehir saldırıya uğramış ve hepsi ya kısmen ya da tamamen yok edilmişti. Tahminen 1,7 milyon insan evsiz kalmış, 300.000 kişi ölmüş ve 750.000 kişi yaralanmıştı. Bu şehirlerden 66’sı konvansiyonel bombalarla, ikisi atom bombasıyla yıkıma uğratılmıştı. Konvansiyonel saldırıların neden olduğu yıkım çok büyüktü. Her gece, bütün yaz boyunca şehirler dumanlar içinde kalırdı. Bu yıkım çağlayanının ortasında, şu ya da bu bireysel saldırının çok fazla etki bırakmaması şaşırtıcı olmaz -dikkate değer yeni bir silah türüyle, atom bombasıyla yapılmış olsa bile!
Çünkü Mariana Adaları’ndan uçan bir B-29 bombacısı hedefin konumuna ve saldırı yüksekliğine bağlı olarak 16.000 ila 20.000 pound bomba taşıyabilirdi. Tipik bir baskın 500 bombardıman uçağından oluşuyordu. Bu, tipik konvansiyonel baskının her şehre 4 ila 5 kiloton bomba attığı anlamına geliyor. (Bir kiloton bin ton olup bir nükleer silahın patlayıcı gücünün standart ölçüsüdür. Hiroşima bombası 16.5 kiloton, Nagazaki bombası 18 kiloton olarak ölçülmüştür, Başkan Truman bunu 20’ye yuvarlamıştır.) Birçok bombanın yıkımı eşit olarak ve dolayısıyla daha etkili bir şekilde yaydığı göz önüne alındığında, tek, daha güçlü bir bomba, gücünün çoğunu patlamanın merkezinde enkazı yeniden sektirerek harcarken, bazı geleneksel baskınların iki atom bombasının imhasına yaklaştığı iddia edilebilir.
Konvansiyonel baskınların ilki, 9-10 Mart 1945’te Tokyo’ya yapılan bir gece saldırısıydı ve bu saldırıda şehrin 16 mil karelik bir alanı yanmıştı. Tahminen 120.000 Japon hayatını kaybetmişti ki bu, bir şehre yapılan herhangi bir bombalı saldırı sonrasında ulaşılan en yüksek ölüm oranı.”
Wilson diyor ki:
“Nitekim 1945 yazında bombalanan 68 şehrin tümünde öldürülen insan sayısının grafiğini çıkarırsanız, Hiroşima’nın sivil ölümleri açısından ikinci sırada olduğunu görürsünüz. Yok edilen mil kare sayısını çizerseniz, Hiroşima’nın dördüncü olduğunu görürsünüz. Yok edilen şehrin yüzdesini çizerseniz, Hiroşima 17. sıradaydı. Hiroşima, o yaz gerçekleştirilen geleneksel saldırıların parametreleri içindeydi.
Bizim için Hiroşima tekil, olağanüstü görünüyor. Ancak Hiroşima’ya yapılan saldırıdan önceki üç hafta içinde kendinizi Japonya’nın liderlerinin yerine koyarsanız, resim oldukça farklıdır. Temmuz sonu ve ağustos başında Japonya hükümetinin kilit üyelerinden biri olsaydınız, şehir bombalama deneyiminiz şöyle bir şey olurdu: 17 Temmuz sabahı, gece boyunca dört şehrin hedef alındığına dair raporları okurdunuz: Oita, Hiratsuka, Numazu ve Kuwana. Bunlardan Oita ve Hiratsuka yüzde 50’den fazlası yok edildi. Kuwana yüzde 75’ten fazlası yok edildi ve Numazu daha da şiddetli bir şekilde vuruldu, şehrin yüzde 90’ı yandı.
Üç gün sonra uyandınız ve üç şehrin daha saldırıya uğradığını gördünüz. Fukui’nin yüzde 80’inden fazlası yok edildi. Bir hafta sonra ve gece boyunca üç şehir daha saldırıya uğradı. İki gün sonra ve yüzde 75’i yok edilen Ichinomiya da dahil olmak üzere bir gecede altı şehir daha saldırıya uğradı. 2 Ağustos’ta, dört şehrin daha saldırıya uğradığını bildirmek için ofise gelirdiniz. Ve raporlar Toyama’nın yüzde 99,5’inin yok edildiği bilgisini de içeriyordur. Neredeyse tüm şehir yerle bir edilmiştir. Dört gün sonra ve dört şehir daha saldırıya uğrar. 6 Ağustos’ta sadece bir şehir, Hiroşima saldırıya uğrayacaktır, ancak gelen haberlere göre hasar büyük ve yeni tip bir bomba kullanılmıştır. Haftalardır sürmekte olan şehir yıkımının arka planında bu yeni saldırı ne kadar göze çarpabilir ki? Ya da tersinden soralım: Bir şehir yıkıldığı için teslim oldularsa, diğer 66 şehir yok edildiğinde neden teslim olmadılar?”
Wilson’a göre Japonya’nın liderleri Hiroşima ve Nagazaki yüzünden teslim olacak olsalardı, genel olarak şehirlerin bombalanmasını umursadıklarını, şehir saldırılarının onlara teslim olmaları için baskı yaptığını görmeliydiler. Ama öyle bir şey olmamıştı. Hatta Tokyo’nun bombalanmasından iki gün sonra, emekli Dışişleri Bakanı Shidehara Kijuro bir arkadaşına yazdığı mektupta o sırada Japon üst düzey yetkililer arasında yaygın olan bir duyguyu dile getirmişti: “İnsanlar yavaş yavaş her gün bombalanmaya alışacaklar. Zamanla birliktelikleri ve kararlılıkları daha da güçlenecek.” Ona göre vatandaşların acıya dayanmasının önemliydi çünkü “yüzbinlerce sivil ölse, yaralansa veya aç bırakılsa, milyonlarca bina yıkılsa veya yakılsa bile” ek süreye ihtiyaç vardı. Wilson “Shidehara’nın ılımlı liderlerden biri olduğunu hatırlamakta fayda var. Yani daha şahinlerinin kalbinde tek tel titrememiş olmalı” diyor ve devam ediyor:
“Hükümetin en üst düzeylerinde -Yüksek Kurul’da- tutumlar görünüşe göre aynı idi. Yüksek Konsey, Sovyetler Birliği’nin tarafsız kalmasının önemini tartışsa da şehir bombalamalarının etkisi hakkında tam bir tartışma yapmadılar. Korunan kayıtlarda, iki durum dışında, Yüksek Kurul görüşmeleri sırasında şehir bombalama olayından bahsedilmiyor bile. Bir kez Mayıs 1945’te ve bir kez de 9 Ağustos gecesi geniş kapsamlı tartışma sırasında bu konuya değindiler. Kanıtlara göre, Japon liderlerinin şehir bombalamasının -savaş yürütmekle ilgili diğer acil meselelerle karşılaştırıldığında- çok önemli olduğunu düşündüklerini iddia etmek zor.”
Ward Wilson sabrımızın taşmak üzere olduğunu farkederek nihayet tezini açıklıyor: “Japonlar genel olarak şehir bombalamalarıyla ya da özel olarak Hiroşima’nın atom bombasıyla bombalanmasıyla ilgilenmiyorlarsa, neyle ilgileniyorlardı? Cevap basit: Sovyetler Birliği.”
SSCB’nin 8 Ağustos 1945 harekâtı
Wilson’a göre Japonlar o tarihte zor bir stratejik açmazdaydı. Kaybettikleri bir savaşın sonuna yaklaşıyorlardı. Koşullar kötüydü. Bununla birlikte, Ordu hala güçlü ve iyi teçhiz edilmişti. Yaklaşık 4 milyon erkek silah altındaydı ve bunların 1,2 milyonu Japonya’nın ana adalarını koruyordu.
Japonya hükümetindeki en katı liderler bile savaşın devam edemeyeceğini biliyordu. Soru, devam edip etmemek değil, savaşı mümkün olan en iyi koşullarda nasıl sona erdirecekleriydi. Japonya’nın liderleri, savaş suçları davalarından kaçınmanın, hükümet biçimlerini korumanın ve fethettikleri bazı bölgeleri (Kore, Vietnam, Burma, Malezya ve Endonezya’nın bazı bölümleri, Doğu Çin’in bir kısmı ve Pasifik’teki çok sayıda adayı) korumanın bir yolunu bulabileceklerini umuyorlardı. Müttefikler ise “koşulsuz teslimiyet” talep ediyorlardı.
Japonların daha iyi teslim şartları elde etmek için iki planları vardı: Birincisi diplomatikti. Japonya, 1941 Nisan’ında Sovyetlerle, 1946’da sona erecek olan beş yıllık bir tarafsızlık anlaşması imzalamıştı. Çoğunluğu sivil liderlerden oluşan ve Dışişleri Bakanı Togo Shigenori liderliğindeki bir grup, hala tarafsızlığını koruyan Stalin’in Japonya ile ABD arasında bir çözüme aracılık etmeye ikna edilebileceğini umuyordu. Bu plan uzak bir ihtimal olsa da sağlam bir stratejik düşünceyi yansıtıyordu. ABD’nin Asya’daki nüfuzunda ve gücünde herhangi bir artış, Rusya’nın gücünde ve nüfuzunda bir azalma anlamına gelecekti.
İkinci plan askeriydi ve Savaş Bakanı Anami Korechika liderliğindeki destekçilerinin çoğu askerdi. ABD kuvvetleri eğer ülkeyi işgal ederse ABD kuvvetlerine yüksek zayiat vermek için İmparatorluk Ordusu kara birliklerini kullanmayı umuyorlardı. Başarılı olurlarsa, ABD’nin daha iyi şartlar sunmasını sağlayabileceklerini düşünüyorlardı. Bu strateji epey fantezi görünüyordu ancak ABD askeri çevrelerinde, bir istiladaki kayıpların büyük olacağına dair bir endişe olduğundan, Japon yüksek komutanlığının stratejisi tamamen yanlış değildi.
Wilson’a göre Hiroşima 6 Ağustos’ta bombalandıktan sonra, her iki seçenek de hala masadaydı. Stalin’den arabuluculuk yapmasını istemek hâlâ mümkün olabilirdi nitekim Takagi’nin 8 Ağustos’taki günlük kayıtları, en azından bazı Japonya liderlerinin hâlâ Stalin’i dahil etme çabasını düşündüklerini gösteriyordu. Ayrıca, son bir seçenek olarak savaşmaya çalışmak ve ağır kayıplara neden olmak yine de mümkün olabilirdi. Hiroşima’nın yıkımı, Japonya’nın ana adalarının sahillerine yığılan birliklerin hazırlıklı olma durumuna bir zarar vermemişti. Artık arkalarında daha az şehir vardı, ama yine de siperler kazılmışlardı, hala cephaneleri vardı ve askeri güçleri önemli bir şekilde azalmamıştı. Hiroşima’yı bombalamak, Japonya’nın stratejik seçeneklerinden hiçbirini engellemedi.
Wilson’a göre Japon karar alıcıları Haziran 1945’te Yüksek Kurulun bir toplantısında, Sovyetlerin savaşa girmesinin “İmparatorluğun kaderini belirleyeceğini” söylemişlerdi. Ordu Genelkurmay Başkan Yardımcısı Kawabe, aynı toplantıda, “Sovyetler Birliği ile ilişkilerimizde barışın mutlak olarak sürdürülmesi, savaşın devamı için zorunludur” demişti. Ancak SSCB, 4-11 Şubat 1945’teki Yalta Konferansı’nda müttefiklerine verdiği söz uyarınca 8 Ağustos 1945’te Japonya’ya savaş ilan edip Mançurya ve Sahalin Adası’nın işgal edince diplomatik seçenek Sovyet hamlesiyle ortadan kalkmıştı. (Not: Wilson yazıda değinmemiş ama SSCB 17 Temmuz-2 Ağustos 1945 tarihli Potsdam Konferansı’nda da Müttefiklere müdahale sözü vermiş, Japon Elçisi Fumimaro Konoe’nin ABD’yi barış görüşmelerine ikna etme ricasını reddetmişti.)
SSCB’nin bu hamlesinin askeri durum üzerindeki etkisi de aynı derecede dramatikti. Japonya’nın en iyi birliklerinin çoğu, ana adaların güney kısmına kaydırılmıştı. Japon ordusu, bir Amerikan işgalinin muhtemel ilk hedefinin en güneydeki Kyushu Adası olacağını doğru bir şekilde tahmin etmişti. Halbuki Mançurya’daki bir zamanların gururlu Kwangtung Ordusu, eski benliğinin bir kabuğuydu çünkü en iyi birimler Japonya’nın kendisini savunmak için adaya kaydırılmıştı. Nitekim Ruslar Mançurya’yı işgal ettiğinde, bir zamanların elit ordusunu yarıp geçtiler ve birçok Rus birliği ancak yakıtları bittiğinde durdu. Sonuç olarak 100.000 kişilik Sovyet 16. Ordusu Sahalin Adası’nın güney yarısını işgal etti. Aldıkları emir, oradaki Japon direnişini ortadan kaldırmak ve ardından 10 ila 14 gün içinde Japonya’nın ana adalarının en kuzeyindeki Hokkaido’yu işgal etmeye hazır olmaktı. 5. Bölge Ordusu olan Hokkaido’yu savunmakla görevli Japon kuvveti, iki tümen ve iki tugay adanın doğu tarafında konumlanmıştı. Sovyet saldırı planı ise batıdan Hokkaido’nun işgalini gerektiriyordu.
Bir yönden istila eden bir büyük güce karşı kesin bir savaş vermek mümkün olsa da iki farklı yönden saldıran iki büyük güce karşı savaşmanın mümkün olmayacağını görmek için askeri bir deha gerekmiyordu. Sovyet işgali, diplomatik stratejiyi geçersiz kıldığı gibi, ordunun belirleyici savaş stratejisini de geçersiz kıldı. Tek bir vuruşta, Japonya’nın tüm seçenekleri buharlaştı. Yani Japonya’nın teslim bayrağını çekmesinde Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanması değil SSCB’nin ilerlemesi belirleyici olmuştu.
Wilson’a göre SSCB’nin 1941 Anlaşması’na ilga edip Japonya’ya savaş ilanı, manevra için ne kadar zaman kaldığını hesaplamayı da değiştirdi. Japon istihbaratı, ABD kuvvetlerinin ülkeyi aylarca işgal edemeyeceğini tahmin ediyordu. Halbuki Mançurya’dan görülmüştü ki Sovyet kuvvetleri, 10 gün gibi kısa bir sürede Japonya’da olabilirdi.
Efsanenin devam edişinin nedenleri
İşte bu atmosfer içinde Truman, 7 Ağustos’ta Japonya teslim olmazsa Japon şehirlerini “yıkım yağmuru”na tutma tehdidini savurduğunda ABD’de çok az insan yok edilecek çok az şey kaldığının farkındaydı. Hakikaten de 7 Ağustos’a kadar nüfusları 30.000 ile 100.000 arasında olup, henüz bombalanmamış sadece altı küçük şehir vardı. 100.000’den fazla kişiden oluşan ve henüz bombalanmamış sadece 10 şehir kalmıştı. Nagazaki 9 Ağustos’ta saldırıya uğradığında, sadece dokuz şehir kalmıştı. Bunlardan dördü, Amerikan uçaklarının konuşlandığı Tinian Adası’na olan uzaklık nedeniyle bombalanması zor olan en kuzeydeki Hokkaido Adası’ndaydı. Japonya’nın eski başkenti Kyoto, dini ve sembolik önemi nedeniyle Savaş Bakanı Henry Stimson tarafından hedef listesinden çıkarılmıştı. Truman’ın tehdidinin korkunç sesine rağmen, Nagazaki bombalandıktan sonra atom silahlarıyla kolayca vurulabilecek sadece dört büyük şehir kalmıştı.
Yani Japonya’nın teslimi için gerekçe Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar olamazdı. Ancak bu görüş hala çok güçlü. Çünkü hem Japonya hem de ABD için duygusal olarak çok uygun bir mazeret yarattı. Savaşın sonunda, Hiroşima’nın geleneksel yorumu, Japonya liderlerinin hem yerel hem de uluslararası bir dizi önemli siyasi hedefe ulaşmasına yardımcı oldu. Wilson diyor ki:
“Kendinizi imparatorun yerine koyun. Kısa süre önce ülkenizi feci bir savaştan geçirdiniz. Ekonominiz darmadağın. Şehirlerinizin yüzde sekseni bombalandı ve yakıldı. Ordu bir dizi yenilgiye uğradı. Donanma kırıldı ve limana hapsedildi. Açlık baş gösteriyor. Kısacası savaş bir felaket oldu ve hepsinden kötüsü, durumun gerçekten ne kadar kötü olduğu konusunda halkınıza yalan söylüyorsunuz. Teslim olma haberiyle şok olacaklar. Peki hangisini yapmayı tercih edersin? Berbat bir şekilde başarısız olduğunuzu bu kabul ederdiniz? Muhteşem bir şekilde yanlış hesap yaptığınızı, tekrarlanan hatalar yaptığınızı ve ulusa büyük zarar verdiğinizi söyleyen bir bildiri mi yayınlardınız? Yoksa kimsenin tahmin edemeyeceği inanılmaz bir bilimsel buluşu (Bomba’yı) suçlamayı tercih ederdiniz? Tek hamlede, savaşın kaybını atom bombasına yüklemek, savaşın tüm hatalarını ve yanlış değerlendirmelerini halının altına süpürdü. Bomba, savaşı kaybetmek için mükemmel bir bahaneydi. Suçu paylaştırmaya gerek yok; soruşturma mahkemesi yapılmasına gerek yok! Japonya’nın liderleri ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarını iddia edebildiler. Bu nedenle, en genel düzeyde Bomba, suçu Japonya’nın liderlerinden uzaklaştırmaya hizmet etti.
İkincisi, uluslararası sempatiye hitap etti. Japonya, savaşı agresif bir şekilde ve fethedilen halklara karşı özellikle vahşice yürütmüştü. Davranışı muhtemelen diğer uluslar tarafından kınanacaktı. Japonya’yı mağdur bir ulus olarak yeniden biçimlendirmek -zalim ve korkunç bir savaş aracıyla haksız yere bombalanmış bir ülke- Japonya ordusunun yaptığı ahlaki açıdan iğrenç bazı şeyleri dengelemeye yardımcı olacaktır. Nitekim dikkatleri atom bombalarına çekmek, Japonya’yı daha sempatik bir şekilde resmetmeye ve sert cezalara verilen desteği saptırmaya yardımcı oldu.
Son olarak, Bomba’nın savaşı kazandığını söylemek, Japonya’nın Amerikalı galiplerini memnun etti. Amerikan işgali 1952’ye kadar Japonya’da resmi olarak sona ermedi ve bu süre zarfında ABD, Japon toplumunu uygun gördüğü şekilde değiştirme veya yeniden yapma gücüne sahip oldu. İşgalin ilk günlerinde birçok Japon yetkili, Amerikalıların imparatorluk kurumunu ortadan kaldırmayı amaçladığından endişeleniyordu. Ve bir endişeleri daha vardı. Japonya’nın üst düzey hükümet yetkililerinin çoğu, savaş suçu davalarıyla karşı karşıya kalabileceklerini biliyordu (Japonya teslim olduğunda Almanya’nın liderlerine karşı savaş suçu davaları zaten Avrupa’da devam ediyordu). Amerikalılar Bomba’nın savaşı kazandığına inanmak istiyorlarsa neden onları hayal kırıklığına uğratsınlar?
Savaşın sonunu atom bombasına bağlamak, aynı zamanda ABD çıkarlarına da hizmet etti. Bomba savaşı kazanırsa, ABD askeri gücü algısı güçlenecek, ABD’nin Asya’daki ve dünyadaki diplomatik etkisi artacak ve ABD güvenliği güçlendirilecekti. Bunu inşa etmek için harcanan 2 milyar dolar boşa gitmeyecekti. Öte yandan, Japonya’nın teslim olmasına neden olan SSCB’nin savaşa girmesiyse, Sovyetler ABD’nin dört yılda yapamadığını dört günde yapabildiklerini iddia edebilirdi. Böylece Sovyet askeri gücü ve Sovyet diplomatik etkisi artırılacaktı. Ve Soğuk Savaş başladığında, Sovyet işgalinin belirleyici faktör olduğunu iddia etmek, düşmana yardım ve rahatlık sağlamakla eşdeğer olurdu. Nitekim bombalamalar Soğuk Savaş’ı ateşlediğinde ABD Savaş Bakanı Henry Lewis Stimson, bombaların ‘Sovyetler Birliği’ne karşı siyasi bir avantaj elde etmek için’ kullanıldığını söyledi.”
Ward Wilson bu son iddiasını yazısında geliştirmemiş ama gerçekten de atom bombaları Hiroşima ve Nagazaki üzerinden aslında SSCB’nin tepesine atılmıştı. Bunun açımlanması ise ayrı bir yazı konusu…
Ayşe Hür – 06.08.2025






















































