Türkiye’nin tarihe karşı mücadelesi | Mehmed S. Kaya
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, miras aldığımız Türkiye ile bugünün Türkiye’si arasında bir uçurum olduğunu söylüyor. Bunu defalarca iddia etti ve son zamanlarda da tekrarlıyor.
Peki Erdoğan’ın seleflerinden miras aldığı Türkiye’nin ayırt edici özelliği neydi? Kürtlerin varlığının inkarı, Kürt dili ve kültürünün katı bir şekilde yasaklanması, etnik temelli yaygın baskı, askerlerin baskısı altında bir siyasi sistem, katliamlar ve Türk ırkçılığı. Bunlar, Kürtlerin cumhuriyet tarihi boyunca maruz kaldığı kötü muameleyi tanımlamak için uygun terimlerdi.
Ayrıca, ABD, Fransa ve bazı Batılı ülkelerin parlamentoları, Erdoğan hükümetleri ve seleflerinin sert protestolarına rağmen, 1915’te Osmanlı İmparatorluğu’nda Jön Türk cuntasının Ermeni azınlığa yönelik katliamlarını tanımlamak için “soykırım” teriminin uygun olduğunu kabul ettiler. Ve Batı’da da cumhuriyetin kurucularının çoğunun Ermenilere yönelik katliamlara karıştığı da çok iyi biliniyor.
Ve Erdoğan, bu gerçeklikten yola çıkarak Türkiye’nin AB’ye katılmasını istiyor. Ancak AB’nin üyelik koşulları açıktır: Demokrasinin inşası, insan hakları, bağımsız yargı, Kürtlerin statüsünün tanınması ve ülkenin Kürtlere yönelik geçmişte ve günümüzdeki kötü muamelesiyle yüzleşmesi. Bu kriterleri temel alırsanız, Türkiye’nin AB ülkelerinin ne kadar gerisinde olduğunu tahmin edebilirsiniz. Ve elbette bu, Kemalistlerin Batılılaşma, modernite vesair blöfünü de ortaya koyuyor.
Erdoğan hükümeti bir yandan PKK lideri Abdullah Öcalan ile silahlı mücadeleyi sonlandırmak ve Türkiye içindeki Kürtlerle barışı başlatmak için pazarlık yaparken, diğer yandan Kürtlerin Suriye’de bir halk olarak tanınma taleplerine karşı aktif diplomatik ve askeri baskı uyguluyor. Türk devleti, hem kendi sınırları içinde hem Suriye’de Kürtlerle ilgili sorunun bir halk olarak tanınmamaktan kaynaklandığını resmen kabul etmiyor, ancak bunun bir terör sorunu olduğunda ısrar ediyor. Ve elbette Türklerin terör ve terörizm tanımı Batı demokrasilerindekine hiç benzemiyor.
Erdoğan, her ne kadar Kürt kardeşleriyle ortak değer ve hedeflere sahipmiş gibi iddia etse de, fiilen Kürtlere karşı gizli ve düşmanca bir gündem yürütüyor. Kardeşlik klişesi Suriye’deki eylem ve hedeflerle bağdaşmamaktadır. Belki Erdoğan da biraz Kemalist oldu?
Özünde, ülkenin Mustafa Kemal’den miras aldığı yekpare bir milliyet anlayışı yatıyor: Türk, yalnızca Türkçe konuşan ve etnik, bölgesel ve kültürel olarak tek ulus-devleti tanıyan kişidir. Bu otoriter milliyet anlayışı, farklı etnik grupları tanımaz; Federal düzenlemelerin ve çok kültürlü hakların, aslında aynı devlet içinde birden fazla ulusun yaşadığı bir durumda gidilecek yol olduğunu görmeyecektir.
Bu bizi genel bir noktaya getiriyor: İnsan haklarına saygı, modern hayata bakışın bir parçasıdır. Modernlik, diğer şeylerin yanı sıra, yerelci ahlaktan, etnik ve ulusal tercihlerden kopuşu ve devlet/birey ile devlet/gruplar arasındaki ilişkilerde insan hakları fikrinin evrensel ilkelerinin tanınmasını ifade eder. Ayrımcılık yapılmaması ve eşit haklar insan hakları belgelerinin temelini oluşturur. Türkiye modern dünyaya adım atmak istiyor, ancak Sırbistan’ı trajediye sürükleyen aşırı Sırp egemen milliyetçi tutumlardan çok da uzak olmayan, modern öncesi bir milliyet anlayışına saplanıp kalmış durumda.
Türkiye 70 yılı aşkın bir süredir NATO üyesi olmasına rağmen, Batı Avrupalılar arasında ülkenin demokrasi, hukukun üstünlüğü, azınlıklara saygı ve genel insan hakları taleplerine dayanan NATO üyelik kriterlerini hiçbir zaman karşılamadığı yönünde yaygın bir his var. Türkler arasında da yeterince medeni olmadıkları, Avrupa standartlarına ulaşamadıkları yönünde yaygın bir duygu var. Ancak bunun dışında da AB’nin Türkiye ile ilgili pek çok soru işaretleri var. Bu umutsuz tabloya karşılık Türkiye’nin otoriter milliyetçi laik devlet biçimi hâlâ Kemalistler tarafından diğer Müslüman dünyasına bir model olarak öne çıkarılıyor. Bu düşünce, ulusal bir hazine ve Türk etnik bir özelliği düzeyine çıkarılmış, Türkler arasında hiçbir zaman ulusal bir çatışma olmadığı iddiası bir konsensus haline gelmiştir. Her kesimden milliyetçi siyasetçiler bu otoriter milliyetçi laik devlet biçimini övüyor ve uluslararası bağlamda olabildiğince kullanıyorlar.
Meclis komisyonu heyetinin Abdullah Öcalan ziyaretine yönelik sert tepkilerin başlıca nedeni de bu olsa gerek. Bu tepkiler, klasik nevrotik bir biçimde yeterince kabul görmeyen ve bu nedenle de böylesine vahşi tepkilere yol açan bir Türk kimlik krizinin özüne iniyor.
Kimlik krizinin temelinde Mustafa Kemal’in şekillendirdiği ve belki de çoğu Türk’ün değiştirmek istemediği tekdüze kimlik -tek dil, tek kültür, tek kimlik- yatar. Bunlar, gerçekliğe dayalı olması gereken modern toplumlara uyum sağlamak için gerekli değişimlerdir, ancak aynı zamanda derin bir güvensizlik duygusu da yaratırlar. Bu, kişinin gerçeği algılama biçiminin artık işe yaramadığı ve yeni bir yol bulması gereken bir krizdir. Birçok Türk, içselleştirdikleri bu monolitik değerleri sorgulamak istemiyor.
Türkiye, tarihine dürüstçe bakmadığı, yani ulus tanımının hakikatlere dayanmadığı sürece, modern bir ulus olarak ciddiye alınmayı bekleyemez. Modernlik aynı zamanda şüphe ve belirsizlikle yaşama yeteneğidir. Çözülemeyen anlaşmazlıklara ve en önemlisi farklılıklara çözüm bulmaktır. Türkiye’nin sorunu da burada yatmaktadır. 1915’te ülkenin otoriter, tek etnikli milliyet tanımı altında en çok acı çekenler Ermenilerdi. Bugün ise Kürtler. Farklı aktörler, aynı zihniyet.
*Mehmed S. Kaya: Bingöl’ün Solhan ilçesinin Keşkon mezrası doğumludur. Norveç Inland Üniversitesi’nde sosyoloji profesörüdür. ‘The Zaza Kurds of Turkey’ kitabının yazarıdır.
Mehmed S. Kaya – 02.12.2025
























































