Makaleler

Published on Mayıs 20th, 2025

0

Tek adam yönetiminin mutlak iktidarı kime ait? | Mehmed S. Kaya


Mustafa Kemal, Kürtleri tüm doğal haklarından mahrum, halk olarak inkar edilmiş, dışlanmış ve adeta köle statüsünde ötekileştirme duruma sürükledi. Bu düşmanca muamelenin insanlıkta yeri yoktur…

Kemalistler Recep Tayyip Erdoğan’ı tek adam rejiminin mutlak gücüyle suçluyorlar. Tek adam yönetimi, sınırsız, merkezi güç ve mutlak egemenliğin bir hükümdara verilmesi ile karakterize edilir (Dünya literatüründe tek adam yönetimi otokrasi olarak tanımlanır). Ancak Kemalistlerin söylemediği şey, Mustafa Kemal dönemindeki mutlak iktidar ile devlet yönetiminin 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde paralel kavramlar olarak ortaya çıktığıdır. Mustafa Kemal’in hedefi, tüm Türkiye üzerinde mutlak ve topyekûn hakimiyet kurmaktı. Böylelikle nüfusun topyekûn kontrol edilmesi ve dönüştürülmesi yönündeki ütopik hedefin en geniş ölçüde gerçekleştirilmesinin gerekliliğine girişti.

Zaten Atatürk soyadı (Türklerin atası veya babası) bile Kemal Atatürk’ün Türkiye cumhuriyeti projesindeki otokratik konumuna işaret etmektedir. Bu soyadı tekelinde tutuyordu. Onun otokratik tutumu, kendisinin sonsuza kadar öyle kalacağını ima ettiği konuşmalarından birinde açıkça ortaya konmuştur:

“İki Mustafa Kemal vardır. Biri şu anda karşınızda duran ve ölecek olan etten kemikten Mustafa Kemal’dir. Diğeri ise sizsiniz, gerekirse canınız pahasına savunulması gereken idealleri yaymak için ülkemizin her köşesine çıkacak olan sizlersiniz» (1).

Atatürk’ün imajı ve figürü, cumhuriyetin doğuşundan bu yana büyük ölçüde Türk siyasetine dayatılmıştır. Bunda TSK ve CHP öncü rol oynadı. Anayasada “ölümsüz lider” ve “eşsiz kahraman” olarak anılan Atatürk’ü eleştirmek veya hakaret etmek hâlâ suçtur.

Türkiye’de uzun ve gayri demokratik bir gelenek var; Kişilik kültü. Kisiyi güçlü göstermek. Ornegin Mustafa Kemal. Kemal kültü idealize edilmiş ve ona kahraman bir imaj yaratılmış. Bu bir çabanın sonucudur; çoğunlukla şüpheli iltifatlar ve övgüler yoluyla yapılır. Bu gelenek demokratik olmayan tüm ülkelerde tipiktir. Örneğin Türkiye’nin komşusu İran ve Irak ile Suriye’deki Baas dönemleri. Oysa Dünyayı dizayn eden Winston Churchill’in statüsü Londra’da mütevazı bir yerdedir. Çünkü orada demokrasi var.

Türkiye’de ise her şehir, kasaba, ve hemen hemen her köyün ortasında onun bir heykeli veya büstü bulunuyor; tüm kamu dairelerinde, işyerlerinde ve birçok özel evde onun portreleri veya üç boyutlu ölüm maskeleri bulunuyor. Ayrıca yakın zamana kadar tüm madeni para ve banknotlarda onun portresi vardı. Ankara’daki dev türbesi Anıtkabir her yıl yüzbinlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor. Bunların çoğu, her yıl onun türbesini ziyaret etmek zorunda kalan okul çocuklarıdır. Kemal’in Kürtlere karşı uyguladığı bu kadar geniş çaplı zulümlerin ardından Kürt çocukları, halefleri tarafından onun türbesini ziyaret etmeye zorlanıyor. Bu davranış çocuklara ne anlatıyor?

Atalarını öldüren bir otokratın karşısında durduklarını ebeveynlerinden öğrenen bu çocuklar ne hissediyor? Bu adamın atalarının etnik kimliklerini inkar etmeye zorladığını, bunu yapmadıkları takdirde sürgüne zorlandıklarını, onları ciddi bir şekilde tarihsiz, kimliksiz kılmaya çalıştığını, dillerini ve kültürlerini yasakladığını, atalarının kim olduklarını, ne düşündüklerini ve ne istediklerini ifade etmelerini yasakladığını düşünmezler mi? Ve çok daha fazlası var. Kemalistler, bu haksız eylemleri meşrulaştırmak için okul kitaplarında Kemal’i neredeyse insanüstü bir kahraman olarak tasvir ediyorlar.

İnkar ve zorbalığa dayanan kanunlar insanlara daha iyi ahlak ve vicdan veremez ama insanlar ne kadar iyi ahlaka sahip olursa o kadar iyi kanunlar ve toplum yaratırlar.

MUSTAFA KEMAL OTOKRATİK DENEYİMİNİ EN ÇOK KÜRTLERE YAŞATTI

Mustafa Kemal’in yönetim tarzı gerilim yarattı ve Kürtler onun sert otokratik uygulamalarına en çok maruz kalan gruptur. Kürtlere göre bu, Kürt bölgelerini kontrol altına alıp sömürgeleştirme amacının bir sonucuydu. Dolayısiyle demokrasi yerine totalitarizmi seçmesinin önemli bir nedeni de budur.

Mustafa Kemal, Kürtleri tüm doğal haklarından mahrum, halk olarak inkar edilmiş, dışlanmış ve adeta köle statüsünde ötekileştirme duruma sürükledi. Bu düşmanca muamelenin insanlıkta yeri yoktur. Bu durum temel insan haklarını, etnik temelli hakları, bireysel hakları, varoluşsal hakları vb. ihlali derinden etkiledi. Bundan dolayı Kürtler kendilerini ihanete uğramış hissettiler.

Osmanlı dönemiyle karşılaştırıldığında sözde “modern cumhuriyet” projesi oldukça gerici görünüyor. Yazılı tarihte var olan benzer durum ve düzenlemeleri bulmak zordur. Eğer böyle bir şey olduysa, uzak geçmişte olmalı. Kemal’in Türkler adına sergilediği aşırı milliyetçilik biçimi, sadece etnik Türklere dayalı saf bir ulus-devlet kurmayı amaçlıyordu.

KEMALİST YÖNETİM TARZININ TOTALİTER KALMASININ SEBEPLERİ

Kemal, Batı laikliğiyle hiçbir benzerliği olmayan, devlet kontrolündeki Balkan tarzı zorlayıcı laik hedefiyle dindar Müslümanları İslam’dan arındırmaya da çalıştı. Ancak burada da başarılı olamadı çünkü İslam inancı ve yaşam tarzı insanların kimliğine derinden kök salmıştır. Üstelik modern çağda acımasız ve zorlayıcı yöntemlerle hedefe ulaşmak oldukça zordur.

Kemalistler, o dönemde ulus devlet fikrinin Avrupa’ya ait olduğunu iddia ediyor ve Mustafa Kemal’in bu fikri hayata geçirmesiyle övünüyorlar. Ulus-devlet, nüfusun tek bir dilsel ve kültürel grubu oluşturduğu devlettir. Her ne kadar bu tür bir devlet son yüz yıldır ulus inşa edenler tarafından ideal devlet olarak gösterilse de, böylesine bir devlete dair neredeyse hiç kanıt yok. En yakınımız, dilsel bir azınlığın bulunmadığı İzlanda’dır.

Ayrıca kemalistler, Kemal’in ulus-devlet projesinin Avrupa deneyimlerinden temelden farklı olduğunu kabul etmiyorlar. Bu bağlamda kemalistlere Kürtlerin neden bir halk olarak inkar edildiği sorulduğunda o dönemin ulus devletinin ilkelerine atıfta bulunuyorlar. O halde bu ilkelerin neler olduğuna bakalım.

HÜMANİST İLKELER VE KEMAL’İN ÇELİŞKİLERİ

Avrupa’da ulus-devlet, temel hümanist ilkeleri destekleyen yasal ve bölgesel bir varlıktır. Hümanist ilkeler, insanlıktan yola çıkarak, eleştirel düşünceye, bağımsız bilim, insan hakları, demokrasi, ifade özgürlüğü ve ahlaki-felsefi düşünce yoluyla eğitime büyük önem verir.

Bu ilkeler üzerine kurulu bir ‘devlet’ ve ‘millet’ herkesin kendini içinde özdeşleştirebilmesini sağlar. Ortak paydası; odak noktasının insan olduğu, bilgiden, değerden ve ahlaktan bizzat kendisinin sorumlu olduğu, her şeyin akıl ve uygulama yardımıyla kapsamlı bir eleştirel incelemeye tabi tutulması gerektiği, ve bu insanın doğuştan sahip olduğu değer ve onur ihlal edilmemesi.

Ancak Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde hümanist ilkelerin tam tersi bir yol tercih edildi ve hakların yasal garantörü olduğu varsayılan devlet ile tamamen dışlayıcı bir toplum haline gelen Kürtler arasında gerilim gelişti.

Daha ötesi Kemal, insanı bağımsız bir aktör olarak ele almadı. Özgürlüğü önemli bir ilke olarak vurgulamadı. Tam tersine. Devletin bireysel haklardan üstün olduğu konusuna kesin bir vurgu yaptı; Bireyler devlete hizmet edecekti. O, insanı, eleştirel aklı ve uygulaması aracılığıyla bilgiyi mümkün olan en iyi şekilde elde etmekten sorumlu görmedi. Ve bireye dokunulmaz bir asli değer ve haysiyet atfetmedi.

Kemal, siyasi karar alma mekanizmasına kitlelerin katılmasına izin vermemiştir. Kemalist ideolojiye göre, devlet halktan daha önemli olup ona göre önceliklidir, bireyler devlete boyun eğmeli ve onun temsil ettiği bütüne tabi olmalıdır. Devlet, toplum üyelerinin farklı ve özgür düşünmelerini engelleme, devlet çıkarlarına hizmet etme amacına uygun olmayan düşünceleri bastırma hakkına sahiptir! Mustafa Kemal, devleti önceleyerek bireylerin bağımsız düşünme yeteneğini bu şekilde elinden aldı. Kemal, halkın bilgi eksikliğini de aynı şekilde küçümsemiştir. Kemalist devletin, farklılık arz eden bireylerin veya etnik grupların onuruna yönelen hakaretlerin, varlığına kasteden şiddetin de temeli oluşturdu.

Kemal ve halefleri, Kürtleri ve temsil ettikleri insani varlıklarını yok etmek için en vahşi yöntemleri uygularken, hümanizm – vahşetin aksine – Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında Avrupa’da totaliter güçlere karşı mücadelede bir “savaşçı” olarak giderek daha fazla öne çıkmıştır.

Kemal’in, hümanist bir bakış açısına karşı çıkması nedeniyle Türkler ile Kürtler arasında sürekli bir çatışmanın temelini attı. Bu, onun kapsayıcı ve istikrarlı bir siyasi rejim kurma yeteneğinden yoksun olduğunu gösteriyor. Türkler ve Kürtler arasındaki çatışmanın çözümü, gücün ve hakimiyetin farklı sosyal ve siyasi gruplar arasında paylaşımında yatıyordu. Ancak Mustafa Kemal, hükümdar olmak istedi, merkezi bir güç yoğunlaşmasını seçti. Bütün gücü elinde topladı ve demir yumrukla yönetti.

Kürtlerin nisbeten daha fazla haklara sahip olduğu Osmanlı yönetiminden despotizme doğru yaşanan bu siyasi dönüşüm, Türkler ile Kürtler arasındaki çatışmanın ana nedeni olarak görülüyor.

Hem Mustafa Kemal dönemi hem haleflerinin yönettiği dönemler büyük ölçüde aynı zihniyeti paylaşıyor ve bugün de oldukça benzer. Mustafa Kemal’in otokrasisi altında ortaya çıkan idari, hukuki ve kısmen toplumsal yapılar bugüne kadar Türkiye’nin karakterini oluşturdu. Sonunda devletin tam korumasından yalnızca kendilerini Türk ve milliyetçi olarak tanımlayanlar yararlanabildi. Kürtler sivil haklardan mahrum bırakıldı ve dolayısıyla siyasi topluluktan dışlandı. Ve durum halen aşağı yukarı böyledir.

ÖNCEKİNE KIYASLA; BİRAZ FARKLI, BİRAZ AYNI

Türk tarihçilerin Mustafa Kemal’in otokrasisinin demokratik değil milliyetçi laikliğine yaptığı vurgu, onun otoriter ve totaliter özelliklerini gizlemede uzun bir yol kat etti. Mustafa Kemal, yeni Türk devletini ve onun temel yapısını gerçek totaliter otokrasi ilkelerine göre inşa etti. Her ne kadar 2002’de başka güçler iktidara gelse de otokrasinin yapıları hâlâ vatandaş-devlet ilişkisi üzerinde etkili oluyor. Ancak şimdi Avrupa’da -neyse ki- Aydınlanma’nın ve büyük devrimlerin mirasıyla değişime uğradı: güçler ayrılığı, demokrasi, ifade özgürlüğü ve evrensel insan hakları. Yani miras orada. Soru şu: Türkiye bu mirasa uyum sağlama becerisine sahip mi?

Tek adam yönetiminin mutlak iktidarı kime ait, sorusuna dönersek, özetle; Mustafa Kemal’in totaliter devleti, toplumsal yaşamın tüm yönleri üzerinde tam kontrole sahip olması, Türkler ile Türk olmayan azınlıklar arasında keskin bir ayrım oluşturması ve insan türüne özgü olan şeyleri, yani siyasi ve kültürel çoğulculuğu ortadan kaldırmayı amaçlayan totaliter bir ideoloji ile karakterize edilir. Hannah Arendt’in ifadesiyle doğanın vermesi gereken haklar, kötü niyetli totaliter yönetimler tarafından reddedildi. Arendt, eşitlik temelli haklar topluluğundan dışlanmanın ırkçı bir unsur olduğunu söylüyor (2).

Türkiye 1923’ten 1950’ye kadar son derece katı totaliter bir devletti. 1950 sonrası, en azından Kürtler açısından bakıldığında, belirli totaliter özellikleri taşıyan otoriter bir diktatörlük olarak tanımlanıyor. Otoriter rejimin yönetme, disipline etme ve adaleti zorlama hırsları çoğu zaman insanlık dışıydı. Örneğin her üç askeri darbe de (1960, 1971 ve 1980) ve 28 Şubat Süreci Kemalizmin gerekli restorasyonları olarak dayatıldı. Veya 1990’larda otoriter sivil hükümetlerin Kürtlere karşı paramiliter grupları kullandığı dönem.

Anayasa 1960 askeri darbesinden sonra yeniden yazıldı, ancak esasta ilkeler değişmedi. 1982 yılında kabul edilen anayasada Kemalizm ilkelerine atıfta bulunuluyor ve Mustafa Kemal “ölümsüz bir lider” olarak övülüyor. CHP ve diğer tüm milliyetçi partiler, siyasi projelerini meşrulaştırmak için Mustafa Kemal’e ve Kemalizm’e biraz farklı şekillerde atıfta bulunuyorlar.

Kürtler şu anda fikirlerini çok sınırlı ifade edebildikleri, ancak eylem özgürlüklerinin çok az olduğu veya hiç olmadığı otoriter bir sistemde yaşıyorlar.

Bugünkü Türkiye ise, demokratikleşmekten ziyade hem yarı demokratik hem de otoriter olan karma bir yönetim biçimine dönüşmüş belirli siyasi sistemlere sahip ülkeler arasında yer alıyor.  Bu, düzenli ve nispeten özgür seçimler yapan ancak aynı zamanda vatandaşların insan haklarına saygı konusunda önemli ihlaller sergileyen veya siyasi iktidarın demokratik kontrol ve şeffaflıktan giderek açıkça kaçındığı ülkelerle ilgilidir. Kısacası, Türkiye, resmi demokratik kurumların demokratik olmayan uygulamalarla birleştiği bir ülke olarak algılanıyor. Bu tür karma rejimler “hibrit rejimler” olarak adlandırılıyor.


Kaynakçık  

(1) Yüksel Atillasoy: (Atatürk: Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Cumhurbaşkanı ve Kurucusu, 2002.

(2) Hannah Arendt: The Origins of Totalitarianism. SD Books 1973.


Mehmed S. Kaya:  Bingöl’ün Solhan ilçesinin Keşkon mezrası doğumludur.
Lillehammer Inland Norveç Üniversitesi’nde sosyoloji profesörüdür. ‘The Zaza Kurds of Turkey’ kitabının yazarıdır.


Mehmed S. Kaya – 20.05.2025

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑