Tamamen inkardan asgari hakların kısmen kabulüne mi? | Mehmed S. Kaya
Kürtlerin yüz yıllık kanlı mücadelesi: Tamamen inkardan asgari hakların kısmen kabulüne mi?
Başlık, Cumhuriyetin 1924-2025 yılları arasında Kürtlere yönelik muamelesini özetliyor. Türk sömürgeciliği katı ve mutlak otoriterliğe dayanır. Yani Kürtleri zorla boyunduruk altına aldılar, kendi yasalarını, dilini ve kültürünü onlara tek ve üstün olan olarak dayattılar. Bununla Kürtlere, kaderlerinin bu olduğunu ve daha ileri gidemeyeceklerini söylüyorlar.
Ancak 40 yıllık Kürt direnişinin ardından işgal zihniyeti zayıfladı. Ama çoğu Türk bunu bilmiyor çünkü iktidardakiler topluma gerçekleri söylemeyi saklıyor. Ayrıca, çoğu Türkler acı gerçekleri duymaktan hoşlanmazlar; sahte kahramanlık, üstünlük ve benzeri hikayeler içeren propagandaları duymayı severler.
Sömürgecilik hayalinin son kalıntılarından vazgeçmiyorlar
Abdullah Öcalan ile sözde barış görüşmelerinin planı giderek netleşiyor: Türkiye’nin yanı sıra, Rojava, Irak ve İran’daki PKK ile ilişkili Kürt isyancı gruplarında silahsızlandırılmasını hedefleniyor. Stratejileri, Türk devletinin yayılmacı emperyal maceralarından vazgeçmediğini gösteriyor. Bu da Erdoğan ve Bahçeli’nin iki amacı olduğunu gösteriyor: Birincil hedef, mevcut gücü genişletmektir. Eğer bu başarılamazsa, o zaman en azından kaybın korunmasıdır. Bu, Kürtlerin en güçlünün, yani “totaliter” olanın bedelini ödeme hakkını dolaylı olarak kabul ettiği varsayımına dayanır.
PKK ile ideolojik bağlantısı ne olursa olsun, bu ülkelerdeki Kürtlerin hakları için mücadele etme hakkı meşrudur. Bu, Türk devletinin dünyanın dört bir yanındaki Kürtlerin önünde engel teşkil ettiğini bir kez daha teyit etmektedir. Türklerin böyle bir talepte bulunma hakkı yoktur. Bu, nefret ve düşmanlıkla dolu, kötü niyetli bir amaçtır.
Cellat polemiği
Cumhurbaşkanı Erdoğan, isim vermeden CHP’yi kastederek “Kürt kardeşlerim cellatların kim olduğunu çok iyi biliyor” söylerken kemalistler tarafından Kürtlere karşı gerçekleştirilen muhtemelen şu büyük katliamları kastediyor: 1921’deki Koçgiri katliamı, 1925’teki Şeyh Said isyanına karşı yapılan katliam, 1926-1931’deki Ağrı ve Zilan katliamları, 1937/38’deki Dersim katliamı ve 1990’lı yıllarda ordu içindeki paramiliter örgütü JİTEM tarafından işlenen siyasi cinayetler ve kayıplar. O halde Erdoğan cellatların kim olduğunu açıklamalı ve onlardan hesap sormalı, ki Kürtler buna göre tavır alsın. Bilindiği gibi tavırlar güvenilir ve resmi bilgilerle gerekçelendirilmelidir.
Devlet ve Öcalan arasındaki görüşmelere duyulan güvensizlik
Türk devleti ile Abdullah Öcalan arasındaki görüşmeler herkesin merakını uyandırıyor. Peki insanlar bu görüşmelere ne kadar güveniyor?
Güven, insanların veya sistemlerin dürüst, öngörülebilir ve iyi niyetle hareket edeceğine dair temel bir beklentidir. Türkiye’de güven, hem siyasi liderlere hem de kamu kurumlarına ilişkin olarak genellikle düşüktür. Hükümetin hem İmralı notlarını kontrol etmesi ve hem kendi kontrolündeki medyanın bilgi akışını aktarma biçimi, Türkiye’yi kahraman ve egemen olarak göstermeyi amaçlayan bir propaganda yürütüyor. Resmi tutanaklardan Öcalan’ın bağımsızlık, federatif yönetim, özyönetim biçimleri veya kültürel haklar talep etmediğini teyit ettiğini okuyoruz. Eğer Kürtler statü veya kazanım talet edemezlerse, o zaman müzakereler ne için yapılıyor? Ya da Kürtler neyi müzakere ediyorlar? Bu durum birçok soruyu gündeme getiriyor: Böyle bir dayatma kalıcı bir çözüme yol açabilir mi? Öcalan bu hakları talep etmiyorsa, onun duruşu Kürtlerin beklentileriyle nasıl örtüşebilir? Zaten Kurdlerin kendi kaderini tayin hakkı tanınmaması, federasyon hakkı, otonomi hakkı, kulturel hakların elinden alinmasi PKK’yi yarattı. Öcalan bu gerçeklerden nasıl vazgecebilir? Bu anlaşılmıyor. Bu nedenle, İmralı’nın insanların çözüm aradığı bir yer olmaması gerektiği görüşünün giderek daha fazla öne çıkması doğaldır. O zaman Öcalan’ın başmüzakereci olarak atanmasının ne anlamı var? Bu, PKK yandaşlarının yıllardır haykırdığı gibi yanlıştır: Öcalan bizim irademizdir!
Öcalan’ın, PKK hareketinin oluşmasına yol açan taleplerden vazgeçip ve bunun yerine içeriği bilinmeyen tartışmalı «demokratik entegrasyon» (türklerle bütünleşme?) perspektifi sunma kararı çok sayıda Kürt’ü şaşırttı. Kürtler haklı olarak bu perspektife güvenmiyorlar.
Kürtler, Öcalan’ın sürekli değişen stratejilerine ve yeni kavramlar geliştirmesine karşı kayıtsız hale geldiler
Abdullah Öcalan’ın bakış açılarının artık Kürtlerin beklentileriyle örtüşmediği bir noktaya geldiği gözlemleniyor. Kürtler, Öcalan’ın zaman zaman değişen düşünce ve açıklamalarına kayıtsız kalıyor. Dolayısıyla Öcalan, Kürt toplumunun büyük bir kesiminin gündeminde değil; Kürtler, onun sürekli değişen stratejilerine ve yeni kavramlar icat etmesine kayıtsız kalıyor.
Bunu iki örnekle açıklayacağım:
Birincisi, İstanbul Konferansı’na gönderdiği mesajda Marksizm’e yaptığı vurgu. Kürt halkı günlük yaşamlarında Marksizm’i hesaba katmıyor. Peki onları ne etkiliyor? Kürtler günlük yaşamlarında karşılaştıkları zorlukları düşünüyor; örneğin, düğünlerde Kürtçe müziği ve halayları nasıl özgürce kullanabiliyorlar? Türk kentlerinin sokaklarında Kürtçe konuşurken saldırıya uğrayıp uğramadıklarını merak ediyorlar. Bu düşünceler ve deneyimler, Türklerle “demokratik bütünleşme” için iyi bir referans değil. Ayrıca, Öcalan’ın farkında olmayabileceği şey, Batı dünyasında farklı etnik kimliklere sahip insanların, işçi sınıfı kökenli olanlardan daha fazla baskı altında olduğudur. Bu durum, etnik kökene dayalı baskı tartışmasının, sınıf kimliği tartışmasının önüne geçmesine yol açmıştır. Öcalan, Kürtlerin maruz kaldığı etnik temelli baskıya odaklanmalıdır. Aksi takdirde, Öcalan gerçek sorundan dikkatleri dağıtmaya çalışıyor gibi görünüyor.
İkincisi, Öcalan’ın İsrail ve ABD konusundaki tutumu. Bu durum çok sayıda Kürt’ü rahatsız ediyor. Kürtler İsrail’e karşı tavır almak istemiyorlar. İsrail’e karşı Türkiye’yi desteklemeye zorlanmak da istemiyorlar. Kürtler, Öcalan’ın İsrail karşıtı duygularını da kabul etmiyorlar. İsrail hayranlığı Kürtler arasında yaygın. Bunun bir nedeni de, Kürtleri gazla öldüren, işkence eden, siyasi göidam edilen ve her türlü insanlık dışı muameleye maruz bırakanların Müslümanlar, yani Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletleri olduğu gerekçeğinde yatıyor.
Şu gerçeklerde Kürt hafızasında tazeliğini koruyor: ABD, Saddam Hüseyin’in 1991’de giriştiği Kürtlere yönelik katliamlarına karşı Kürtlerin yardımına koştu. Benzer şekilde, ABD, IŞİD savaşı sırasında Kobani’de Kürtlerin yardımına koştu. Örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak gözlemlenen şu ki, Abdullah Öcalan’ın mesajları artık Kürtler nezdinde yankı bulmuyor. Öcalan, Kürt halkından kopukur.
Türkler ve Kürtler arasındaki düşmanlık birleştirici değil
Türkler arasında Kürtlere karşı düşmanlık aşırı derecede koşullandırılmış durumda. Kürtlerin varoluş talebi, Türklerin gözünde «terörizm» etiketiyle o kadar koşullandırılmış ki, Türklerin görüşüne göre Kürtler en temel haklara bile layık olmadığı izlenimi toplumda yaratılmıştır. Türk toplumunda ırkcılık bu düzeyde yangın. Ve etnik açıdan Türk olmayıp ancak Türkler adına milliyetçilik yapan ırkcı milliyetçi partilerde (ki bunların sayısı da az değil) Kürtler ve Türkler arasındaki husumeti yüksek tutmaya heveslidir.
Bu durum Türkiye’nin Rojava’ya yönelik politikasında da açıkça görülmektedir. Türkiye’nin Suriye’de Kürtlere karşı hala tehditkâr, kabadayılıkçı tutumunu sürdürüyor olması, Mustafa Kemal’in totaliter döneminden kalma son derece aşağılayıcı bir bakış açısını açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca, Türklerin Kürtlerin duygularına, diline, kültürüne, kimliğine ve aidiyetine saygı, anlayış ve empati göstermemesi Kürtler arasında yaygın bir deneyimdir. Bizi reddediyor ve bizi görmezden geliyorlar, görüşü hakim.
Avrupa’da ise tam tersi yaşanıyor: Avrupalılar Kürtlere, Filistinlilere ve diğer ezilen halklara karşı empati, dayanışma ve anlayış gösteriyor.
Kürt avı sınırların ötesine uzandı
Türk devleti, 1990’larda Kuzey Irak’taki Kürt bölgesinde Barzani ve Talabani güçleriyle işbirliği içinde operasyonlar yürütmüştü. Ancak Erdoğan bu yaklaşımı değiştirdi ve askeri operasyonları işgale dönüştürerek 2019’da Afrin’i ve Kuzey Suriye’deki birkaç Kürt kasabasını işgal etti.
Türkler, Rojava’daki Kürtlerin 100.000 kişilik SDG güçlerine silahlarını bırakmalarını ve İslamcı köktencilere teslim etmelerini emrediyor. Bu bir teslim olma emri. Ve Türkler, yüz yıldır kutsallaştırdıkları Kemalist tek tip yönetim biçimini, komşu Suriye’de de uygulamakta ısrar ediyorlar.
Hakan Fidan’ın Rojava hakkındaki tehditlerini okuyunca insan durup kendine şu soruyu soruyor: Bu nefret dolu ve saldırgan düşmanlık Kürtleri nasıl motive ediyor? Türkiye’nin tehditleri, herkesi (hem Iraklı hem de Suriyeli Kürtleri) Amerikan ve İsrail’den yardım aramaya zorluyor. Amerika ve İsrail’in Kürtlerin düşmanı olmadığı fikri Kürtler arasında yaygın. Birçok Kürt, deneyimlerine dayanarak, Kürtlerin başlıca düşmanlarının Türkler ve Müslümanlar olduğuna inanmaktadır.
Türk devletinin amacı elbette Kürtleri hizaya getirmektir. Haklarından yoksun bırakmak. Bu tür düşüce türk politikasında bir gelenek olmuş. Ancak, Türk devleti şunu kabul etmeli: Eğer Kürtlere, sınırlı da olsa, kendi geleceklerini belirleme hakkı tanınmazsa, kalıcı barıştan bahsetmek saflık olur.
Kürtler, Türk baskısını reddediyor. Türkiye, onların haklarını görmezden gelerek onları baskı altına alma zihniyetinden vazgeçmelidir. Bu, Kemalizmin tek tipçi zihniyetidir ve İslam’ın çoğulcu dinini olumsuz etkilemiştir. Başkalarının topraklarına göz dikmeyin. Toprak işgali geçicidir. Bir gün buradan ayrılmak zorunda kalacaksınız. Ancak geride bıraktığınız olumsuz imaj gelecek nesiller tarafından unutulmayacaktır. Osmanlı işgali altında yaşayan Balkan halkları hâlâ bundan bahsediyor.
İslam, milliyetçiliği meşrulaştırmanın bir aracı olarak kullanıldı
Kürtler, Orta Doğu’nun yerli halkıdır ve bölgede ulus devletlerin ortaya çıkmadan önce büyük ölçüde çeşitli halklarla barış içinde yaşamışlardı. Ancak Türk-İslam sentezi, Arap-İslam sentezi ve Fars-İslam sentezinin yükselişiyle birlikte milliyetçilik ortaya çıktı ve bu da bölge halkları ile Kürtler arasında çatışmalara yol açtı. Bu baskın halklar daha sonra İslam’ı milliyetçi ideolojilerini güçlendirmek için bir araç olarak kullanmaya başladılar ve Kürtler için elverişsiz bir durum yarattılar. Yani İslam, Kürtlere yönelik zulmü meşrulaştırmak için kullanıldı.
Örneğin Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nda İslam dinini ve değerlerini milli mücadeleyi meşrulaştırmak, halkı mobilize etmek için kullandı, hatta “cihad” çağrısı yaptı ve çağrılarda vaazlar, dini sloganlar teşvik etti. Ancak bu kullanım Cumhuriyetin ilanından sonra Kemal islama araçsallaştırma rolü biçti. Bunda tatar asıllı Yusuf Akçura’nın etkisi büyüktü. Akçura’ya göre Türkçülüğün temel amacı, Türk kökenli (kan bağına dayalı) tüm halkları tek bir devlette birleştirmekti. İslam, ulusal gururu güçlendiriyorsa ancak iyi kabul edilir. Ayrıca, Kur’an’ın gerçek Türk değerlerini zehirlemediği sürece iyi olduğu da söylenir.
Türk-İslam sentezinin mimarı olarak kabul edilen Kürt kökenli devşirme Ziya Gökalp, Akçura’ya karşı çıkarak Türkçülüğün Türk olmayan Müslümanları da kapsaması gerektiğini söyleyerek yanıt verdi. (Türk-İslam sentezi: yani İslam dinini Türkçülüğe alet etme tercihi demektir). Gökalp için ulusal aidiyet, Akçura’nın Türkçülük projesinde atıfta bulunduğu soy ve kandan ziyade etnik ve kültürel ortaklık meselesiydi. Ona göre, yeni cumhuriyet ile halk arasındaki ilişkinin temeli bir yandan Müslüman mirası, diğer yandan da dil ve kültür olmalıdır, diyordu. Ayrıca belirtmesi gereken husus; her ikisinin de aynı yayılmacı niyetleri vardı; yönetim biçimleri az çok otoriterdir ve diğer ülkelerin topraklarını Türk kontrolü altına alma hırsına sahiptiler (1).
Mustafa Kemal, devlet uygulamasına Akçura’nın Türklük tanımını benimsedi. Bu Türklük tanımı ayrıca 1924, 1961 ve 1982 anayasalarına dahil edildi.Batılı kaynaklara göre Gökalp, Kemal’in bu kararına çok kızmış ve 1924’te intihar etmiştir (2).
Erdoğan hükümetinin amacı bir çözüm sunmak değil, Lozan’da sergilenen aldatmacanın bir başka versiyonunu ortaya koymaktır. Ancak Türk devleti şu gerçeği kabul etmelidir: Kürt halkı artık bölgesel statü olmadan yönetilemez.
Kaynaklar:
(1)Mehmed S. Kaya: Turkey’s vain struggle to create a homogeneous nation, Washington: Middle East Policy 2018.
(2)Einar Wigen: “Landsmann, snakk tyrkisk.” University of Oslo.
*Mehmed S. Kaya: Bingöl’ün Solhan ilçesinin Keşkon mezrası doğumludur. Norveç Inland Üniversitesi’nde sosyoloji profesörüdür. ‘The Zaza Kurds of Turkey’ kitabının yazarıdır.
Mehmed S. Kaya – 14.12.2025























































