Sene 1930: Ağrı Dağı’nda bir Kürt Cumhuriyeti | Ayşe Hür
Ancak isyan bir türlü bastırılamıyordu. Bu durum, merkezde tedirginlik yarattı. New York Times’ta çıkan bir habere göre, o sıralar Yalova’da dinlenmekte olan Mustafa Kemal bir ara, bizzat bölgeye gidip isyanı bastırmayı bile düşünmüştü…
Şubat 1921’de Kaçar Hanedanı’na bir darbe ile son veren Rıza Şah, Rıza Şah Krallık yeminini 15 Aralık 1925’te etmişti ama tacını ancak 25 Nisan 1926’da giyebilmişti. Türkiye, Şah’ın cülus törenine bir telgraf göndermekle yetinmemiş, değerli bir kılıçla, iki Junker savaş uçağı hediye etmişti. Türk havacıların bu uçaklarla yaptıkları gösteriler Tahran halkını büyülemişti.
Türkiye’nin bu sıcak ilgisinin altında, 1921’den itibaren Ankara hükümetiyle Tahran arasında çeşitli nedenlerle yaşanan gerilimlerin izini silmek arzusu yatıyordu. Gerilim yaratan konuların başında iki ülkedeki Kürtler geliyordu. Rıza Şah, Ağustos 1925’te Tahran’a gittiği halde ancak Ocak 1926’da resmen göreve başlayabilen Tahran Büyükelçimiz Memduh Şevket (Esendal) Bey’e şöyle demişti: “Bundan üç sene evvel bir defa İngiliz Sefiri bana dedi ki ‘Türkler kendi himayelerinde müstakil bir Kürdistan yapmak istiyorlar, buna İran Kürdistan’ını da ilave ediyorlar. Bu suretle Kürdistan’ı ilhak etmiş olacaklar, sen bu hususta ne fikirdesin?’ Ben de cevaben dedim ki: ‘Ben, Türkiye Kürdistan’ını bilemem; fakat İran Kürdistan’ını da veremem. Benim başımı kesmelidir ki bunu her ne nam altında olur ise olsun vermeye razı olabileyim…”
Şah, daha önce de Türkiye’nin Tahran ataşemiliteri Binbaşı Hüsamettin (Tugaç) Bey’e, şunları söylemişti: “Öyle zannediyorum ki Türkiye’nin İran Azerbaycan’ın da gözü vardır… Azerbaycan halkı Türk’tür. Türkiye bunu ihmal edemez. Vakıa şimdiki Türkiye böyle bir politika gütmüyor. Mustafa Kemal Paşa çok akıllı bir zattır. Fakat kendisinden sonra Türkiye yine İttihat-ı Terakki Hükümetinin siyasetini benimseyebilir. Görüyorum ki demiryolu inşaatınız iki koldan Azerbaycan’a doğru yönelmiştir. Gerektir ki, Türkiye ergeç Azerbaycan’ı alsın.”
Rıza Şah, Sovyet Devrimi’nden sonra Kafkasya’nın değişik bölgelerinden Türkiye’ye sığınan (başta Mehmet Emin Resulzade olmak üzere) Azeri milliyetçileri ve bunların Türkiye’de yayınladığı Yeni Türkistan, Odlu Yurt, Yeni Kafkasya ve Azeri Türk gibi dergiler yüzünden de Türkiye’nin İran’ın Azerbaycan bölgesiyle ilgili yayılmacı emelleri olduğundan kuşkulanıyordu.
Bahar havasının sonu
Türkiye ise İran’ın Kürt politikasından hiç memnun değildi. Çünkü Rıza Şah, Mondros Mütarekesi sonrası Türk-İran sınır bölgelerinde hâkimiyet kurmuş olan Kürt aşiret reisi İsmail Ağa Simko’nun İran’a dönmesine izin vermişti. Gerçi, 1926’da tekrar isyan eden Simko başarısız olarak Irak’a kaçtı ama Türkiye’nin kulağına kar suyu kaçmıştı bir kere. (İsmail Ağa, 1928’de Türkiye’ye gitmek üzere Irak’tan ayrıldı ancak Türkiye’ye giremedi. 1929’da Türk-İran-Irak sınırında bir noktada İran askerlerince öldürüldü.)
Türkiye’nin İran kaynaklı transit mallara vergi koyması gibi ekonomik baskılar sonuç verdi ve Türkiye ile İran arasında Nisan 1926’da bir Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması imzalandı. Antlaşma 1925’te SSCB ile Türkiye arasında imzalanan antlaşmaya benziyordu. Temmuz ayında Rıza Şah’ın sağ kolu Timurtaş ile Memduh Şevket (Esendal) Moskova’ya gittiler, beklenen üçlü antlaşma çıkmadı ama Timurtaş Ankara’ya gelip 15 gün kaldı. Fakat bu bahar havası çok sürmedi. 1927-1930 arasında öyle olaylar yaşandı ki, hem Türkiye’deki ve SSCB’deki Kürtlerin kaderi değişmekle kalmadı, Türk milliyetçiliği de ırkçılığa doğru evrildi.
İran’daki Kürt ve Azeri azınlıklara ilişkin, Türkiye’nin emellerinden kuşku duyan İran ile iki ülke sınırının iki tarafına yayılmış Kürtlerin, İran tarafından Türkiye’ye karşı kışkırtıldığını düşünen Türkiye arasındaki ilişkiler, 16 Mayıs-17 Haziran 1926 arasında yaşanan bir olayla gerilmişti. Resmi tarihin “sözde” ayaklanmalardan farklı olarak hem Türk hem Kürt tarihçileri tarafından “isyan/ayaklanma” olarak tanımlanan gelişmeler, resmi kaynaklara göre Yusuf Taşo adlı bir eşkıyanın, o sırada il olan Beyazıt’ın Muson Bucağı’na bağlı Kalecik köyünden bir miktar hayvan çalarak Ağrı Dağı’na çıkmasıyla başlamıştı. Hükümet, çapulcuları cezalandırmak için 28. Alay’ı görevlendirmiş ancak alay hezimete uğramış; geride iki topunu, hayvanlarını ve eşyalarını bırakarak geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bunun üzerine, 15 Haziran’da 9. Tümen görevlendirilmiş, 17 Haziran’da Taşo ve adamları İran’a kaçtıkları için, yine devleti tatmin eden bir sonuç ortaya çıkmamıştı.
“Türkiye’de Pantürkizm zor ölür!”
Türkiye, başarısızlığın faturasını İran’a kesti, çünkü Türkiye-İran arasındaki mevcut sınır, Osmanlı Devleti ile Kaçar Hanedanı arasında 1913’te çizilmişti ve Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı dağlarının doğu yamaçları İran’da kalmıştı. Asiler, başları her sıkıştığında, Dombat Vadisi’nin güneyindeki İran köylerine sığınabiliyorlardı. Türkiye yıllardır sınırı kendi isteğine göre düzeltmek için İran’a baskı yapıyordu.
13-20 Eylül 1927’de Kürtleri kovalayan Türk kuvvetleri yine başarısız olunca, İran’ın Cemiyet-i Akvam’daki temsilcisi Muhammed Ali Furuği Ankara’ya geldi. Ekim ayının başında 4 bin kişilik bir Kürt birliği Beyazıt’ı bastı ve bazı Türk subay ve erlerini İran’a kaçırdı. Ankara’nın buna cevabı, Beyazıt’ı ilçe, Karaköse’yi (aslında adı Karakilise idi ama 1921’de Kâzım Karabekir tarafından değiştirilmişti) il yapmak, Furuği’yi Kasım sonuna kadar otel odasında bekletmek ve İran’la transit ticareti kesmek oldu. Furuği, sonunda pes edip Ankara’dan ayrılırken, Britanya Sefiri’ne “Türkiye’de Pantürkizm zor ölür…” diye yakınmıştı.
Beyazıt Olayı ve Xoybun’un kuruluşu
Tarihe “Beyazıt Olayı” diye geçen bu yüz kızartıcı baskın; aslında, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri süregelen “Kürt Meselesi”nin bir parçasıydı. Bilindiği gibi, Şeyh Said İsyanı’nın ardından ilan edilen 1925 Şark Islahat Planı uyarınca Şeyh Said’in çocukları, Cemilpaşazadeler, Bedirhaniler gibi Kürt aristokratları İran, Irak ve Suriye gibi ülkelere sürülmüşlerdi. Bu arada, Mayıs 1926’dan itibaren Celâlî Halit Bey’in başkanlığındaki Ezidi, Sünni ve Alevi aşiretlerinden oluşan Celâlî Konfederasyonu, Ağrı Dağı’na sığınmıştı. 1927’de “Bazı Şahısların Şark Mıntıkalarından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanun” ile sürgünün çapı daha da genişletilince, dağa çıkışlar artmıştı.
Aynı yıl, eski Kürdistan Teâlî Cemiyeti’nin üyeleri, Şeyh Said’in, Bedirhan Bey ve Cemil Paşa’nın çocukları ile birbiriyle didişen aşiret reislerinden oluşan karışık bir grup Lübnan’da Xoybun (Hoybun) adlı bir örgüt kurdular. Sedat Ulugana’ya göre Xoybun’un fikir babası Memduh Selim Bey’di. Kurucu kadroyu Şükrü Sekban, Mir Celadet Bedirhan, Mir Kamuran Bedirhan, Şerif Paşa, Haco Ağa, Berazi Aşireti Reisi Mustafa Şahin vardı. Kongrede Mir Celadet Bedirhan başkan seçilmişti. İhsan Nuri Bey ise “başkomutan” idi. Türkiye’de ise Hesenanlı Ferzende, Silemane Ehmed Beg, Zirkanlı Kerem Bey, Sipkanlı Halis Bey gibi önemli Kürt aşiret reisleri Xoybun’a katılmıştı. Türk istihbaratının iddiasına göre, Ermeni Taşnak Komitesi’nin bazı üyeleri de bu oluşumda rol almıştı. Eğer bu doğruysa, şehirli ve kırsal kökenli grupların veya bir zamanlar fail ve mağdur olarak karşı karşıya gelen Kürtlerin ve Ermenilerin zoraki evliliği ortaya çıkmıştı. Örgütün Kürt kanadının amacı, 1920 tarihli Sevr Barış Antlaşması’yla tanımlanan coğrafyada bağımsız bir Kürt devleti kurmaktı.

Örgüt, dağdaki hareketi yönetmek üzere, Osmanlı ordusunda (Kazım Karabekir’in komutasında) kurmay binbaşı olarak görev yapan ve Eylül 1924’teki Nasturi (Beytüşşebab) Ayaklanması’ndan sonra sırasıyla Suriye, Irak ve İran’a geçen Yüzbaşı İhsan Nuri Bey ve bir grup arkadaşını gönderdi. İşte “Beyazıt Olayı”, İhsan Nuri Bey ve Broyê Haskê Telli, Şemikanlı Timur, Ferzende gibi Xoybun kadrolarının ilk işlerinden biriydi.
Dağda bir cumhuriyet
1928’e gelindiğinde, isyancılar Ağrı Dağı’nda minyatür bir Kürt cumhuriyeti yaratmış ve bazı iddialara göre, İngilizlerin aracılığıyla Milletler Cemiyeti’ne bile başvurmuşlardı. Sarı, kırmızı ve yeşilli bayrakları, Ag(i)ri adlı gazeteleri, iyi eğitilmiş ve teçhiz edilmiş birkaç bin kişilik orduları vardı. Kısa sürede “Ağrı Kürt Cumhuriyeti”, Bitlis ve Van’ı da içine alacak kadar genişlemişti.
Durumun vahametini fark eden Ankara, Kürt bölgelerini kapsayan Birinci Umumi Müfettişliği’ni Kasım 1927’de kurarak başına İbrahim Tali (Öngören) Bey’i geçirmişti. 1928’de Ağrı bölgesi de müfettişliğe bağlandı. Bir yandan, Salih (Omurtak) Paşa komutasında 12 bin kişilik bir kuvvet, Mardin, Adana ve Diyarbakır’daki merkezlerde toplanırken; bir yandan da isyancıları ikna etmenin yolları aranıyordu. Umumi Müfettiş’in ilk işi, genel bir af çıkarmak oldu. 1928 yılının Mayıs ayında, iki milletvekili, Karaköse Valisi, Karaköse Jandarma Komutanı, Diyadin ve Beyazıt kaymakamlarından oluşan hükümet heyetiyle, İhsan Nuri Bey ve 60 adamı Şeyhli Köprüsü yakınlarında buluştular. Ancak İhsan Nuri Bey, geri adım atmadı. İlginçtir, 1919’da Erzurum Kongresi’ni düzenleyen Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin (VŞMHC) kurucularından, Kürt kökenli Süleyman Nazif, affa karşı çıktığı gibi, “Vaaz ve nasihat veya re’fet ve şefkat zamanı çoktan geçti, eline silah almış olan her asinin eli başıyla birlikte kesilmelidir,” demişti.

“Çelik Kartallar” Zeylan’da
Mart 1930’da Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’na, I. Umumi Müfettişlik mıntıkasında “Şekavet, fesatçılık, devlet otoritesine karşı koymak gibi cürümlerin, beş kişilik bir mahkemede yargılanmasına ve verilecek cezaların temyize gitmeden kesinleşmesine” ilişkin bir hüküm kondu. İsyan, olayın yabancı gazetelerde yer alması üzerine, ancak 10 Haziran’da “Şark’ta bir hadise oldu” şeklinde kamuoyuna duyuruldu.
Temmuz başında, iki kolordu ile 80 tayyare (gazetelerin adlandırmasıyla “Çelik Kartal”) harekâta başladı. 1928’de, Türk Hava Kuvvetleri’nin elinde 200 kadar uçak vardı. 1930 sonlarında, sayısı 300’e ulaşan bu uçaklardan 60 veya 80 kadarı Ağrı’da kullanılmıştı.
Ağrı’daki Kürt kuvvetlerinin kumandanı İhsan Nuri Bey’in hatıralarında bu uçakların nasıl moral bozduğunu okuyabiliriz. Ona göre, 1927 yılı sonbaharında İran sınırından iki kilometre içeride olan Kürdova köyüne yapılan bombardımanı diğerleri izlemiş; 1930 sonbaharına kadar onlarca köy ve mezra imha edilmiş, binlerce Kürt öldürülmüştü. İhsan Nuri Bey iddiaya göre askerlerine şöyle seslendiğini anlatıyordu:
“Ümidinizi kaybetmeyiniz! Kürdistan bağımsızlığına kavuşacak ve Kürt ulusu bahtiyar olacaktı. Atalarımızın şu sözünü unutmayınız: Bextê Romê Tune ye (Rom’un [Türk’ün] bahtı yoktur)!”

“Ebabil kuşları gibi…”
Bu uçakların Türk tarafına verdiği güven ve gururu ise Temmuz-Ekim 1930 arasındaki Genelkurmay’ın verdiği adla Oramar Harekâtı, basının verdiği adla Zeylan Harekâtı, Bazı Kürt araştırmacıların verdiği adla Zilan Harekâtı sırasında gazetelerde çıkan haberlerde okuyoruz. Örneğin, 13 Temmuz 1930 tarihli Vakit gazetesindeki haberde şöyle yazıyordu:
Asiler 5 günde yok edildi. Zeylan Deresi’ndekiler tamamen yok edildi. Bunlardan bir kişi dahi kurtulamamıştır. Ağrı’da harekât devam ediyor. Dünden beri harekât sahasında eşkıya kalmamıştır. Büyük kuvvetlerimiz yüksek sarp dağlara iltica edenleri de mahvetmiştir. Zeylan Deresi yüzlerce cesetle doludur.
16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki haberde “10-15 tayyareden mürekkep muhtelif filolar, ağır bombardıman bombaları ile hücum etmişler, büyük telefat veren şakileri şaşkın ve yılgın bir hale getirmişlerdir,” diye söze başlayan Yusuf Mazhar Bey şöyle devam ediyordu:
Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1.500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler (eşkıyalar) üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zeylan harekâtında imha edilen eşkıya miktarı 15.000’den fazladır. Yalnız bir müfreze önünde düşüp ölenler 1.000 kişi olarak tahmin edilmektedir. Zilan deresinden sıvışan 5 şaki de teslim olmuştur. Buradaki harp pek müthiş bir tarzda cereyan etmiş. Zilan Deresi lebalep (ağzına kadar) cesetle dolmuştur. Bu hafta içinde Ağrı Dağı tenkil [cezalandırma] harekâtına başlanacaktır. Kumandan Salih Paşa bizzat Ağrı’da tarama harekâtına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkânı tasavvur edilemez.
Yazara göre, harekât sırasında sekiz uçak düşürülmüş ve isyancıların eline sağ geçen iki pilot, gözleri oyulup, burunları kesilerek öldürülmüştü. Kürt kaynaklarına göre ise, düşürülen uçak sayısı 12 idi ve bu kaynaklar, pilotların öldürülmesinden de söz ediyordu.
Cumhuriyet’in 23 Temmuz tarihli sayısındaki bir habere bakılırsa uçaklar, “Ebabil Kuşları gibi” Kürtlere saldırıyordu. (“Ebabil Kuşları” İslam mitolojisine göre, 543-571 yılları arasındaki bir tarihte, o sıralar putperest mabedi olan Kabe’yi yıkmak için gelen Hristiyan Yemen Valisi Ebrehe ve kalabalık fil ordusunu gagalarıyla taşıdıkları taşları atarak yenilmelerine sebep olanlar efsanevi kuşlardı.) Aynı günlerde, gazetelerde, bölgede 60 uçağın kalkış ve inişine elverişli bir havaalanı inşa edildiği haberleri çıktı. Bu haberle birlikte, Türkiye ile İran, savaşın eşiğine geldi.
Ağustos ayında basın, kurulacağı açıklanan Serbest Fırka haberlerine yönelince, Ağrı İsyanı konusu ikinci plana düştü. Ağustos ayının sonunda Zeylan Deresi cesetlerle dolunca, İsmet Paşa noktayı koydu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”
Elçi değişikliği yapılıyor
Ancak isyan bir türlü bastırılamıyordu. Bu durum, merkezde tedirginlik yarattı. New York Times’ta çıkan bir habere göre, o sıralar Yalova’da dinlenmekte olan Mustafa Kemal bir ara, bizzat bölgeye gidip isyanı bastırmayı bile düşünmüştü. Öte yandan, isyanı engellemek bir yana, âdeta destekler gibi davranan İran’a baskı yapılması konusunda, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ve Birinci Umumi Müfettiş İbrahim Tali Bey’in başını çektiği “güvercinler” ile Başvekil İsmet İnönü ve Hariciye Vekili Tevfik Rüştü (Aras) Bey’in başını çektiği “şahinler” arasında önemli görüş ayrılıkları vardı. Sonunda şahinler galip geldi ve yeterince sert bulunmayan Tahran Büyükelçisi Memduh Şevket (Esendal) Bey geri çağrılarak yerine, demir yumruklu Hüsrev (Gerede) Bey getirildi. Mustafa Kemal, yeni elçiyi “Hüsrev, pasaportun cebinde, fakat dönmeni değil, orada kalmanı, hudut meselesinin halliyle sulh ve dostluk siyasetimizde muvaffak olmanı isterim,” diye uğurlarken, İsmet Paşa şöyle devam etmişti:

Hüsrev senin durumun tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nun inhitat [çökme, gerileme] devirlerinde filolarını Çanakkale Boğazı’na dayayarak sefaret tercümanlarını Babıâli’ye göndererek sadrazama arzularını dikte ettiren devletlerin sefirlerine benzemektedir. Bir farkla ki devletimiz yurt içinde asayişin ihlaline ve hudutlarında bir Makedonya teşekkülüne mani olmak meşru hak ve azmiyle seni göndermektedir. Binaenaleyh sen İran hükümeti ile seferber olmuş bir ordumuz arkanda harekete hazır bir halde konuşacaksın. Bu ciddi vaziyetin icabına göre davranmaklığın lazımdır.
Hüsrev Bey, maharetini gösterdi; İran’ı, sınır ötesi harekâta razı etti. Türk birlikleri, İran topraklarına girerek Ağrı Dağı’nı çembere aldılar. Türk tayyareleri, yangın bombaları da dâhil; ağır silahlarla, bölgeyi günler ve gecelerce taradı. Harekata katılan “tayyareci” Refik Ali (Akyol) Bey şöyle anlatmıştı ifa ettikleri görevi:

1930 yılı[nın] 7 Eylül sabahı saat 3.30 de gecenin serinliği henüz sail olmamış[ken], henüz şafak sökerken alaca karanlıkda Brege tayyaresi ile harekatın yapılacağı Doğu Beyazıd’a gitmek üzere yerden kesildik. Sakin ve sessiz bir sonbahar sabahında (…) Tendürük ovasına 40 dakikada indik. (…) Hiçbir şeyden habersiz isyancılar bundan evvelki sabahlarda olduğu gibi yine de normal günlerini yaşayacaklarcasına ocaklarını tüttürüyorlardı. Onlar böyle bir normal güne hazırlanadursunlar evvelce tespit ve tayin edilen program gereğince ilk tayyare hücumu Karaköse’deki tayyare birliğimiz tarafından saat tam 6.00’da [başladı ve] 9 Brege tayyaresi Büyük ve Küçük Ağrı dağlarını yalayarak isyancıların bulunduğu mıntıkaya, taşıdıkları 50’şer kiloluk bombaları ile o günün harekâtını açtılar. Onlar vazifelerini bitirip ayrılacakları sırada, Erciş’deki tayyare birliğinden iştirak eden 9 adet Şimolik tipi tayyareler aynı hücumu aynı noktaya yaptılar. Bunu akşam saat 4.55’e kadar hiç fasılasız olmak üzere ana meydandan ikmalini yapan tayyareler Küçük ve Büyük Ağrı dağlarını sanki tesviye etmeye ahd etmişçesine bombaladılar, dövdüler, ta ki oralarda tek bir canlı bırakmamak şartı ile. Kıl çadırların alevler içinde perişan bir durumda yandıkları bulunduğunu mıntıkadan kolaylıkla tespit ediliyordu. Harekatın tam bir anlayış ve muvaffakiyetle sonuçlandığı her hali ile belli idi. [İ]syancıların elebaşısı İhsan Nuri, Şeyh Resül ve ileri gelen avanesi İran hududunu geçerek canlarını kurtarabilmişlerdir. Ancak geri kalan zavallı halk kitlesi ise hükümet kuvvetlerine dehalet istemişlerdir.
17 Eylül 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Muhayyel (hayali) Kürdistan burada gömülüdür” yazılı bir mezar taşının karikatürü yayımlandı.
“Öz Türk olmayanların hakkı hizmetçiliktir”
18 Eylül’de memleketi Ödemiş’te o sırada devam etmekte olan belediye seçimleri dolayısıyla etrafında toplanmış olan halka bir konuşma yapan Adliye Vekili Mahmut Esat (Bozkurt) açık konuşacaktı: “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da dinlesin ki bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.” Konuşmasında yabancıları hedef aldığı suçlaması üzerine de şu açıklamayı yapacaktı:
Ben Ödemiş nutkunda bu memleketin efendisi Türklerdir. Öz Türk olmayanların hakkı hizmetçiliktir, köleliktir demekle misafirlerimiz olan ecnebileri kastetmedim. Esasen bir memleketin dahili siyasi münakaşalarında yabancıların yeri yoktur ve olamaz. Bu hak vatan evlatlarına aittir. Benim kastim Teşkilat-ı Esasiye mucibince Türk olup halen Türkiye’den başka milliyet iddia edenler varsa onlardır. Türk harsını samimi kabul edip de Türküm diyene sözüm yoktur.
Bu açıklama tepkileri yatıştırmayınca Mahmut Esat Bey 22 Eylül 1930 tarihinde Adliye Vekilliği’nden istifa etti ancak Xoybun’un yöneticilerinden Süreyya Bedirhan Bey Milletler Cemiyeti’ne sunduğu “La Question Kurde ses origines et ses causes” (Kürt Sorunu, Kökenleri ve Nedenleri) başlıklı 56 sayfalık başvurusunda, Mahmut Esat Bey’in bu ifadeleri aktarıldıktan sonra “Hala Kürtleri, özgürlük ve insan hakları anlayışı olan ve azınlıkları hizmetçi haline, köle haline getirmeye çalışan sözde modern bir hükümete silahla karşı koydukları için ayıplayacak devletler ya da uluslar var mıdır? Her şeye karşın iyimser olmak ve buna inanmamak istiyoruz. Bu bakana ve onun hükümetine gelince, onlara savaş meydanlarında cevap vereceğiz,” deniyordu. Ancak Milletler Cemiyeti Xoybun’un beklediği tepkiyi vermedi, Xoybun sözünü ettiği cevabı veremedi, çünkü karşılarında çok büyük bir güç vardı.
17 Eylül’de “tenkil” harekâtının bittiği ilan edildi; ancak bombardıman, Kasım’a kadar sürdü. 17 Kasım’da 98 günlük Serbest Fırka deneyimine son verildi. 20 Temmuz 1931 tarihinde üç maddeli 1850 Sayılı Kanun çıkarıldı. Kanunun “failleri yargılamadan kurtaran) 1. maddesinde şöyle deniyordu:
Erciş, Zilan, Ağrı Dağı havalisinde vuku bulan isyanda, bunu müteakip birinci Umumi Müfettişlik Mıntıkası ve Erzincan’ın Pülümür kazası dahilinde yapılan takip ve tedip hareketleri münasebetiyle 20 Haziran 1930’dan 1 Kanun-ı Evvel (Aralık) 1930 tarihine kadar askeri kuvvetler ve devlet memurları ve bunlarla birlikte hareket eden bekçi, korucu, milis ve ahali tarafından isyanın ve bu isyanla alakadar vak’aların tenkili emrinde gerek müstakilen (bireysel) ve gerekse müştereken (grup olarak) işlenmiş ef’al (fiiller) ve hareket suç sayılmaz.
Bazı Kürt tarihçilerinin işlediği suçlardan dolayı “Zilan Kasabı” dediği Albay Derviş (Ahmet) Bey (“Dersim Kasabı” diye ünlenen Abdullah Alpdoğan Paşa gibi o da “Sakallı” Nureddin Paşa’nın damadıydı) katliamdan sonra generalliğe terfi etmiş, 1932’de ölmüştü. Harekatın komutanı Salih Paşa Fevzi Çakmak’tan sonra (1944) Genelkurmay Başkanı oldu.
İsyancılara ne oldu?
İsyancı liderlerden Reşo (ilk defa yeşil, kırmızı, sarı renklerden oluşan bir bezi sırığın başına geçiren kişi olduğu rivayet edilir) 1931 kışına kadar direnmişti. İsyan, tümüyle ancak 1932’de bastırılabildi. Kürt kaynaklarına göre, isyancılar 12 Türk uçağını düşürmüş; buna karşılık, Türk birlikleri 203 köyü harap etmişti. Türk tarafına göre, bu sayılar çok abartılıydı.
İsyancıların yargılanmasına ait dosyalar, hâlen açılmadığı için tam sayı bilinmemekle birlikte, 28 Kasım 1931 tarihli Akşam gazetesinde şu bilgiler veriliyordu:
Adana Ağır Ceza Mahkemesi’nde muhakemeleri yapılacak olan Ağrı Dağı şakileri yedi yüz kişiye baliğ olacaktır. Mahkeme salonu bu kadar kalabalığı alamayacağı için, evvelce bildirdiğim gibi muhakemeler bu hafta içinde Asri Sinema binasında yapılacaktır. Bu maznunların (zanlıların) muhakemelerine evvelce Van Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlandığı halde temyiz mahkemesi tarafından görülen lüzum üzerine, dava Adana’ya nakledilmiştir. Şimdiye kadar şehrimize hadise müşevviklerinden (teşvikçilerinden) 192 kişi gelmiştir. Bundan başka daha 240 maznun gayri mevkuf (tutuklu olmadan) şehrimize gelecektir. Ayrıca 62 mevkuf ve 40 gayri mevkufun da gönderileceği Erciş istintak (savcılık) dairesince bildirilmiştir.
24 Ağustos 1932 tarihli Akşam gazetesinde ise şu bilgiler vardı:
Ağrı Dağı şakilerinin muhakemesine bugün devam edildi. 106 mevkuf sıra ile kafile halinde mahkemeye getirildi. Üç saat devam eden muhakeme esnasında ancak bunların hüviyetleri tespit edilebildi. Suçlular arasında birtakım beyler, beyzadeler vardır. Bunlardan Sıco Ağa ile Yusuf İsmail, Bedri ve Nadirzade İbrahim beyler, şehrimiz avukatlarından Nazmi Bey’i vekil tutmuşlardır.
23 Mayıs 1932 tarihli İsveç gazetesi Dagens Nyheter’deki bir habere göre Adana’da yapılan yargılamalar sonunda 44 ölüm cezası verilmiş; firardakiler ve yaşı küçük olanlar dışında kalan 31 kişi (adları hâlâ bilinmemekte) idam edilmişti. Sayısını bilmediğimiz kişi hapse girmiş, bunlardan çoğu hapiste açlıktan, bitten ve tifüsten hayatını kaybetmişti. Sedat Ulugana’nın aktardığı sözlü tarih anlatılarından birinde Eliye Sertip adlı kişi o günleri şöyle anlatmıştı:
Gözüm önüme aksın, onlarca aşiretin seçkin erkeği Adana zindanında bite, açlığa yenildi. Sabaha kadar inliyorlardı. Vücutları benek benek olmuştu. Kerem (kardeşim), Hesen, Ozman[e Biro] amca, Heci Mehmet’in (Keserci) babası Ahmet ve daha niceleri. Yanı başlarındaki suyu içtikten sonra başlarını saman dolu yastıklara bırakıyorlardı. Birkaç dakika sonra da ölüyorlardı. Hepimiz hastaydık ya, hastalık da bulaşıcıydı. Kapıdan ekmek atıyorlardı. Ölüleri kapıya bırakıyorduk. Askerler eldiven ve maske takıp, ölüleri alıp avluya çıkartıyorlardı. Yıkamıyorlardı. Kireçledikten sonra, askeri arabalara koyup götürüyorlardı. Nereye? Bilmiyorduk.
Celâlî Aşireti mensuplarının bir bölümü, İran’ın Tebriz ve Tahran bölgelerine; bir bölümü Türkiye’nin Ege ve Trakya bölgelerine sürgün edilmişti. Sahipsiz kalan çocuklar subay ailelerine evlatlık verilmişti.
İran’la toprak takası
Türkiye, epeydir İran’a Ağrı’nın güneydoğusundaki Aybey Dağı’nın Türkiye sınırına alınmasını teklif ediyordu. 1932’nin ilk günlerinde, bizzat Mustafa Kemal tarafından Ağrı Dağı’nın İran’da kalan kısmı karşılığında toprak önerildi. Görüşmelere, İran adına katılan General Hasan Arfa son noktayı bildirmek için Rıza Şah’a gittiğinde; Şah, General’e şöyle demişti:
Benim bu konuda ne düşündüğümü anlamadığın anlaşılıyor. Söyle bakalım, şuradaki bu tepe, oradaki o tepeden daha yüksek değil mi? Bu beriki nasıl? Neden onu istemiyorsun? Bak, maksat bu tepe, o tepe değil. Benim amacım, Türkiye ile İran arasında bu kadar yüzyıllardır mevcut olan ikilik ve ayrılığın ortadan kalkmasıdır. Bu tepenin bu yüzünün kimin olduğu önemli değil; önemli olan bizim birbirimize dost olmamızdır.
23 Ocak 1932’de imzalanan antlaşma ile Maku-Beyazıt yolunun sınırı kestiği noktadaki Kotur ve Bazirgân’ı kapsayan toprak karşılığında, Ağrı Dağı’nın tamamının Türkiye sınırları içine alınması sağlandı. 1933’te, Cumhuriyet’in 10. yılı şerefine çıkarılan genel aftan, 1923’te Lozan Barış Antlaşması kapsamında yurtdışına sürülen 150’likler yararlanırken, sürgündeki Kürtlere Türkiye’ye dönme hakkı tanınmadı. 1934’te, Rıza Şah’ın Türkiye’ye yaptığı görkemli gezi, ilişkilere çok olumlu katkı yaptı. Karaköse’nin adı 1935’te Ağrı olarak değiştirildi. Bazı küçük pürüzleri gidermek için 27 Mayıs 1937’de Tahran’da bir antlaşma daha imzalandı. İki ülke arasındaki ilişkiler 1937 tarihli Sadabad Paktı’yla zirvesine ulaştı. İran’la Türkiye arasında bir daha “Kürt Meselesi” kökenli çatışma yaşanmadı.
Not: Bu yazı Mustafa Kemal Dönemi’nin Öteki Tarihi-II (Literatür, 2020) kitabımdan aktarıldı.
Özet Kaynakça:
–Bir Tayyarecinin Hatıratı “Refik Ali Akyol”, Yayına Haz. Engin C. Tekin, Nadir Kitaplar, 2010.
-Emin Karaca, Ağrı Eteklerindeki Ateş, Alan Yayıncılık, 1991;
-Ertekin, Orhangazi. “Ortadoğu’da Kurtla Aslan’ın Dansı”, Toplumsal Tarih, Haziran 2006, S. 150, s. 52-58;
-Faik Bulut, Dar Üçgende Üç İsyan, Belge Yayınları, 1992;
-Gaso Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. yy’dan Günümüze Ermeni-Kürt İlişkileri, Çev. Bedros Zartaryan, Memo Yetkin, Med Yayınları, 1992; Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları-II, Kaynak Yayınları, 1992;
-Gökhan Çetinsaya, “Atatürk Dönemi Türkiye-İran İlişkileri, 1926-1938”, Avrasya Dosyası, C. 5, S. 3 (Sonbahar 1999), s. 148-175;
-Hüsrev Gerede, Siyasi Hatıralarım I: İran, Vakit Basımevi, 1952;
-İhsan Nuri Paşa, Ağrı Dağı İsyanı, Med Yayınları, 1992;
-İsmail Arar, “Atatürk’ün Günümüz Olaylarına da Işık Tutan Bazı Konuşmaları”, Belleten, C. 45, Sayı:177 (Ocak 1981), TTK Basımevi, 1981;
-Memduh Şevket Esendal, Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar, Bilgi Kitapevi, 1999;
-Robert Olson, “The Kurdish Rebellions of Sheikh Said (1925), Mt. Ararat (1930), and Dersim (1937-38): Their Impact on the Development of the Turkish Air Force”, Welt Das Islams, Vol. 40, Number 1, March 200, s. 67-94;
-Rohat Alakom, Hoybun Örgütü ve Ağrı Ayaklanması, Avesta Yayınları, 1998;
Ayşe Hür – 14.07.2023

























































