Yazarlar

Published on Ekim 1st, 2025

0

Öncesi ve sonrası, sosyalizmde duvarlara hayır! | Hüseyin Şenol


Birleş(tir)menin 35. yılı: Yıkılışın gerçek nedenini emperyalizmde aramak, hataları görmemektir. Yıkılış(lar)ı, sosyalistler kendi elleriyle ördüler… Sosyalist demokrasiyi çiğneyerek, bugün de içimizde örmeye devam ediyoruz, yeni yıkılışları…

3 Ekim 1990’da gerçekleşen Almanya “birleşmesi”, yüzeyde iki devletin birleşimi gibi görünse de, gerçekte bir sistemin çöküşüydü. Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC), Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) tarafından ilhak edildi. Sosyalizmin Avrupa’daki kalesi, sadece coğrafi olarak değil; ideolojik, siyasal ve kültürel olarak da çöktü. Bugün 35 yıl sonra hâlâ bu yıkımın etkileri üzerimizde. Sadece Almanya’da değil; tüm dünyada, tüm sosyalist hareketlerde.

Sovyetler’in çöküşü, sosyalistler için bir dönüm noktasıydı. Bu çöküşten ders çıkarmak, yeni ve yeniden bir sosyalizmin kurulması için olmazsa olmazdır. Aksi halde hatalar tekrar eder, umutlar yeniden gömülür.

Batı emperyalizmi tarafından işgal edilen “sosyalist” Doğu

Emperyalizmin dış baskısı elbette vardı. Ancak esas sorun, içerideydi: Bürokratikleşme, halktan kopma ve sosyalist demokrasinin yokluğuydu. Sovyetler başta olmak üzere, reel sosyalist ülkeler bu üç temel sorunun altında kaldı.

Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılması, bu çöküşün sembolik başlangıcıydı. 3 Ekim 1990’da Doğu Almanya resmen Batı’ya katıldı. 16 milyonluk DAC, 60 milyonluk FAC’nin içinde eridi. Artık söz emperyalizmin, karar onun sermayesinin ve ideolojisinindi.

Ben de o günlerde Almanya’da yaşayan bir Türkiyeli sosyalisttim. Sosyalist ülkelerin domino gibi çökmesi, sadece tarafsız gözlemcileri değil, eleştirel destek verenleri de moral olarak sarstı. Hatta “sosyal-emperyalist” diye küçümseyenler bile bu çöküşten sonra suskunlaştı. Gerçeklik, her kesimi etkiledi.

Sosyalizm “duvarsız” olmalı

Berlin Duvarı, 12–13 Ağustos 1961 gecesi inşa edilmeye başlandı. Gerekçe, Batılı ajanlardan korunmaktı. Gerçekteyse, sistemin halktan korunmasıydı. Duvar, kentleri, sokakları, evleri ve en önemlisi insanları böldü. Sadece betonla değil; tellerle, barikatlarla, kulelerle çevrildi.

Duvar, sistemin kendi halkına güvenmediğinin simgesiydi. Sosyalizmin değil, bürokrasinin güvenliğiydi. Ve bu duvar 9 Kasım 1989’da yıkıldığında, çöküş kaçınılmaz hale geldi. 11 ay sonra DAC tarihe karıştı.

Sosyalist ülkeler doğ(durul)uyor

Ekim Devrimi’nden sonra sosyalist ülkeler çoğaldı: Polonya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Arnavutluk, Çin… Ancak bu ülkelerin çoğu savaş sonrası Sovyet etkisiyle şekillendi. Aralarında gönüllü devrim değil, zorunlu sistem benzerliği vardı.

Örneğin Bulgaristan, 1946 yılında monarşiden halk cumhuriyetine geçerken, doğrudan Sovyet desteğine dayanıyordu. Macaristan’da 1956’daki işçi ayaklanması kanla bastırıldı. Çekoslovakya’da 1968 Prag Baharı, Sovyet tanklarıyla sonlandırıldı. Bu örnekler, sosyalist geçişlerin ne ölçüde halk iradesine değil, dışarıdan dayatmaya dayandığını gösteriyor.

Savaş sonrası kurulan bu düzen, başta umut verdi. Ama zamanla halktan uzaklaştı. Bürokrasi güç kazandıkça, sosyalizm zayıfladı. Antifaşist miras, baskıcı düzene dönüştü.

Durum “gerçekten” iyi değildi

Emperyalist propagandayı bir kenara koysak bile, reel sosyalist ülkelerdeki durum iç açıcı değildi. Tek parti iktidarları, halkın değil, devletin çıkarlarını savunur hale geldi. Bu yozlaşma, çözülmenin temel nedenlerinden biriydi.

Seçimler göstermelikti, medya tek sesliydi, sendikalar devlete bağlıydı. Her muhalif ses ya susturuluyor ya da devlet düşmanı ilan ediliyordu. Ekonomik sorunlar büyüyor, halkın temel ihtiyaçlara erişimi zorlaşıyordu. Planlı ekonomi, verimsizliğe ve kıtlığa dönüşmüştü.

Bu çöküş, sadece dış müdahaleyle açıklanamaz. Çünkü içeride halkın inancı, katılımı ve umudu kalmamıştı.

Reel sosyalizmin gerçek fotoğrafı

1980’lerde Doğu Berlin’e giderken yanımızda bir 1 Mayıs afişi taşıyorduk. Üzerinde Marx, Engels, Lenin’in portreleri, Türkçe, Kürtçe ve Almanca “Yaşasın 1 Mayıs” yazısı vardı. Ama bu afiş, bizi tedirgin etti. Çünkü sosyalist bir ülkeye, sosyalist bir afişle girmek bile riskliydi.

Bu yalnızca bir anı değil, sistemin ruhunu özetleyen bir deneyimdi. Sosyalizm adına kurulmuş ama sosyalistten korkan rejimlerdi bunlar. Eleştiriye, farklı yoruma, başka sese tahammül yoktu.

Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nde 17 Haziran 1953’te başlayan işçi ayaklanmasının Sovyet tanklarıyla bastırılması, reel sosyalizmin utanç tarihidir. İşçilerin taleplerini dile getirdiği bir grevin şiddetle bastırılması, sosyalist ilkelere doğrudan ihanettir. Bu tarihsel gerçeklik unutulmamalı, bugün hâlâ sosyalizmi savunanlarca açıkça mahkûm edilmelidir.

Sovyetler ve benzeri ülkeler, Türkiyeli sığınmacılar için güvenli değildi. Kimileri geri veriliyordu. Bulgaristan sınırı bir kabustu. Macaristan ve Romanya sınırları da öyle. Devletler arasında gizli protokoller vardı. Sosyalist dayanışma yoktu, varsa yoksa merkez komite disipliniydi.

Oysa kaçanlar, iltica edenler nereye gidiyordu? Batı’ya. Bu çelişki, sosyalist ülkelerin gerçek durumunu gözler önüne seriyordu.

Azınlıklara, halklara, uluslara: Sosyal-şoven yaklaşım

Lenin’in uyarılarına rağmen, Sovyetler’in sonraki yıllarında şovenizm yükseldi. Bulgaristan’da Türklere yönelik zorla isim değiştirme, Yugoslavya’da Arnavutlara yönelik sömürgecilik, Polonya ve Romanya’da Yahudi ve Roman karşıtı uygulamalar sistemin içinde “normal”di.

Sosyalizmi savunmak, bu gerçeklerle yüzleşmeyi gerektirir. Çünkü halkların kardeşliği, şoven politikalarla değil; eşitlikle, özgürlükle kurulabilir.

Almanya’da savaş tamtamları ve silahlanma çılgınlığı

Bu yıl, 15 Haziran 2025 tarihinde Almanya’da ilk kez resmi olarak kutlanan Veteranentag (Gaziler Günü), savaşın ve askerî kimliğin toplum içinde normalleştirilmesi adına atılmış tehlikeli bir adımdır. Tıpkı, 2015’ten beri haziran ayının bir cumartesi günü kutlanan Bundeswehr (Alman Ordusu) Günü gibi, bu etkinlik de çocukların silahlara dokunabildiği, tanklarla fotoğraf çektirildiği, askerî gösterilerin yapıldığı bir propaganda alanına dönüştürülmüştür. Gazilik kavramı, artık savaş mağduriyetini değil, askerî görevin kutsanmasını temsil etmektedir.

Çocukların ellerine silah verilmesi, tankların sergilenmesi, savaşın adeta bir festival gibi sunulması sadece militarizmi yaymakla kalmıyor; aynı zamanda gelecekteki çatışmalara gönüllü nesiller yetiştirme amacını da güdüyor. Bu atmosferde Alman toplumunun geniş kesimlerine, savaşın “normal” olduğu fikri adım adım işlenmektedir.

Yine 23 Haziran 2025 sabahı, ARD-ZDF ortak sabah programında tartışılan tek konu vardı: “Alman ordusu savaşa ne kadar hazır?” (“Wie kriegstüchtig ist die Bundeswehr?”). Askerler ve sözde uzmanlarla yapılan bu yayın, savaş ve silahlanma propagandasının ekranlara taşınmış hâliydi.

Almanya, F-35 savaş uçaklarını ABD’den daha fazla sayıda almayı planlıyor. Bu, sadece bir savunma planı değil; açık bir saldırı stratejisidir. Bundeswehr Günü gibi etkinliklerde çocukların silahlarla tanıştırılması, toplumda militarist kültürün yeniden inşasıdır. Bu, militarizmin yalnızca orduyu değil, sivil yaşamı da kuşattığını gösteriyor.

AfD’nin yükselişi ve savaş atmosferi

Günümüz Almanya’sında AfD gibi aşırı sağ partilerin yükselişi, yalnızca ekonomik krizle değil; savaş yanlısı söylemin meşrulaştırılmasıyla da bağlantılıdır. Medya ve devlet politikalarıyla desteklenen bu söylem, militarizmi toplumun genetik kodlarına işliyor.

İsrail’in İran’a saldırısını “bizim pis işlerimizi yapıyor” diyerek savunan CDU lideri Merz’in açıklaması da bu militarist anlayışın açık örneğidir. Ortağı SPD sessiz. Ama Ukrayna’daki savaşın uzaması için aynı şekilde destek veren bir koalisyon var karşımızda. Savaş, iktidar için bir yeniden meşruiyet aracına dönüşmüş durumda.

Göçmenler doğuya taşınmak istemiyordu

Doğudan gelen iş teklifleri reddediliyordu. Şehir merkezlerinde yürümek bile riskliydi. Dresden ve Leipzig gibi şehirlerde biz de toplantılarda aynı tedirginliği yaşadık. Akşamları dışarı çıkmamaya çalışırdık. Faşist saldırılar olağandı.

Bugün hâlâ değişen bir şey yok. AfD’nin oy oranı, bu partinin güçlenmesini beraberinde getiren PEGIDA yürüyüşlerinin etkileri, NSU cinayetlerinin izleri… Tüm bunlar geçmişin mirasıdır.

Hayır. Macaristan’da Orban, Polonya’da milliyetçi yürüyüşler, Bulgaristan’da Türk düşmanlığı… Eski sosyalist ülkelerde faşizm yeniden örgütleniyor. Ve bu örgütlenme, geçmişten miras.

1989’da sosyalizmin sona erdiği Bulgaristan’ın nüfusu 8 milyondu. AB’ye girdiği 2007 sonrası yaklaşık 2 milyon kişi göç etti. Bu, sosyalist deneyimden liberal çöküşe geçişin açık göstergesidir.

Genel olarak sosyalist ülkelerin çöküşü

SSCB, Polonya, Macaristan, Romanya, DAC gibi reel sosyalist ülkeler birer birer çöktü. Bürokrasi, militarizm, otoriterlik, halktan kopukluk hepsini çürüttü. Kurulan rejimler, işçi sınıfı adına ama işçisiz sistemlerdi.

Berlin Duvarı gibi fiziki değil; ideolojik duvarlar örüldü. Halk ile parti, şehir ile köy, yurttaş ile devlet arasında görünmeyen duvarlar inşa edildi. Ve bu duvarlar sistemin tabutunu kapattı.

Birkaç yıl önce, Küba’da aynı cinslerin evlenmesi referanduma sunuldu. Bu demokratik mi? Hayır. Çünkü temel haklar oylanmaz. Ya yüzde 51 hayır deseydi? Ya da hayır diyen yüzde 33 neye dayanarak bunu reddetti?

Bu referandum, sosyalist halkçılık değil; çoğunlukçuluğun tuzağıdır. Sosyalizm, azınlıkların da hakkını savunur. Gerçek sosyalizm, herkesin özgürlüğünü güvence altına alır.

Arnavutluk ve Çin de çok kötü örnekti ve çöktüler. Günümüzdeki Kuzey Kore de farklı bir “garip” memleket.

Yine, yeni ve yeniden kuruluş

Çöküş sonrası durum da iyi değil. Ne Almanya’nın doğusu ne diğer ülkeler refaha ulaştı. Yoksulluk, faşizm, eşitsizlik artıyor. Ama bu, geçmişi nostaljiyle anmak için yeterli değil. Aksine, yeniden ve daha iyisini kurmak için ders çıkarmamız gerek.

“İçeride” ve “dışarıda” yıkalım duvarları.

Sosyalist demokrasi, bu yeniden kuruluşun temeli olmalıdır. Çünkü sosyalist demokrasinin “an”ı olmaz. O, sistemin kendisidir. Ondan taviz verildiğinde, rejim sadece şekil değiştirir; ruhunu yitirir.

Bugün yeni bir sosyalizmin yolu açıksa, bu geçmişin hatalarını açıkça tartışabilmemiz sayesinde olacaktır. Sosyalist demokrasi, merkeziyetçilikle değil, katılımcılıkla yeniden tanımlanmalıdır. Yerel meclislerden, işyeri konseylerine, halk oylamalarından topluluk inisiyatiflerine kadar geniş bir özgürlük ve temsil mekanizması kurulmalıdır.

Yıkılışın gerçek nedenini emperyalizmde aramak, hataları görmemektir. Yıkılış(lar)ı, sosyalistler kendi elleriyle ördüler… Sosyalist demokrasiyi çiğneyerek, bugün de içimizde örmeye devam ediyoruz, yeni yıkılışları…

Sorunu yalnızca Stalin sonrasına indirgemek de yeterli değildir. Stalin dönemiyle sınırlı kalmadan, öncesini ve sonrasını birlikte ele almak gerekir; zira sosyalist demokrasinin çiğnenişi tekil bir döneme ait değil, süreklilik gösteren bir hatalar zinciridir. Çin, Arnavutluk, Küba, Yugoslavya ve diğerlerinde Stalin yoktu.

Sosyalist demokrasi, sosyalizmin de, sosyalizm iddiasında bulunan dernek, parti, kongre gibi oluşumların da garantisidir. İçimizdeki duvarları yıkmadan, dışımızdakileri yıkamayız. Geleceği kendi ellerimizle kurmak istiyorsak, geçmişin hatalarına takılmadan ama onlardan ders çıkararak yürümeliyiz.

Yaşasın, yine, yeni, yeniden sosyalizm!


Hüseyin Şenol – 01.10.2025

Tags: , , , , , , , , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑