Makaleler

Published on Temmuz 7th, 2025

0

Devrimci avukatlar geleneğinden Kazım Dönmez’i uğurladık | Mustafa Güçlü


Dün gece, yolumuzu geçmişe çıkaran bir bahçenin binlerce kez çınlayan ve şimdilerde suskunlaşan derinliğindeki günlük ağacının konukluğundaydık. Bizler bir zamanlar, dünya sandığımız bahçelerde büyüyen eli yüzü toprağa belenmiş, hava kararsa bile dört duvar arasına girmek istemeyen şanslı çocuklardık.

İşte böyle bir geçmişte, kurbağaların durmaksızın vırakladığı gece konçertosunda derin uykuya daldığımız zamanlarda, taze bir fidanken dikilmişti şimdiki kök saldığı yere, altında soluklandığımız günlük ağacı. *

Ağaçlar bulunduğu toprağı, rüzgârı beğenirse kökleşir, dallarını gökyüzüne açar, muradı maviye değmektir belki. Uzun dalları serçelerin konakladığı büyülü büyük ormanın uzakta kalmış, koparılmış uzvudur artık. Yakınında yanmış ormanların feryadını duyar, çığlıklarına katılır mı bilinmez.

Şimdi, irileşen gövdesi ve uzun dallarıyla önüne arsızca dikilen binaları aşmaya çalışan bir hali var gibiydi. Yeryüzündeki bir damlacık soluğumuzun, bir uçumluk kanadımızın müteahhitlerce kırıldığı, örgütlü bozgun düzeninde, beton krallığındaki kuşatmaya karşı günlük ağacı ne yapabilirdi ki.

Çocukluktan tanış arkadaşlarla kısa süre önce doksan iki yaşında yitirdiğimiz, bizim yani kasabalıların deyişiyle Avukat Kazım amcamızın bir zamanlar dünyayla kıyasladığımız bahçesindeydik. Bir gün önce onu doğduğu köy Kemaliye’de sonsuzluğa uğurlamanın burukluğuyla sessizce eski günlerden konuştuk, dertleştik.

Kazım Dönmez, eskiden bir şekilde yolunu düşürenlerin bildiği küçük kasabamızın dürüst mütevazi avukatlarından biriydi. Tahtacı Türkmenlerin yerleşimi olarak bilinen Ortaca’nın Kemaliye köyünde maden/orman işçisinin oğlu olarak 1933 yılında dünyaya gelmişti.

Sonradan doğum yılı, babası tarafından 1935 olarak nüfus kayıtlarına geçirilmiş. Oradan başladığı  yolculuğunda, aydınlık yarınlar umuduyla onurlu bir aydın olmanın güzelliğini taşımıştı ömrünce. Tumturaklı sözcüklerle değil, sade yaşamıyla yansıtmıştı düşüncesindeki insanın nasıl davranması, hangi değerlerle donanması gerektiğini.

Gözlerini dünyaya açtığında; savaştan çıkmış, yeni cumhuriyetin kıtlık, yokluk yıllarıydı. Sohbetlerimizde yoksul bir köylü çocuğuyken kendine okuma fırsatı verenleri saygıyla anardı. Ankara Hukuk Fakültesi’nden avukatlığa uzanan yolunda, zor koşullarda kendini burslu okutan Cumhuriyet’e, halkına karşı borçlu olduğunu söyler, aydınlanmanın bir neferi olarak şükranlarını sıkça dile getirirdi.

İlkokulu Dalyan, orta okulu Fethiye, Liseyi ise parasız yatılı olarak Antalya Lisesinde okumuştu. Lise birinci sınıftayken annesini kaybettiğini okul kapandıktan sonra yani yaz tatilinde memleketine döndüğünde öğrenebilmiş. Küçük yaşlarda yaşadığı annesizlik onun dünyasındaki merhametin, çocuklarına ve yakın çevresine gösterdiği şefkatin en belirleyici etkeni olmuştur diye düşünüyorum.

Lise sonrası kazandığı Ankara Hukuk Fakültesinde kayıt dondurarak savaş bitiminde yedek subay olarak Kore’ye gönderilmiş. İki yıl Kore’de, savaşın korkunç izlerine tanıklık ettikten sonra ülkeye dönmüş, Hukuk Fakültesinde yarım kalan eğitimine devam etmişti.

Öğrencilik yıllarında, Harita Genel Müdürlüğünde çalışırken eşiyle tanışmış, okul bitince evlenerek Köyceğiz’de avukatlığa başlamıştı. O yıllarda Ortaca, Dalaman Köyceğiz’e bağlı olduğundan bütün resmi işler buradan yürütülüyormuş. Zaten merkez ilçe olmaktan çıktıktan sonra nüfus ve ticaret de Ortaca’ ya kaymaya başlamış, ilçenin gerileme devri başlamıştır.

Köyceğiz,1969 yılında, büyük ormanların ortasında; önünde masmavi göl, sırtını dayadığı Sandras dağıyla, ilkçağlardan kalma coğrafyanın tam ortasında sıkışıp kalmış, bir doğal park görünümündeydi.

 O zamanlar yolunu şaşırıp gelen üç beş turistin dışında buraları bilen yoktu. Dünyada bir yerlerde unutulmuş olmanın sevincini yaşıyormuş belki de doğa. Çok uzakta gerçekleşecek ağır tahribatın yıkıntısını hayal etmekten bihaber kendi seyrinde.

Gölde işleyen birkaç tekne, yakın civardan gelenleri, yazları kaplıcaya taşıyor. Ölemez Dağı’nın eteklerinde Roma döneminden beri kullanılan kaplıcalardaki derme çatma kulübelerin dışında tesis falan da yoktu. Buna rağmen Sultaniye yerel halkın gözdesiydi. Yatağı yorganı, kapı kacağı toparlayıp teknelere yükleyen insanlar, akın akın geldikleri “girme” dedikleri kaplıcalarda sağlık sorunlarına çare arıyordu.

İlçe merkezinde 1970 yılı nüfus sayımlarına göre 4.187 kişi yaşarken nüfusun büyük çoğunluğu kırsal yerleşimlerde ve tarımla özellikle pamukçulukla uğraşıyordu. Bütün Türkiye’de olduğu gibi kırdan kente göç olgusu 1970’lerden sonra az da ola burada da başlayacaktır. Ama öncüllerinden farklı bir şekilde; köyden kopanlar başka yerlere, uzaklara değil de sadece ilçe merkezine yönelmeyi tercih edecektir.

Kazım amca, ilk kez 1969 yılında kente geldiğinde kiralık bir eve taşınıyor. Sonraki yıllarda bu evin önündeki arsayı satın alarak 1980 yılında inşaatını tamamladığı şimdiki evine yerleşiyor. Tabi ki arsa fiyatları o zamanlar bugünküyle kıyaslanmayacak kadar makul.

Rant ekonomisi bu kadar pervasızca fiyatları belirlemiyor, insanların ekonomik güçleriyle orantılı her şey. Popülist iktidarlar, liberal politikaları hayata geçirecek koşullara da şimdiki kadar sahip değil, zihinler bu kadar kirlenmemiş henüz.

1960’lı yıllar, dünya kaynıyor. Oradaki kıpırdanışların yankıları ülkemize biraz geç de olsa farklı şekillerde ulaşıyor. Üniversitelerde gençlik ayağa kalmak üzere, sokakların nabzı soldan atmaya hazır. Gençlik ülkenin geleceğinde söz söyleyebilmek için mücadele alanlarına akarak el yordamıyla bir yol bulmaya çalışıyor.

Tabi ki sınıfın, gençlerin hak arayışına, sokakların muhalefetine karşı sermayenin her koşulda geçerli bilindik cevabı gecikmeyecektir. Önce 12 Mart, sonra da daha ağır bir yıkımla gelen 12 Eylül faşizmi kanlı postallarıyla yeşertilen umudu yerle bir etmekte gecikmeyecektir.

Küçük kasabamızın sokaklarında askerler devriye gezmeye başlayacak, evler kuşatılacak insanlar evlerindeki kitapları yakma telaşına düşecekti. Velhasıl kötülük örgütlü hale gelerek köyleri mezraları gezip dolanacak, filiz kıran fırtınasına direnmeye çalışanlar dağlarda, sokaklarda toprağa düşecekti.

Böyle netameli günlerden aklımda kalan anılardan biri 12 Eylül’de onun evinin basılarak götürülmesidir. O zamanki evlerimiz aramızdaki arsa boş olduğundan yan yana sayılırdı. Sabaha karşı evinden apar topar götürülüşü mahallede olay olmuş, günlerce konuşulmuş, ona devlet marifetiyle yapıştırılmak istenen terörist yaftası mahalle nezdinde itibar görmemişti.

Kazım amca o yıllarda TİP ilçe başkanlığını yapmaktaydı. Kasabada bütün fraksiyonlar sahnedeyken gençlik sokakları kuşatırken TİP o zamanki söylemiyle gençlik içinde değil de aydın ve bürokratlar içinde kendine yer bulabilmişti. Gençliğin kabaran öfkesi ve enerjisi verili bütün yapıların dışında yeni bir yolu zorunlu kılıyordu.

Partinin gençlik hareketlerine yaklaşımı belli olduğundan kasabada dinamik bir yapısı yoktu. Gruplaşmalar yeni yeni başladığından yeni yapılar arasında rekabet de kızışmaya başlamıştı. Arkasından gelen 12 Eylül faşizmi, gülünç bir şekilde silsile yoluyla evlerinin zorla beyaz badanalı yapılmasına da hükmederek küçük kasabamızı da ezip geçmişti.

O, TİP’in Behice Boran geleneğinin devamcısı bir avukat olarak tüm sosyalistlerin doğal avukatıydı. Girdiği siyasi davaların çoğundan para bile talep etmemiş, kendi cebinden masrafları üstlenerek hukuk mücadelesinin içinde kavgasını sürdürmüştü.

Üniversite yıllarımda gençlik yapılanmaları içinde faal olduğumu bildiğinden onunla sosyalizm üzerine çok tartıştık, konuştuk. Aramızda dünya görüşü olarak genel çerçevede uzlaşılar olsa da yöntem konusunda farklı düşündüğümüz ortadaydı.

 Bizim pratiğimizi Marksist metinlerle çürütmeye çalışırken gençliğin yeniden küllerinden doğarak yola çıkmasına seviniyordu. 12 Eylül sonrası başkaldıran isyan geleneğinin devamcısı gençliğe saygıyla yaklaşıyordu. Tek kaygısı gençlerin yeniden kırıma uğratılmaması için geçmişin hatalarına tekrar düşülmeden ilerlenmesi temennisiydi.

Bunlar dönemin kesintiye uğrayan mücadele pratikleri içinde kısaca değinmek istediğim şeyler. Çocukluğumun ilk gençliğimin Kazım amcasının bendeki anımsayabildiğim anıların insani yansımalarını siyasi çalkantıların uzağında daha çok saf haliyle yani insani yönüyle de aktarmak istiyorum.

Biraz önce yukarıda bahsettim, evlerimiz yakındı. Şimdi altında oturup söyleştiğimiz günlük ağacının o yıllarda dikildiğini biliyorum. Aynı bahçeye dört fidan dikmiş, bunlardan sadece şimdi altında oturduğumuz hayata tutunmuştu.

Bir ara evinin bahçesini güzelleştirmek için çiçek ve fidan yetiştiriciliğine başlamıştı. Çeşit çeşit çiçekleri tüpler, onları büyütünce isteyen konu komşuya dağıtırdı. Dünyayı güzelleştirmeye kasabanın küçük bahçelerinden başlamıştı sanki. Evinin önü gelip geçenlerin kıskanarak baktığı bir çiçek tarhıydı.

Bu arada iyi toprak getirmek işini de babam üstlenirdi. Fideleri için en iyi toprak çay kenarından bizim traktörle getirilir, evinin önüne yıkılırdı. El arabasıyla günlerce o toprak bahçeye taşınır, poşetlenir, yeni fideler dikilerek bakıma alınırdı.

Bir zaman sonra tarım işine merak sardı, tarla kiraladı, karpuz yetiştiriciliğine başladı. Yanına ilçeden solcu bilinen iki genci de alarak karpuz ekti. Kapuzlar göverdi kol attı, hızla büyüdü. Tabi işin en zor kısmı tarladaki ürünü satış işiydi. Gerekli bağlantıları kuramadıktan sonra karpuzlar güneşin altında önce sararmaya sonraya çatlamaya başlardı.

Tabi bu işten de zararla çıkması uzun sürmedi. Rivayete göre karpuzları yanında çalışan elamanları ondan habersiz satarak iç etmişti. İnsanlara koşulsuz güvenmemenin bedeli karpuzla ödenmiş olsa da bu işte elamanlarının altına çektiği eski bir jeep de ona anı olarak kalmıştı.

Bu tür küçük ölçekli ticaret girişimlerinin hep başarısızlıkla sonuçlanması normaldi, piyasa insanları gibi işin cambazlığını değil dürüstlüğünü düstur edinmişti.

Sosyal medyada belediyenin duyuru sayfasında ölüm ilanını gördüğümde ilk şoku atlatınca; güzel yaşadı güzel öldü, diye içimden geçirdim.

Gündüz uykusundayken saat üç gibi uyumuş bir daha uyanamamıştı. Cahit Sıtkı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirinde dediği gibi:

“Neylersin ölüm herkesin başında.

Uyudun uyanamadın olacak.

Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?”

Onu doğduğu ata toprağında köylüleri, dostlarıyla sevenleriyle uğurladık. Şimdi bahçemizde onun fidelerinden alıp babamla diktiğimiz büyük bir manolya ağacına gülümseyerek bakıyorum. Çiçek açması için uzunca süre beklememiz gerekmişti. İlk çiçeklerini gördüğümüzde çocuklar gibi sevinmiştik.

Manolya ağacımın- öğütlediği gibi- genç bir dalına poşetle toprak sardım. Bahçedeki ağacı da o öyle köklendirmiş, fidan haline getirmişti.

Manolya, nazlı hassas bir ağaçtır, her yerde kolay yetişmez, yetişse bile kendine uygun yeri bulamazsa gelişip öyle dallanıp budaklanmaz. Yıllarca çiçek açmadığı olur, bir çiçeklenirse limoni kokusuyla değmeyin arıların, kuşların keyfine.

Şimdi, bahçedeki manolya ağacının dallarından yeni bir umudun doğuşunu beklemek cesaret veriyor bana. Karanlık günler hep kapıdaydı bu ülkede, gri bulutlar hiç savrulup gitmedi ki üstümüzden. Yabancı bir ülkeye gittiğimizde üzerimizden yüzlerce kilogramlık yük kalkmış gibi hissetmemiz bu yüzdendir.

Nefessiz bırakılmış bir ülkenin kederli çocuklarıyız, yüzyıllardır kalbimizin üzerine çökmüş hüzün bulutları. Aşımızdan ekmeğimizden etmişler, alın terimizi emeğimizi pul eylemişler, tepinir dururlar üzerimizde.

Eski günlerden bir devrimciyi uğurlarken arkasından düşündüğü gibi yaşadı, yaşadığı gibi düşündü, kimseyi incitmedi diyebilmek onurlu bir yaşamın güzelliğine tanıklık etmek ne güzel.

En güzel miras anıların gülümseten ışıltısıdır. Onu tanıyan herkes bu ışıltıdan payını fazlasıyla almıştır, diye düşünüyorum.

Güle güle, devrimci Avukat Kazım Dönmez, seni tanıyanların gözünde, sade onurlu bir hayatın timsaliydin.

 Artık sevdan, umutların, işçi sınıfının özgürlüğü, insanlığın kurtuluşu için çarpan bütün yüreklerin en ağır yükü olacak.

*Sığla ağacı  yörede günlük ağacı olarak bilinir.


Mustafa Güçlü – 07.07.2025

Tags: ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑