Makaleler

Published on Eylül 1st, 2025

0

Başkalarının acılarını araçsallaştırmak: Netanyahu neden şimdi ‘soykırım’ dedi? | Öndercan Muti


Netanyahu başkalarının acılarını inkarda ortaklaştığı eski müttefikine, işlediği suçlara ayna tutanlara kendi geçmişlerini hatırlatıyor. Tabii yine başkalarının acılarını araçsallaştırarak.

‘Eh ettim işte.’ Soğuk, ne inandırıcılığı ne de bağlayıcılığı olan hesaplı bir cümlecik. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işlediği savaş suçları nedeniyle hakkında arama kararı çıkardığı İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında kendi Hristiyan tebaasına karşı işlediği suçları soykırım olarak tanıdığını böyle ilan etti. Kendi ülkesinden ve tüm dünyadan araştırmacıların, hukukçuların, sanatçıların ve insan hakları savunucularının çağrılarına rağmen neden bunca sene soykırımı inkar ettiğini, Amerika Birleşik Devletleri’nde bile Ermeni Soykırımı’nın tanınmaması için Türkiye lehine lobi faaliyetlerini neden desteklediklerini açıklamadı. 1915’te yaşanan felaketin canlı anılarıyla büyümüş Ermenilerden ve Süryanilerden özür dilemedi, helallik istemedi. Evet, muhattabı 1915’in kurbanları ve onların torunları olmayan kısa bir cümle.

Muhattabı mı? Başka bir inkarcı lider ve ülke

Ama önce: İsrail neden bunca yıldır Ermeni Soykırımı’nı kabul etmemekle kalmadı, Türkiye’nin inkarcı faaliyetlerini farklı alanlarda destekledi? Hem de kendisi büyük bir felaketin ardından, Holokost’un (Yahudi Soykırımı) yükü ve hafızası üzerine kurulmuş bir devlet olarak?

1980ler, Ermeni Soykırımı inkarı konusunda iki ülkenin ortaklığının altın yılları: Türkiye’de 12 Eylül Askeri darbesi ve her türlü sosyalist fikre ve oluşuma düşman Türk-İslam sentezcisi bir askeri rejim ve şimdiki başbakan Netanyahu’nun Likud Partisi’nin ilk defa iktidar olduğu bir İsrail. Sovyetler Birliği’nin desteklediği Arap milliyetçisi Suriye, Irak ve ASALA’nın kurulduğu Lübnan’a karşı NATO üyesi Türkiye ile NATO müttefiki İsrail askeri ve istihbarat ilişkilerini yoğunlaştırır. Lübnan’ın Beka Vadisi’nde İsrail’in Filistin Kurtuluş Örgütü kamplarının yanı sıra Kürdistan İşçi Partisi ve irili ufaklı Türkiyeli sol grupları hedef almasıyla başlayan işbirliği İran-Irak Savaşı sırasında ve Hizbullah gibi oluşumlara karşı istihbarat alışverişiyle canlanır. Çokça tekrarlandığı üzere, İsrail için Türkiye çoğunluğu Müslüman bir müttefik olmasıyla, İsrail de Türkiye için Orta Doğu’da Arap olmayan ve NATO’ya yakın bir ülke olarak önemli olagelmiştir.

Yine bu dönemde, özellikle soğuk savaş sonrasında, Holokost’un hatırlanması globelleşen insan hakları söyleminin önemli bir parçası haline gelir: Kurbanların Holokost ve sonrasında yaşadıklarının yanı sıra bu suçların failleri, failleri destekleyen toplumsal yapı ve ideoloji de bilimsel çalışmalara ve kültürel ürünlere konu olur. Holokost eğitimi okul müfredatlarının parçası haline gelirken müzeler ve anıtlar aracılığıyla toplumlar da yaşanan felaket ve nedenleri hakkında bilinçlenir. Türkiye’nin de üyesi olduğu ve amacı hem Holokost’u anmak hem de Yahudi karşıtlığı ırkçılığı engellemek olan uluslararası kuruluşlar ve ağlar kurulur. Holokost demokratik toplumlarda ırkçılık, siyasal ve toplu şiddet ve soykırım karşıtlığı ve bunların engellenmesi hususunda mihenk taşı ve örnek vaka kabul edilir. Holokost anması ve bilinçlenmesiyle başlayan süreç sömürgecilik döneminde yaşanan katliamların, Kuzey Amerika’nın ve Okyanusya’daki yerleşimci şiddetinin ve Ermeni Soykırımı gibi geçmiş imparatorluk suçlarının da tartışılmasına ve daha iyi anlaşılmasına ön ayak olur.

Araştırmacıların ‘hafıza patlaması’ diye andığı 90ların ortasıyla başlayan bu dönemde geçmişle yüzleşme, dinsel, etnik ve politik azınlıklara karşı işlenen devlet suçlarını ve şiddeti kınama uluslararası ilişkilerde norm haline gelir. Siyasetçiler, aktivistler, sanatçılar ya da akademisyenler geçmişten bahsederken kendi resmi tarihlerinin ve sınırlarının ötesine, insan hakları söyleminin hakim olduğu belirsiz bir ‘küresel’ kamuoyuna seslenmek zorunda kalır. Küresel hafıza alanında herkes birbirine ayna tutar olur.

İşte insan hakları hareketinin ve söyleminin etkili olduğu, uluslararası ceza mekanizmalarının soykırımları ve savaş suçlarını cezalandırmak ve engellemek için kurumsallaştığı bu dönem, bu hafıza çoğunluğundan rahatsız olan İsrail ve Türkiye’yi birbirine yakınlaştırdı. İsrail devleti Ermeni Soykırımı’nın tanınmasının Holokost’un insanlık tarihindeki biriciklik niteliğine gölge düşereceğine inandı. Daha da önemlisi, soykırım tanımının başka felaketlere uygulanmasını Holokost’u diğer örneklerle karşılaştırılabilir hale getirecek ve onun ahlaki ve siyasi tekilliğini sarsacak bir tehdit olarak gördü. Türkiyeli diplomatlar ve kimi akademisyenler de uluslararası toplantılarda Holokost’un tekilliğini savundu, Türkiye bu teze yakın uluslararası kuruluşlara ve ağlara her daim maddi ve sembolik destek de bulundu.

Tabii ideolojik kaygılar İsrail’in soykırım inkarcılığını kısmen açıklayabilir. 12 Eylül darbesinin henüz arifesinde Tel Aviv’deki bir Holokost konferansında Ermeni Soykırımı üzerine bir oturum düzenlenecekken Türkiye’deki cunta ve cuntayla çoktan hizalanmış hariciye İsrail hükümetinden bu akademik toplantıya müdahele etmesini ister. İsrailli diplomatlar ve güvenlik eliti askeri ve istihbarati ilişkilerini pekiştirdiği mütteffikinin isteğini kırmaz, konferansın düzenleyicilerini baskı altına alarak oturumu iptal ettirir. Tel Aviv’deki konferansı başka başka ricalar takip eder: İsrail hariciyesi Türkiyeli mevkidaşlarını memnun edecek biçimde Amerikan Kongresi’ndeki ve akademisindeki Ermeni Soykırımı tartışmalarını bastırmak için bizzat devreye girer. Herkesin malumu, kendi çizgisine sıkıştırdığı Amerikan Yahudi toplumu örgütlerini Türkiye’nin inkarcılığı için aracı olmaya ikna eder. Fakat soğuk savaş sonrası diplomasinin gereği olarak, müttefiki Türkiye ile her ters düştüğünde hem kendi meclisinde Ermeni Soykırımı’na dair bir tasarı gündeme alınır ya da Amerikan kongresi’ndeki bir karara son ana kadar müdahelede bulunmaz. Yani Türkiye’nin her müttefiki gibi İsrail de herkesin bildiği Ermeni Soykırımı sırrını yeri geldiğinde bir şantaj malzemesi olarak yeri geldiğinde Türkiye’den bir şeyler koparmanın jeopolitik aracı olarak kullanmıştır.

Ama ‘hafıza patlaması’nın ve soykırım çalışmalarının küreselleşmesinin önünde ne tek başına Türkiye ya da İsrail ne de iki devletin ortak çıkarlara dayalı işbirliği durabildi:

Amerikan ve İsrail üniversitelerinde Ermeni Soykırımı şüpheye yer bırakmayacak şekilde yerleşik bir konu haline gelirken her iki ülkede de Ermeni Soykırımının tanınmasına yönelik artan toplumsal talepler müttefik Türkiye anlatısıyla, biriciklik teziyle ya da stratejik çıkarlarla bastırılamaz oldu. Nihayetinde dönemin Joe Biden yönetimi 2021 yılı 24 Nisan’ında uzun süredir kongrede bekletilen bir kararı uygulayarak Ermeni Soykırımını tanıdı; tabii öncesinde Türkiyeli yetkililerle görüşerek ve Türkiye’ye bir yaptırım ve sorumluluk yüklemeyecek bir taziye mektubuyla.

Türkiye ve İsrail’in uzun soluklu inkarcı ittifakının sonu da Orta Doğu’yu ve iki ülke ilişkilerini alt üst eden 7 Ekim saldırısıyla gelmiş görünüyor. Hamas’ın İsrail’de sivillere yönelik saldırısını kınayan ilk ülkelerden biri Türkiye oldu. Fakat Batılı devletlerin kınamalarından farklı olarak Türkiye bu saldırıyı uzun süren bir çatışmanın sonucu olarak tanımladı. İsrail’in aşırı sağcı hükümetinin Gazze’de işlemeye başladığı savaş suçlarının ardından ise Cumhurbaşkanı Erdoğan Hamas’ı terör örgütü değil ulusal kurtuluş hareketi olarak niteledi ve övdü. Uluslararası Adalet Divanı’nda Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı davadan önce Türkiye’de basın ve yetkililer İsrail’i Gazze’de soykırım yapmakla suçlamaya başlamıştı.

Türkiye’nin İsrail’e karşı açılan davaya Güney Afrika’nın yanında müdahil olmak için yaptığı çelişkili başvuru ise inkarcı ittifakın sonunun geldiğinin habercisi oldu: Türkiye imzacısı olduğu Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nin 1. ve 3. maddelerine ve mahkemenin önceki kararlarına ve Birleşmiş Milletler raporların atıfla İsrail’i soykırım yapmakla bilfiil suçlamış oldu. Türkiye’nin bu çelişkili başvurusu ve hükümete yakın veya ‘muhalif’ basının uluslararası hukuk ve soykırım suçuyla çelişkili ilişkisi ayrı bir yazıyı hakediyor. Ama yine de Türkiye’nin başvurusundaki temel ve belki de İsrail’le inkarcı ittifakı koptuğunun işareti olan çelişkiyi hatırlatalım:

Nazi Almanya’sının Avrupa Yahudileri başta olmak üzere işlediği suçların dehşeti karşısında, etnik, dini ve kültürel gruplara karşı işlenmiş suçların cezalandırılması için ortaya çıktı Soykırım Sözleşmesi. ‘Soykırım’ teriminin mucidi ve bu sözleşmenin mimarı Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin ise Osmanlı Ermenileri’nin tehcir kararıyla sistematik olarak yok edilmesinin, yaşanan mağduriyetin ve felaketin cezasız kalmasının onu nasıl etkilediğini tekrar tekrar aktarmıştır. Berlin’de soykırımın mimarlarından Talat Paşa’nın, 1915’te ailesinin tamamını kaybetmiş Osmanlı Ermenisi Soghomon Tehlirian tarafından öldürülmesiyle başlayan dava sürecini genç bir hukuk öğrencisi olarak takip eder. Profesörleriyle, Talat Paşa’yı öldüren Tehlirian yargılanırken yüzbinlerce insanın ölümünden sorumlu Talat Paşa’nın nasıl yargılanmadığını tartışır. Soykırım nedir ve neden suç olmalıdır diye kafa patlatırken aklının bir köşesinde Osmanlı Ermenileri kalmıştır.

Lafı eğip bükmeden belirtelim: Türkiye’nin İsrail’i Gazze’de soykırım yapmakla suçlarken atıfta bulunduğu sözleşme bizzat 110 yıl önce Osmanlı ve İttihak ve Telakki elitinin Osmanlı Ermenilerine yaşattığı felaketten bağımsız bir metin değil. Türkiye’nin İsrail’in soykırım işlediğine kanıt gösterdiği fiillerin çoğu Osmanlı Devleti’nin Ermenilere ve diğer Hristiyan azınlıklara karşı soykırım işlediğinin savunanların da işaret ettiği fiiller: Türkiye konu Osmanlı Ermenilerine geldiğinde savaş koşullarını işaret ederek tehcirin ayrılıkçı Ermeni oluşmlarına karşı bir güvenlik tedbiri olduğunu, tehcir sırasında yaşanan açlık ve saldırılar nedeniyle gerçekleşen ölümlerin sistematik olmadığını ve amacın bütün bir Ermeni nüfusu cezalandırmak ya da yok etmek olmadığı savuna geldi. Benzeri argümanları bugün İsrail’in savunmasında görmek mümkün, zaten İsrail’i savunan hukukçulardan biri daha önce Türkiye’yi de Ermeni Soykırımı suçlaması bağlamında savunmuştu.

7 Ekim’e kadar İsrail’de Ermeni Soykırımının tanınması daha ziyade insan hakları savunucuları, Holokost’un biricikliği teziyle uyumlu çalışmayan soykırım uzmanları (bir kısmına bugünlerde hem TRT’de hem de hükümete yakın medyada epeyce atıfta bulunuluyor, ama dedik ya ‘muhalif’ ya da ‘yandaş’ medyanın soykırım kavramıyla imtihanı başka bir yazıyı hak ediyor) ya da Haaretz gibi sol ya da muhalif gazetelerde yazan entelektüellerin uzun süreli bir talebiydi. Fakat Türkiye’nin İsrail’i resmen soykırımla suçlaması İsrail sağını yukarı da belirtilen ideolojik çekinceleri unutturacak şekilde kızdırmış görünüyor. Tabii Netanyahu ve hükümetinin bir diğer hesabı da Trump taraftarı Hristiyan milliyetçilerinin desteğini kazanmak olabilir: Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki Hristiyan toplulukların durumunu bir şekilde dert edinen Amerikalı aşırıcı grupların bir kısmı Netanyahu’nun bu sözlerinin muhattabı olabilir. Netanyahu’nun konuk olduğu programın sunucusu da Süryani ve Ermeni asıllı bir muhafazakar ve Trump destekçisi. İsrail sadece Amerika’da değil Avrupa’da da Gazze’den gelen dehşet görüntüleriyle Orta Doğulu Hristiyan topluluk temsilcilerinin desteğini kaybetmiş durumda. Hatta işin ucunu olası Türkiye-Ermenistan normalleşmesine ve iki ülke arasındaki sınırların açılma ihtimaline bağlayanlar da var.

Ancak şurası kesin: Netanyahu’nun muhattabı 1915’in kurbanları değil. Başkalarının acılarını inkarda ortaklaştığı eski mütteffiki. İşlediği suçlara ayna tutanlara kendi geçmişlerini hatırlatıyor. Tabii yine başkalarının acılarını araçsallaştırarak.

Gelelim Türkiye’ye. Neden Türkiye’nin Gazze’de yaşananlara karşı uluslararası hukuka bizzat başvurmadığını, Uluslararası Adalet Divanı’ndaki davanın neden Güney Afrika değil de Türkiye tarafından açılamadığını sorgulayan ‘muhalif’ gazeteci ve kanaat önderleri de Türkiye’ye tutulan aynaları hatırlamış oldular. 110 yıldır asli bir vazife gibi inkar edilen, hatta savunulan bir suçun başka suçların tanımlanmasına ve cezalandırılmasına örnek oluşturduğundan habersiz bir ‘aydın’ sınıfı… Evet, inkar, kurbanlara ve onların torunlarına yaşatılan ikinci bir haksızlık. Fakat Türkiye’nin hakikatle, dış dünyayla bağını da koparan bir haksızlık.


Seçtiklerimiz: Öndercan Muti (Akebi Derneği) – Evrensel – 30.08.2025

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑