Anadilin yasaklandığı yerde barış olmaz | Hüseyin Şenol
Meclis’te kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”nda Barış Anneleri’ne Kürtçe konuşma yasağı getirilmesi, barış masasında sömürgeci zihniyetin ağır bastığını gösteriyor. Gizlilik, sansür ve çifte standart üzerine kurulu bir süreç, çözüm değil çözümsüzlük üretir...
Kürt halkının anadili Kürtçedir. Bu yalnızca kültürel bir tercih değil, insan onurunun ayrılmaz bir parçasıdır. Katliamlardan, sürgünlerden ve inkar politikalarından geçmiş bir halka, TBMM çatısı altında dahi anadilinde konuşma hakkı tanınmıyorsa, barıştan değil sömürgeciliğin devamından söz ediyoruz. Kürtçe’nin, Kürt illerinde yani Kürdistan’da birinci, Türkiye’nin batısında ise ikinci resmi dil olarak kabulü barışın ön şartıdır.
Komisyonun beşinci toplantısında Barış Anneleri’nin Kürtçe konuşmasının Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş tarafından engellenmesi, “sorunu çözme” iddiasındaki yapının çözümsüzlüğe ne kadar bağlı olduğunu açığa çıkardı. Sokakta Kürtçe konuşana saldıranla Meclis’te Kürtçeyi yasaklayan aynı zihniyettir.
Kürt Halkının anadili Kürtçedir, resmiyeti de bu olmalı!
Anadil hakkı tanınmadan barış mümkün değildir.
Barış annelerinin sesi neden kısılıyor?
Barış Anneleri komisyona yalnızca acılarını anlatmak için değil, yol göstermek için geldi. Talepleri nettir: Kürtçenin tanınması ve Abdullah Öcalan’a “umut hakkı” verilmesi. “Silahların bırakılmasını herkes istiyor ama karşılığında somut adım bekliyoruz” diyen Nezahat Teke’nin anadilinde konuşmasına dahi imkan verilmemesi, masadaki samimiyetin ölçüsüdür. “Türkçe bilmeseydi ne olacaktı?” sorusu bugün herkesin vicdanını sınamalıdır.
Barış Vakfı, Kürt Araştırmaları Derneği ve çok sayıda demokratik kurum, “Kürtçe’nin engellenmesi sürece zarar veriyor” diyerek uyardı. Dilbilimci Zana Farqini’nin “bilinmeyen dil” ayıbı vurgusu, hala aşılmayan bariyeri gösteriyor. Ayşegül Doğan’ın “Anadilinde konuşmak isteyen Nezahat Teke’ye bu olanak sağlanabilirdi” tespiti, devletin olgunluk testinden kaldığını gösteriyor.
Bu noktada DEM Parti ve sosyalistlerin daha fazla tepki vermesi gerekirdi. Sadece tercüme teklifiyle yetinilmemeli, anadil hakkı daha güçlü bir şekilde savunulmalıydı. Ayrıca DEM Parti ve diğer sosyalistlerden gelen tepki de toplantı sonrasında geç ve yetersiz kaldı. DEM Parti Komisyon Üyeleri Gülistan Kılıç Koçyiğit, Meral Danış Beştaş, Hakkı Saruhan Oluç, Celal Fırat ve Cengiz Çiçek, 19 ve 20 Ağustos tarihlerinde yapılan son iki toplantıya ilişkin ertesi gün yaptıkları değerlendirme açıklamasında konuya değinmediler bile. Ancak daha sonra, tepkilerin yoğun olarak artması nedeniyle öğleden sonra parti sözcüsü Ayşegül Doğan konuya geniş olarak değindi.
Eşit mesafe yerine çifte standart
TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un komisyon konuşmasında “geldiğimiz noktayı şehitlerimize borçluyuz” vurgusu, barış dilinden çok güvenlikçi dille uyumludur.
Bir gün “şehit yakınları ve Diyarbakır Anneleri” dinlenirken, ertesi gün Barış Anneleri ve Cumartesi Anneleri ayrı bir oturuma ayrılıyor. Oysa gerçek barış, farklı acıları aynı masada, aynı gün, aynı göz hizasında dinlemeyi gerektirir. Şehit ailelerinin “Öcalan serbest kalmamalı” cümlesi nasıl kayda geçiyorsa, Barış Anneleri’nin “Komisyon Öcalan ile görüşmeli” çağrısı da aynı ciddiyetle ele alınmalıdır.
Numan Kurtulmuş, hem çifte standart konusunda hem de Kürtçe konusunda önümüzdeki hafta Çarşamba günü yapılacak olan 6. toplantının açılışında özür dilemeli. Yapmaz ama, Kürtçe yaparsa daha gerçekçi olur.
Sansür, gizlilik, şeffaflık sınavında sıfır çekmektir
Komisyonun ikinci toplantısının “gizli” yapılması, sonrasındaki oturumların tutanaklarının da tepkiler üzerine yayımlanması güvensizliği büyüttü. CHP lideri Özgür Özel’in “CHP’nin olduğu yerde kimse milletten bir şey gizleyemez” sözü ancak ikinci toplantının tam tutanağı açıklanırsa anlam kazanır. Emek Partisi’nin “şeffaflık, planlı çalışma, demokratik temsil” önerileri, bugünün asgari programıdır. Toplantılar canlı yayınlanmalı; toplum, kendi adına kurulan masayı kendi gözleriyle izlemelidir.
Basının ve sosyal medyanın susturulduğu yerde barış filizlenmez. Kaos GL, ETHA, Temel Demirer ve daha birçok sosyalist, LGBTİ+ ve yurtsever kişi ya da yapının internet mecralarına erişim engelleri, toplumu karartan bir örtüdür. Kürtçe’ye getirilen yasakla özgür basına vurulan darbe aynı elden çıkar; biri varsa diğeri de vardır. Eleştirel Barış Ağı’nın “barış, adalet ve demokrasi için ortak çağrısı”nın toplumsal muhatap bulması, ancak bu karartmanın kalkmasıyla mümkündür.
“Sansürle barış kurulmaz” derken, sürekli hatırlattığım gibi, bu sözüm “bizim taraf” için de geçerlidir.
Rojava gerçeği: Bomba altında barış konuşulmaz
Kürt sorunu Türkiye sınırlarını aşar. Suriye ve Irak Kürdistanı’na yönelik saldırılar devam ederken Meclis’te barış konuşmak akılla alay etmektir. Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit’in “Kobanê’ye bomba yağarken, Diyarbakır’da barış olmaz” cümlesi acı bir gerçeği gösteriyor. CPT’nin temmuz ayında en az 18 saldırı tespiti, “süreç” söylemiyle saha pratiği arasındaki uçurumu gösterir. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Kuzey ve Doğu Suriye’ye dönük dili, DEM Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın da dediği gibi, “gözünü kapatınca Kürtleri yok sanan” bir eğilimi besliyor.
Kosova ve Makedonya örneği: Çifte standardın aynası
Türkiye, Kosova’yı ve Kuzey Makedonya’yı tanıyor; Arnavutça, Kuzey Makedonya’da 24 yıl önce imzalanan Ohri Çerçeve Anlaşması ile resmi dil statüsüne kavuştu; ama sıra Kürtçe’ye gelince ret duvarı örülüyor. Arnavutların “tüm parçalardaki” ulusal kurtuluş mücadelesi ve Kosova’nın Sırbistan’la kurduğu yeni ilişki biçimi, yarının Türkiye-Kürdistan ilişkilerine “olası” bir örnek sunuyor. Kosova’da ve Makedonya’da Arnavutça resmi dilse, neden Kürtçe de olmasın? Niyet ve irade varsa olur. “Kosova’yı ve Kuzey Makedonya’daki statüyü tanıyıp Kürdistan’ı yok saymak” adı konmamış bir çifte standarttır.
Sömürgeci Sırbistan’ı topraklarından kovan Kosova bugün bağımsız bir devlet. Kuzey Makedonya’da ise önemli bir nüfus oluşturan Arnavutlar, kendi topraklarında verdikleri mücadeleyle Arnavutça’yı resmi dil yaptılar ve devleti ortak yönetme hakkını kazandılar. Kürtler de kendi topraklarında aynı hakka sahiptir; mesele, bu hakkın tanınıp tanınmamasındadır.
Dem parti, iddialar ve siyasetin dili
Faşist İYİP’li bir siyasetçinin “DEM Parti, üniter yapının değiştirilmesi ve Kürtçe’nin resmi dil olması da dahil yedi talep sundu” iddiasına DEM Parti “maksatlı yalandır” diye yanıt verdi. Ben ise bu noktada itirazımı farklı formüle ediyorum: Keşke iddia edilenlerin çoğu doğru olsaydı; anadil, yerel özerklik, demokratik idare talebi saklanacak değil savunulacak başlıklardır.
“Hadi abarttılar” diyelim; peki ya anadil ve özerklik gibi başlıklar masada olmazsa, bu masadan kalıcı barış çıkar mı?
Hakikat, adalet ve toplumsal onarım
Cumartesi Anneleri’nin “Hakikat Komisyonu kurulsun” çağrısı, yalnızca adalet değil barış talebidir. İHD Eş Genel Başkanı Eren Keskin’in uyardığı “hasta mahpuslar” meselesi çözüme kavuşmadan barış toplumsallaşmaz. Karabük T Tipi’nde tahliyeleri ertelenen tutuklular sadece bir cezaevi gerçeği değildir; ülkenin adalet fotoğrafıdır. Siyasi mahpuslar, düşünce suçları, uzun tutukluluk… Bunlar sürerken “barış” sözü halkta karşılık bulmaz.
Alevi meselesi ve eşit yurttaşlık
Komisyonun yalnızca Kürt sorununa değil, Alevilerin eşit yurttaşlık taleplerine de eğilmesi gerekir. Çünkü bu sorun da, bu topraklarda direkt sömürgecilik sorunudur. Celal Fırat’ın belirttiği gibi, cemevlerinin ibadethane kabul edilmesi ve zorunlu din derslerinin kaldırılması, demokratikleşmenin olmazsa olmazı. Asimilasyon politikaları son bulmadıkça gerçek barış mümkün değildir. Barış, farklı inanç ve kimliklerin eşitlik içinde buluştuğu ortak bir yurttaşlık sözleşmesidir.
Akademisyen Ferda Fahrioğlu’nun dediği gibi, sivil toplum “buyurun gelin” daveti beklemeden proaktif olmalı. Raporlar, saha gözlemleri, hak ihlalleri veri tabanları; komisyona ve topluma eşzamanlı akmalı. Toplumun barış talebi görünür kılınmadıkça, siyaset dar bir koridora sıkışır.
Komisyon tartışmaları yalnızca Kürtçe yasağıyla sınırlı değildir. Sürece dair farklı başlıklarda da dikkat çekici gelişmeler yaşandı. CHP’li Murat Bakan’ın “Suriye’de Kürtlerin özerkliği ülkemize zararlıdır” sözleri, CHP’nin devletçi ve inkârcı çizgiden kopmadığını gösterdi. Yine CHP’li Sezgin Tanrıkulu’nun “Gerçek anlamda barış istiyorsanız bürokratlarınıza iradenizi gösterin. Masalarında beyaz Toros resmi koyarak tehdit edenler karşılarında Meclis’i bulacaktır” sözleri, iktidarla arasına mesafe koyma çabasını yansıtsa da, CHP’nin bütünlüklü bir barış programı geliştiremediğini ortaya koydu.
Öte yandan, şu sıralar, DEM Partili belediyelere dokunmuyorlar, ama CHP’li belediyelere yönelik operasyonların “komisyonu işlevsizleştirdiği” tespiti, barışa değil baskıya dayalı bir siyasetin sürdüğünü kanıtladı. İHD Diyarbakır Şubesi’nin açıkladığı raporda ise yalnızca altı ayda Kürdistan kentlerinde 1820 hak ihlali yaşandığı kayda geçti. Bu tablo, barış iddiasının günlük hakikatlerle çeliştiğini göstermektedir.
Sürece dair çeşitli aydın ve yazarların katkıları da göz ardı edilmemeli. Erdoğan Aydın, Halil Gündoğan, Arif Çelebi ve Doğan Özgüden’in değerlendirmeleri, sorunun önemini hatırlatıyor. Bütün bu uyarılar, barış sürecinin yalnızca Meclis koridorlarında değil, geniş bir toplumsal tartışmayla şekillenmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Sistem partileri ve sömürgeci dil
AKP, CHP, MHP; isimler değişse de resmi inkar ve güvenlikçi yaklaşım değişmiyor. “İktidarda olunca sert, muhalefetteyken ikiyüzlü” dil, Kürtlerin hakikatini bastırmanın farklı tonlarıdır. Özlem Çerçioğlu’nun AKP’ye geçişi, isimler üstü bir düzenin işleyişini hatırlatır. Aynı çark döner; dişliler yer değiştirir. Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in “silahların bırakılması, fesih kararı” vurgusu, sahada süren operasyonlarla birlikte okunduğunda, toplumda güven değil kuşku yaratır. “Komisyon haftaya iki gün çalışacak” türünden teknik takvimler, eğer dil yasağı ve gizlilik devam ediyorsa, kimseyi ikna etmez.
Basit bir ilkeden yol haritasına
Eleştirel Barış Ağı’nın 12 maddelik çerçevesi; Terörle Mücadele Yasası’nın kaldırılması, siyasi tutukluların serbest bırakılması, hakikat ve yüzleşme süreçleri, ekonomik eşitlik gibi başlıklarıyla bir başlangıç zemini sunuyor. Bu zeminin üstüne şu dört maddeyi eklemek gerekir:
- Anadil hakkı pazarlık konusu yapılamaz.
- Toplantılar ve müzakere takvimi şeffaf olmalıdır.
- Sınır ötesi ve içi operasyonlarla eşzamanlı “barış” dili kurulamaz.
- Sürgünlere dönüş imkanı sağlanmalıdır.
- Belediyelere kayyum atamalarına son verilsin, halkın iradesi tanınsın.
Bu ve benzeri ilkeler gerçekleşmeden barış süreci, halk için bir güven kaynağı olamaz.
Zor olanı, doğru olanı ısrarla savunmak
“Zor ama inadına barış” demek, her gün yeni bir engelle yüzleşmek demektir. Ama şundan eminim: Anadilin yasaklandığı yerde barış olmaz. Barış Anneleri’nin anadilinde konuşmasının engellendiği, toplantıların gizli yapıldığı, basına ve sokağa yasakların yağdığı bir ülkede barış, kağıt üstünde bir kelimeye dönüşür.
Gerçek barış, ancak Kürtçe’nin önündeki engeller kalktığında, hapishanelerin kapıları adalete doğru aralandığında, hakikat komisyonları acıların dilini kayda geçirdiğinde, sürgünler evine dönebildiğinde ve farklı acılar aynı masada konuşulabildiğinde mümkün olur. CHP, MHP, AKP fark etmez; kim bu ilkeleri hayata geçirmeye talipse, barışın öznesi odur. Aksi halde komisyonlar işlevsiz, takvimler oyalama, cümleler boş birer slogandır.
Biz yine de ısrarla söyleyelim: Anadilin yasaklandığı yerde barış olmaz. Ve tam da bu yüzden, inadına barış, inadına özgürlük.
Hüseyin Şenol 23.08.2025

























































