AABF’deki son dönem tartışmalar ve seçimsiz genel kurula giderken… | Hasan Aygün
Deprem, yalnızca yerin altını değil, toplumun vicdanını da sarsar.
Bu kez sarsıntı sadece fay hattında değil, inanç ve dayanışma hattında yaşandı.
Son bir yıldır AABF (Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu) çevresinde dönen tartışmalar, sadece bir konteyner meselesi değil; Alevi kurumlarının güven, şeffaflık ve edep sınavıdır.
Konteyner Meselesinin Arka Planı
Deprem döneminde Malatya’da bulunan Sürücü Makina adlı şahıs firması normalde konteyner üretimi yapmamasına rağmen bu süreçte üretime başladığını ve kar amaçlı bu işi yapmadığını açıklamıştı. Firma, Alevi kurumlarına, başka kurumlara ve şahıslara kendi ifadesiyle 700 konteyner satmış.
Alevi kurumları adına alınan konteynerlerin dağılımı ise şöyle bildiriliyor:
• Almanya adına: 200 adet (Garip Dede Dergâhı aracılığıyla: 65 adet
Bağcılar Cemevi aracılığıyla: 135 adet)
• Fransa adına: 15 adet
• İsviçre adına: 5 adet
• Britanya adına: 16 adet
• Hollanda adına: 13 adet
Toplamda 249 adet konteyner, Alevi kurumları aracılığıyla gönderilmiş görünüyor.
Buraya kadar her şey makul.
Ancak işin tuhaf kısmı bundan sonra başlıyor.
Firmanın kendi söylemine göre konteyner üretiminde seri numarası yapılmamış, irsaliye üretilmemiş ve teslim tutanaklarının çoğunluğu ortada yok. Böylelikle Alevi kurumlarına satıldığı görünen konteynerlerin yarısından fazlası resmi evraklar üzerinde ispat edilemiyor.
Alevi kurum yöneticileri “Biz paramızı verdik, konteynerleri alıp depremzede canlarımıza ulaştırdık, gerisi bizi ilgilendirmez” diyerek sorumluluğun kendi paylarına düşen kısmını tamamladıklarını savunuyor.
Esas sorgulayan soru şurada:
Sürücü firması diyorki; irsaliye ve seri numarasını yapmadık öyle bir işlemimiz yok.
Fakat Denetleme Kurulu, “Kime, ne şekilde teslim ettiğinizi gösteren irsaliye, seri numarası, teslim belgesi gibi dokümanlar olmadan biz bu süreci doğrulayamıyoruz” diyor.
Hatta şu tespiti yapıyor:
“Üretici firma 249 değil, toplam 700 konteyner üretmiştir. Bunlar aynı sahaya, farklı kurumlar aracılığıyla gönderilmiştir. Seri numarası olmadığından, sevk irsaliyesi ve teslim tutanaklarının çoğu yapılmadığından dolayı, hangi konteynerin hangi kaynaktan ödendiği ispat edilemez hale gelmiştir. Aradan geçen iki yıl sonra bunu kanıtlamak neredeyse imkânsızdır. Üstüne üstlük 34 konteyneri de depremzedeye geçici kullanım için verip geri iade alınacağı akdedilmiş ve zaiyat verildiğinde depremzede bedelini ödeyecek diye sözleşme yaparak imza attırılmış. Bunu hiçbir vicdan kabul etmez. Deprem yardımları hibe olarak verildi, geri alınacak diye verilmedi. Buda şunu gösteriyor ki, deprem yardım paraları harcanırken gereken hassasiyet ve denetim yapılmamış.”
Daha sonra konu medyaya yansıyor; basında haberler çıkıyor, kurumlar içinde tartışmalar büyüyor.
Yöneticiler şeffaf bir tablo ortaya koyamıyor, Denetleme belgeleri yeterli bulmuyor, bağımsız komisyon da net bir sonuca ulaşamıyor.
Sonuçta, kimseyi tam anlamıyla tatmin eden bir açıklık sağlanamıyor.
Depremden Sonra Asıl Yıkım: Güven Depremi
Asıl deprem, işte bu noktada başlıyor.
Üretici firma sevk irsaliyesi düzenlemediğini, seri numarası plakası üretmediğini ve büyük ölçüde teslim tutanağı toplamadığını beyan ettiği için, bundan sonra ortaya çıkacak her evrak ya firmayı suçlayacak ya da sahte sayılacak.
Bu durumda ne kurumlar kendini aklayabiliyor ne de kamuoyu ikna olabiliyor.
Sonuçta ortada kalan şey şu:
Alevi kurumlarının omzuna yüklenmiş büyük bir vebal ve toplumsal tabanda yaşanan güven kaybı.
Bu güven tahribatı öyle kolay onarılacak gibi de değil.
Belki bir değil, iki kuşak alacak.
Genel Kurulda Fitili Ateşleyen Rapor
Tartışmaların fitilini, AABF Seçimli Genel Kurulu’nda Denetleme Kurulu’nun sunduğu rapor ateşledi.
Raporda, “deprem bağışlarının kullanımında şeffaflık eksikliği” olduğu belirtildi.
Toplantıda Hüseyin Mat, bu iddiaların iftira olduğunu söyledi.
Buna karşılık Denetleme Kurulu üyesi Seydi Koparan, “Eğer bizim söylediğimiz asılsız ise bizi mahkemeye verin” diyerek açık çağrıda bulundu.
Şimdi sormak gerekiyor:
Eğer gerçekten bu iddialar temelsizse, neden AABF yönetimi, bu meseleleri manşetlerine taşıyan Aydınlık, OdaTV ve diğer medya organlarına karşı hiçbir hukuki girişimde bulunmadı?
Bir yıldır bu mesele Alevi kurumlarının gündeminde birinci sırada yer alırken, toplumda oluşan bu derin güven zedelenmesini gidermenin en doğru yolu belliydi:
Toplumdan özür dilemek, “biz de hata yaptık, güvenip yanıldık” diyebilmek ve seçime giderek güven tazelemek.
Ama tam tersine oldu.
Bu çağrıyı yapan 57 Alevi kurumu ve temsilcisi, “düşman” ilan edildi.
Kurum içi muhalefet hamasetle bastırılmaya çalışıldı.
Oysa bağırarak örtülen hiçbir gerçek temizlenmez.
Tam tersine, daha da derinleşir.
Bugün Kurum Nerede Duruyor?
Bugün geldiğimiz noktada, AABF ciddi şekilde bölünmüş bir yapı görüntüsü veriyor.
Kurum içi tartışmalar artık fikir düzeyinde değil, taraftarlık düzeyinde yürütülüyor.
Bu durum Alevi edep ve erkânına uygun değildir.
Çünkü Alevilikte yol düşmanı yoktur; hakikati arayan canlar vardır.
Yolun Dili: Hakikat, Rıza ve Öz Eleştiri
Bu süreç, hepimiz için bir yüzleşme vesilesidir.
Hata yapmak insanidir; önemli olan hatayla yüzleşmeyi bilmek, rıza talep etmektir.
Eğer kurumlarımız bu cesareti gösterebilirse, yıkım bir yenilenmeye dönüşebilir.
Ama öfke, inat ve hamasetle yürürsek, yolun ışığını kendi elimizle karartırız.
18 Ekim’de yapılacak “seçimsiz genel kurul”, bu açıdan bir kırılma eşiği olabilir.
Ya geçmişle hesaplaşmadan aynı yolda yürümeye devam edeceğiz, ya da öz eleştirinin ışığıyla yeniden güven inşa edeceğiz.
Benim dileğim, bu sürecin kırgınlıkla değil, rızalıkla son bulmasıdır.
Çünkü biz, “eline, beline, diline sahip ol” diyen bir inancın evlatlarıyız.
Hakikat, bağırarak değil, hakkıyla yüzleşerek ortaya çıkar.
Cümle canlara aşk ile.
Forum: Hasan Aygün – 14.10.2025