Makaleler

Published on Kasım 20th, 2025

0

Tarafların adı üzerinde uzlaşamadığı sürece dair düşünceler (1) | Mustafa Yavuz


Türkiye’nin geleceği: Barışçı bir hat mı, güvenlikçi bir hat mı?

PKK lideri Öcalan, hükümet yetkilileri ve devletin güvenlik aparatlarıyla yaptığı gizli müzakerelerde, mutabakata vardığı konular kapsamında 27 Şubat 2025’te PKK’ya silah bırakma çağrısı yaptı. 1 Mart 2025’te PKK Yürütme komitesi ateşkes ilan etti. 5-7 Mayıs’ta toplanan kongrede 12 Mayıs 2025’te oy birliği ile PKK feshedildi ve silahlı mücadelenin sonlandırıldığı açıklandı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 18 Mayıs’ta süreci “Terörsüz Türkiye” olarak niteledi ve TBMM’de komisyon kurulması için çağrı yaptı. 11 Temmuz 2025’te 30 kişilik bir gerilla grubunun silahlarını basın önünde yakması gerçekleşti. AKP-MHP ve DEM Parti 12 Temmuz’da süreci başlattıklarını duyurdu.

27 Temmuz’da TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, 51 kişilik bir “Milli Dayanışma ve Kardeşlik Komisyonu” kurulacağını duyurdu. Millî Dayanışma ve Kardeşlik Komisyonu 5 Ağustos’ta ilk toplantısını gerçekleştirdi. Başlatılan sürece meclis zemininde katkı sunacak bir işleve sahip olacağı düşünülen komisyonun adı itirazlara ve tartışmalara neden olunca, “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” olarak değiştirildi. Böylece mücadele içinde olan iki tarafın masaya oturmasının asli nedeni olması gereken “Barış” meselesi ignore edildi. Bu tutum, İktidarın, Abdullah Öcalan’la yürüttüğü gizli müzakerede sağlanan mutabakatı, barış ve demokratik cumhuriyet süreci olarak nitelemekten  şiddetle kaçınmaktadır. Bu perspektifle hareket eden Cumhur İttifakı’nın, süreci, ezilen milli, dini ve kültürel kimliklerin eşit vatandaşlık ve kolektif haklarının tanınıp bu temelde barış ve demokrasinin inşasını bir iç tehdit olarak kodlayarak sürdürmeyi amaçladığını göstermektedir.

Cumhur İttifakı’nın, süreci “Terörsüz Türkiye”, “iç cephenin güçlendirilmesi” ve “bölücülük damarının kesilip atılması”, Öcalan’ın ise barış ve demokratik toplum süreci olarak tanımlamaktadır. Cumhur İttifakı’nın bu söyleminin barışın diliyle uzaktan yakından bir alakasının olmadığı açıktır.

PKK tarafından yukarıda zikredilen  adımların atılmasına rağmen, iktidar sürecin bir üst aşamaya evrilmesi konusunda hiçbir olumlu girişimde bulunmamaktadır. Komisyonun da iktidarın zaman kazanma enstrümanı olarak işlev gördüğü kısa zamanda anlaşıldı. PKK liderliği, bunun üzerine  yeni bir adım atarak, 26 Ekim’de PKK savaşçılarının TC. topraklarını terk etmeye ve Medya savunma alanlarına doğru çekilmeye başladıklarını açıkladı. Bu adımdan sonra iktidarın gerekli hukuki ve siyasi adımlar atmasının artık kaçınılmaz bir gereklilik olduğunun altını çizdi. Bu makalenin yazımının tamamlandığı sırada, PKK feshedilince Hareket Yönetimi adı altında faaliyet gösteren örgütlenme, çatışma riski olan Zap bölgesinden sürecin selameti açısından tamamen çekildiğini açıklayarak bir adım daha attı. Bahçeli de grup toplantısında yaptığı teatral konuşmasında Komisyon İmralı’ya gitme kararı almaz ise birkaç arkadaşını yanına alarak Öcalan ile görüşmek için grubundan “izin” istedi

Sürecin işlemesi için Kürt tarafının attığı adımlara karşın, iktidar çevreleri tehditkâr bir tonda, Öcalan ile yaptıkları mutabakata DEM Parti, Hareket Yönetimi ve Rojava özerk bölgesinin, harfiyen uymasını istemektedir. Bütün bu gelişmeler, İmralı’da gerçekleşen gizli görüşmelerde sağlanan mutabakatın içeriğine dair kuşku yaratmakta ve spekülasyonlara neden olmaktadır.

Rojava Faktörü

Cumhur İttifakı, Suriye’nin kuzeyinde egemen olan  de facto demokratik Rojava özerk yönetiminin, bölgesel demokratikleşme açısından sahip olduğu potansiyeli, hem iç hem de dış siyasette güvenlikçi–otoriter çizgisinin devamlılığı açısından ciddi bir tehdit olarak kodlanmaktadır. Süreci, içeride otokratik rejimi kalıcılaştırma ve bölgesel yayılmacı stratejisini gerçekleştirebileceği bir fırsata dönüştürmek istemektedir. Bu yaklaşım, Kürt kimliğini siyasal bir özne olarak değil, güvenlik problemi olarak çerçevelemektedir. Özetle, Cumhur İttifakı’nın süreci güvenlik ekseninde ele alan tutumuyla, Kürtlerin onur ve eşitlik talebi aynı eksende buluşmamaktadır. Cumhur İttifakı ve çoğul anlamda Kürt tarafı, sürece dair birbirini karşılıklı olarak dışlayan bir perspektife sahip olduklarından, süreç tehlikeli bir mecrada yürütülmektedir.

Yukarıda zikredilen perspektifle hareket eden Cumhur İttifakı, süreci büyük büyük babası Sultan II. Abdülhamit’ten tevarüs ettiği Müslüman milliyetçiliği ve bu bağlamda ümmet ittifakı ekseninde tanımlamaya çalışmaktadır. Süreçten murat ettiği “çözüm”ü, salt Türkiye’nin bir iç meselesi olarak değil de bölgede nüfuzunu pekiştirmenin enstrümanı olarak kurgulamasının sebebi budur.

Bu bakımdan tarihi nasıl okuduğumuz önem kazanmaktadır. Ezenlerin tarih okumasıyla, ezilenlerin tarih okumasını uzlaştırmak mümkün değildir. Bu tür uzlaştırma girişimleri ya da reel-politik şartlara, pragmatizmin sınırlarını zorlayan çözümler üretmek amacıyla yapılan tarih okumalarının, Kürt milletinin tarihinde nasıl tehlikeli sonuçlar ürettiği bilinmektedir.

Bugüne kadar yaşananlar sürecin olumsuz yönde gidişatına işaret etmekteyken, Kürt tarafı, kamuoyunu Cumhur İttifakı’nın yakında bazı pozitif adımlar atacağına dair gerçekçi olmayan beklentilerle oyalamaktan kaçınmalıdır.

Devletin “Çözüm” Kavrayışı ve Millet-i Hakime Kibri

Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’un 30 Eylül 2025’te gazetecilerle yaptığı sohbette kullandığı bisiklet metaforu, Cumhur İttifakı’nın süreçten ne türden beklentisi olduğunu açık bir şekilde ifade etmiştir.

Kurtulmuş şöyle diyordu:

“Şimdi burada işin en önemli kısmı, ‘bisiklet metaforu’, yani bisiklet tek pedalla sürülmez. Bisikletin ve dengeli yürümesi için iki pedalın da çevrilmesi lazım.”

Bisikletin dengeli yürümemesinin müsebbibinin PKK olmadığı gün gibi açıkken, Kurtulmuş, bisiklet metaforu ile millet-i hakime kibrini tüm açıklığı ile sergilemekte beis görmemektedir. Bisikletin dengeli yürümesi, bisikletin iki pedalının çevrilmesiyle mümkün olduğuna göre, Cumhur İttifakı’nın millet-i hakime kibrine, düşmanlaştırıcı ve dayatmacı söylemine karşı kararlı bir duruşa ihtiyaç vardır.

Her iki tarafın pedal çevirmeye başlaması, nasıl yol almak istediklerine dair bir ortak bir prensipte uzlaşmalarıyla mümkündür. Barış, yalnızca Kürt tarafının silahsızlandırılmasıyla  değil, tanınma, adalet ve eşit vatandaşlık temelinde bir yeni toplumsal sözleşme için müzakereleri başlatılmasıyla sağlanabilir.

Sürecin nasıl ilerleyeceğine ilişkin  asgari bir prensipte anlaşılmadığı taktirde, bugüne kadar olduğu gibi, Erdoğan’a, Kürt tarafına daha çok taviz vermesi için baskı uygulama imkanı tanıyacaktır. Aynı zamanda da yargıyı muhalefete karşı bir savaş araç olarak kullanmayı sürdürecektir. İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu gibi siyasi rakiplerini siyasi nitelikte davalarla saf dışı bırakmayı, ana muhalefet partisi CHP’yi hedef alarak sürece müdahil olmasını engellemeyi ve parti kadroları ve yöneticilerini polis gücüyle görevden alıp kayyum atamayı, Kürt siyasetçi ve aydınlarını, Türk aydın ve gazetecilerini, Televizyon programcılarını hapiste tutmayı, AHİM kararlarını uygulamamayı sürdürme imkanı tanıyacaktır. Böylece Erdoğan’ın Türkiye’yi, Rusya modeline göre otokratik diktatörlük rejimi ile idare edilen bir ülke olmasının önü bütünüyle açılmış olacaktır.

Kritik soru şudur: Süreç “barış, demokratik cumhuriyet” ekseninde mi, yoksa Cumhur İttifakı’nın süreci “bölücülük damarını kesip atacağız” perspektifiyle yürütmede ısrar ederek, Türkiye’nin Trump Amerikası, Putin Rusyası ve Viktor Orban  Macaristanı gibi otokrat diktatörler safında yer almasına yol açacak bir eksende mi yürütülecektir?

Avrupa hükümetlerinin kısa vadede Cumhur İttifakı ile aralarını bozma potansiyeli taşıyan demokrasi, yargı bağımsızlığı, insan hakları ihlalleri, Kürt kimliğinin tanınması vb. meseleleri gündeme taşıyacağı beklenmemelidir.

Avrupa Ülkelerinin Tutumu ve Uluslararası Boyut

Keir Starmer ve Friedrich Merz’in Türkiye’ye yaptıkları son ziyaretlerinde ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi ile görüşmekten imtina ettiler. Starmer’ın Ankara ziyareti sırasında muhalefetin durumu ve insan hakları konularını gündeme getirmemesi İngiltere kamuoyunda eleştirildi. Merz’in seyahati öncesinde çeşitli çevreler, Erdoğan’ın giderek daha da otokratik hale gelen yönetimi altındaki demokrasi ve insan hakları ihlallerini ele alması yönünde çağrıda bulundular. Fakat uzmanlar, bu görüşmelerde uyumsuzluğun pek beklenmediğini bildirdiler ve haklı çıktılar. Merz, Erdoğan ile yaptığı görüşmelerde yalnızca yargının bağımsızlığı konusunda endişelerini kısaca dile getirdi. Merz sonuç itibariyle, Almanya’nın hem Alman hem de Avrupa perspektifinden, Türkiye ile stratejik ilişkilerini güçlendirmesi gerektiği ve bu çerçevede derin bir ortaklığın vazgeçilmez olduğu vurguladı. Almanya–Türkiye ilişkilerinin benzersiz derecede kapsamlı ve güçlü olduğu, bu potansiyelin gelecek dönemde daha iyi değerlendirilmesi gerektiği ifade etti.

Ana muhalefet partisi karşısında gerileyen ve toplumsal desteğinin eridiğinin farkında olan Erdoğan’ın, ana muhalefet partisini siyaset yapamaz hale getirmeye çalışırken, Batı tarafından vazgeçilmez partner olarak tanınmasını ve bu bağlamda ülke içinde yaşadığı meşruiyet krizini aşmanın manivelası olarak kullanma imkanı elde etmesi küçümsenmemelidir. Her iki Avrupa ülkesinin siyasetçilerinin, Erdoğan’ın baskı altıda tutup kriminalize ettiği CHP lideri ile görüşmekten imtina etmiş olmaları, ona iç siyasette geniş bir oyun alanı açmış bulunmaktadır. Dış dünyadan almış olduğu bu paha biçilmez destekle daha sert hamlelerle sürece ve siyasi hayata müdahale edeceği varsayılmalı ve sürecin selameti açısından buna karşı ikircikli olmayan bir tutum takınılmalıdır.

CHP–Kürt Hareketi İlişkisine Yönelik Manipülasyonlar

Kürt hareketi, Cumhur İttifakı’nın Kürt hareketinin tabanı ile CHP’nin temsil ettiği kitlelerin yan yana gelmesini engellemeye çalışmak amacıyla siyaseti kriminalize etme çabasına izin vermemelidir. Yaşanan sürecin gösterdiği üzere, Cumhur İttifakı’nın zikredilen tutumunda pek de başarısız olduğu söylemek mümkün değildir. Neyse ki CHP’nin sürece ilişkin geliştirdiği pozitif hareket tarzı, Erdoğan’ın bu girişimini şimdilik boşa çıkarmıştır.

Kürt tarafının bir çözüm üretmek amacıyla reel politik bir çizgide ilerlemeye çalıştığı bir hakikattir. Mümkün olanın zanaatı olan reel politik, neyin doğru neyin yanlış olduğunu tanımlamaya çalışılmadığında pusulasını kaybeder. Bu bağlamda Kürt tarafı, Erdoğan’ın bu tarz girişimlerini dikkatle izlemeli ve bu tuzağa düşmemelidir.

Reel Politik Sınırlar ve Stratejik Yönelimler

Unutulmamalıdır ki, Suriye devletinin yeniden inşa sürecinde özerk Rojava bölgesi  kilit bir aktördür. Bilindiği gibi, Öcalan’ın 25 Şubat 2025’te yaptığı PKK’nin feshedilmesi ve silahsızlanma çağrısının, Rojava özerk idaresini de kapsadığına dair DEM Parti çevresinden yapılan açıklamalar kamuoyunda ciddi tartışmalara neden oldu. Öcalan’ın süreci, Cumhur ittifakı gibi Ortadoğu bölgesi ekseninde formüle etmesi Kürt tarafında ciddi sıkıntılar yaratmaktadır. Belirtmek gerekir ki de facto bir özerk idareye sahip Rojava’nın, bu kazanımlarını korumaya öncelik vermesi ve bu bağlamda reel politik şartları iyi okuyarak bölgenin şekillenmesinde birinci derecede rol oynayan Amerika ve İsrail devletleriyle yürüttüğü akılcı dış politikası, Öcalan’ın yeni dönem teorik müktesebatının temel argümanı olan saptaması “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” ile çelişmektedir. Öcalan’a göre idari özerkliğin cisimleştiği Rojava’nın, bu pozisyonda ısrar etmesi demokratik uzlaşma prensibine şans tanımayacağından, şiddeti ve dış müdahaleleri kışkırtarak ve Suriye Kürtleri açısından büyük acılara neden olacaktır. Öcalan, Rojava özerk idaresinin bölgede oyun kurucu bir güç olan  İsrail hükümetini dikkate  alan ve incelikli bir diplomasiyle ilişkiler sürdüren  yaklaşımına, antisemitizme kapı aralayan bir söylemle karşı çıkan tutumu dikkat çekicidir.

Öcalan’ın bu yaklaşımı, Türkiye, Suriye ve İran Kürtleri tarafından kuşkuyla karşılanmaktadır. Bu da Öcalan’ın süreci istediği doğrultuda yönetebilmesini zorlaştıran bir faktör olmaya aynı ya devam edecek gibi görünmektedir. Hamit Bozarslan’ın, Kürt toplumu ve Kürt hareketi çoğul olmak ve “Suriye’deki Kürt hareketi Türkiye’deki Kürt hareketinden ayırt edilemez, ama aynı zamanda buna da indirgenemez” tespiti gayet isabetlidir. Rojava’nın, sürecin gidişatını etkileyen kilit bir faktör  olarak temayüz etmiş olması, demokratik Kürt hareketinin ve toplumunun çoğulculuğu kabul eden bir hareket tarzı tutturulmasının elzem olduğunu ortaya koymaktadır.

Demokratik Uzlaşma İçin Asgari Şartlar

Yaşanan bunca olumsuz tecrübeden sonra, tarafların süreci ilerletebilmesinin asgari şartı, “barış ve demokratik cumhuriyet” zemininde anlaşmalarıdır. Bu gerçekleşmeden, Öcalan’ın baş müzakereci rolü gök kubbede hoş bir seda olarak kalmaya mahkumdur. Barış ve demokratik cumhuriyeti hedefleyen demokratik uzlaşma, baş müzakereci Öcalan’ın, bir esir olarak değil, istediği kişiler ve kurumlarla görüşmesine imkan tanıyacak yeni şartların yaratılmasıyla, hukuksal sorunları tartışıp karara bağlanmasını sağlayacak geniş yetkiye sahip bir meclis komisyonunun teşkiliyle, kamuoyunun müzakere sürecine aktif bir biçimde katılması ve görüşlerini serbestçe ifade etmesiyle doğru bir yörüngeye oturacaktır.

Açıktır ki süreç, “demokratik uzlaşma” kavramının içerdiği anlamın çok dışında bir mecrada gelişmektedir. Demokratik uzlaşma her şeyden önce, tarafların anlaşmazlıkları en aza indirmesi için, ortak çıkarlar ve uzlaşma noktaları aramaları; tarafların bütün argümanlarının dinlenmesi ve ciddiye alınması; karar alma süreçlerinin şeffaf yürütülmesi ve  kararların ortaklaşa alınması için çalışılması; alınan kararların toplumda yüksek kabul görmesi ve ortak sorumluluğu üstlenmeye hazır olmak demektir. Bunun için de başta ifade edildiği gibi, her iki tarafın süreci, barışın sağlanması ve demokratik cumhuriyetin inşasını hedefleyen bir eksende yürütmeyi kabul ederek yola koyulmaları zorunludur. Çıkış noktası bu olmayan sürecin demokratik uzlaşma zemininde çalışma imkanı yoktur.

Toplumun Süreçteki Asli Rolü

Son olarak savaşan taraflar bir anlaşmaya varmak için masaya oturabilirler ve sonunda bir şekilde  “çözüm” üretebilirler. Fakat sürecin, devlet tarafının barış için masaya oturmadığı şartlar altında devletin domine ettiği bir “çözüm”le sonuçlanması kaçınılmazdır.

Böylesi bir “çözüm”ün toplumda yüksek kabul görmesi olanaksızdır.

Bu bağlamda esas olarak Kürt tarafı ile devlet tarafının gerçekleştireceği “çözüm”ün, toplumsal yaşamın bütün alanlarını kapsayan sonuçları olacağı açıktır.

Nasıl bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz sorusunun cevabı, sürecin yürütüleceği zemine bağlı olarak şekillenilecektir. Barış ve demokratik cumhuriyeti hedefleyen bir zeminde mi, yoksa otokratik rejimi kalıcılaştırmayı hedefleyen terörsüz Türkiye, iç cephenin güçlendirilmesi ekseninde mi?

Bu soruya verilecek cevap sadece savaşan tarafları değil, tüm toplumu ilgilendirmektedir. Dolayısıyla sürecin sorumluluğunu taşıyacak  ve nasıl yaşamak istediğine karar verecek toplum da sürecin asli bileşenidir.


Seçtiklerimiz: Mustafa Yavuz -sonhaber.ch – 19.11.2025

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑