Makaleler

Published on Kasım 12th, 2025

0

Öcalan’ın son elli yılı (4): Tarihe, sınıfa, ulusal kurtuluşa elveda | Yaşar Ayaşlı


Demiyoruz ki, Kürt hareketi eskiden olduğu gibi elde silah dağda savaşmaya devam etsin. Bu kendisinin karar vereceği bir şeydir. Bizim gibilerin hariçten gazel okuma hakları yok. Devrimcilerin günümüz koşullarında haklar ve özgürlükler, reformlar için mücadele etmeleri yanlış değildir. Bu mücadelede yerine göre uzlaşmalar da olabilir. Önemli olan bunları devrimci teori ve programdan, yakın ve uzak hedeflerden vazgeçmeden ve kopartmadan onlara tabi kılarak yapmak, bizi uyuşturmak isteyenlerin masallarına kanmadan, güç biriktirmek, saflarımızı güçlendirmek için yapmaktır.

Kurulduğundan dağa çıktığına kadar PKK, hakkını verdiği söylenemese de, Marksizm-Leninizme iman etmişti. Bizzat Öcalan ve yoldaşları, Engels’in Tarihte Zorun Rolü’nü olsun, Lenin ve Stalin’in ulusal sorun ve ulusların kaderini tayin hakkı üzerine kitaplarını olsun ellerinden düşürmezlerdi. Taraftarları Sovyetler Birliği’nin Kruşçev’den sonra kapitalizme geri dönüş yoluna girdiğini söyleyenlere aba altından silah gösterirlerdi. Hatta, kanıt olması bakımından söylüyorum, 1990 başında MELSA diye bir yayınevi bile kurmuşlardı, açılımı Marx, Engels, Lenin, Stalin, Apo idi.

Şimdi ne değişti de Öcalan, Stalin’e cani, Marx ve Lenin’e haybeye kürek çekmiş teorisyenler muamelesi yapıp, 21.yüzyıl başından beri eleştirilerini, genelde Marksizm-Leninizm, tarihsel materyalizm ve emek-değer kuramı üzerinde yoğunlaştırır oldu. Bunun bizce, biri ilkinin içinde saklı, iki nedeni var. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte içine düşen kurt, yakalanmasıyla birlikte beynini kemiren aç bir canavara dönüştü ve mücadele ettiği devleti yenemeyeceği kararına varmasına yol açtı. Bunun mücadelesi açısından bir son olmadığını, yakalanmasının tuttuğu yolun “fıtrat”ında olası risklerinden biri olduğunu düşüneceği yerde, suçlu aramaya koyuldu. Kendini herkesi aşmış biri olarak görme ve her şeyi kendine bağlama gibi bir özelliği olduğundan, kabahati başka etkenlerde değil, o güne kadar kılavuz bildiği yolda aradı. Eleştirilerinin odağına tarihsel düşünceyi ve diyalektik felsefeyi spekülatif aklın elinden kurtarıp bilime çeviren Marksist ekonomi politik eleştirisini koyma nedeni budur. Tarih biliminin kapılarını açacak anahtar kavramları terk etmek, “yeni paradigma”nın ayırt edici bir özelliği olarak karşımıza çıkıyor.

Tarihsel Materyalizm bir eylem kılavuzudur  

Tarihsel düşünce, mitos, hikâye tarih, vakanivüslük, kurgusal tarih felsefeleri gibi aşamalardan, “Tarih Yüzyılı” denilen 19. yüzyıla gelinceye kadar çok uzun bir yol kat etmiştir. Kayda değer teorik-felsefi ilerlemelere, sınırsız materyal ve belge birikimine rağmen, idealist, pozitivist, spekülatif tarih felsefelerinin üstüne çıkamamıştır. Evrensel dünya tarihi ve diyalektik açıklamasıyla Hegel büyük bir sıçrama yapmışsa da spekülasyon üzerinden sonuca ulaşmaya çalıştığından, Prusya devletini meşrulaştırmaktan ileri gidememiştir. Bir yandan o güne kadarki birikimden yararlanan, bir yandan da önceki tarihsel felsefelerin eleştirisinden ve kendi keşiflerinden hareketle materyalist tarih alanında devrim yapan tek kişi Karl Marx olacaktır. Engels’in de katkı yaptığı materyalist tarih anlayışı, Marx’ın bilimsel düşünce alanındaki en önemli iki keşfinden (öteki artı-değer teorisi) birisidir.[1] Marx’a gelinceye kadar egemen sınıflar tarihsel düşünceyi kendi ideolojilerine, siyasetlerine, strateji ve programlarına bir dayanak, bir örtü olarak kullanmışlardı. Ekonomik ve toplumsal olarak sömürülenlerin ve ezilenlerin kurtuluşuna önderlik edebilme yeteneğini şahsında birleştirmiş proletaryaya bütünlüklü bir teori ve eylem kılavuzu sağlayan Karl Marx, bu silahı tersine çevirdi.  

Öcalan’ın eleştirilerini en çok bu alanda yoğunlaştırmasının nedeni, tarihin sıradan bir bilim olmayıp, eylem kılavuzu olmasından dolayıdır. Marx’ın diyalektik materyalizmi gibi tarihsel materyalizmini de topa tutarak kendi kuyusunu kazıyor. Materyalist tarih anlayışının temel kavramları, maddi üretim güçleri ve üretim ilişkileri, bunların çelişkili birliğini temsil eden üretim tarzı, sosyal varlık ve sosyal bilinç, iktisadi temel ve ideolojik-siyasi üstyapı, toplumsal devrim ve tarihsel üretim tarzları gibi kavramları kullanmak yerine, derleme toplama, hiçbir bilimsel açıklayıcılığı olmayan kavramlarla kendince “sistem” kurmaya çalışıyor.Marksizmin alnına haksızca yapıştırılan bayat “ekonomik determinizm”i ve indirgemeciliği reddetmek adına, Marx öncesinin idealist tarihçilerine, “tarihsel sosyoloji” etiketiyle düzen ideoloğu Comte’un izindeki Batı sosyolojisine, bilumum sahte Marksistlerin sınıflar ve tarih üstü kavramlarına geri dönüyor. Böylece, mücadele biçimlerinde ve örgütlenmede attığı geri adımları, açık veya kapalı Marksizm karşıtlığıyla bilinen akımlardan devşirdiği ideolojik, siyasi ve ekonomik fikir kırıntılarıyla tamamlıyor. Sosyalizm projesini, devrimci teoriye ve 20.yüzyıl devrimlerinin deneyimlerine dayandıracağı yerde, metafiziğin ve idealizmin cephaneliğinden aşırılmış irade, zihniyet, ahlak gibi kavramlarda ve pragmatizmin çıkar ve kader ortaklığı, “kazan kazan” gibi çıkmaz sokaklarında arıyor. “MELSA”lı yıllarda Kürt halkının devrimci potansiyelini açığa çıkaran ve bunu yönlendiren stratejiler ve perspektifler sunarken, şimdilerde bunun yerini yatıştırıcılık ve reformizmle dolduran manifestolar kaleme alıyor.

Devlet ve sınıf

Öcalan tarihi dönemlendirmeden, üretici güçler ve üretim ilişkileri, üretim araçlarının özel mülkiyet gibi analiz araçlarına başvurmadan, Bakunin ve Bookchin’den kopyaladığı görüşlerle Marx’a savaş açıyor: “Tarih sınıflar savaşı değil, devlet ve komün savaşıdır.” Böyle demekle tarihsel materyalizmin omurgasını oluşturan sınıf mücadeleleri[2] ve devrimler diyalektiğini, balığın kılçığını çıkartırcasına çekip atıyor. Bu kendisini, ilkel komünal toplum çözülüp devlete yol vermeden ve ardışık devlet türlerini yaratmadan önceki devletsiz dönemi, köktendinci İslamcıların Muhammet ve dört halife devrini “altın çağ” olarak görmelerindeki gibi idealize etmeye götürüyor. İdeal tasarımını gelecekte değil, en çok yücelttiği uygarlıklar mezarlığı Mezopotamya geçmişinde arıyor.  

“Bu çağda beş büyük komünal ideoloji çıkış yapıyor. Merkezi konumu Zerdüştlük teşkil ediyor. Onu takiben Çin’de Lao Tse, Hindistan’da Budha, Yahudi ideolojisi ve Sokrates felsefesi gelir. Bu beş çıkış da komün temelli çıkışlardır. Hatta Marks’ın komünizminden kırk kat daha komünistik çıkışlardır. Eksen çağındaki bu müthiş beş kol komünal ve komünistik çıkışlardır.” 

“Peygamberler geleneği de komünalisttir. Muhammed neden bu kadar büyüktür?” (Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu)

Sınıfsallaşmanın dışında tutulamayacak üst sınıfa yakın ve erkek egemenliğinden yana Sokrat ve bir başka yazıda ele alacağımız (kadın sorununda Öcalan’la ters istikametleri gösteren) Muhammed’i de dikkate alırsak, adı sayılanların “komünalist”likleri ayrıca tartışılır. Bunların ya da “Platon komünizmi”nin Marx’ın komünizminden üstün olduğu iddiası ise, nostaljik geçmiş özleminin insanı tutucu ütopyalara nasıl sürükleyebileceğine dair net bir örnek sunuyor. Sınıflı toplumların gelişmesi karşısında dehşete kapılan Öcalan, daha tanımlayıcı bir kavram yerine, bula bula “kastik toplumsal katil”i buluyor. Böylece ilhamını geçmişten alan ütopya, distopyaya dönüşüyor. 

“Tarih Sınıflar Savaşı Değil, Devlet ve Komün Savaşıdır” tespitiyle; bu bölümde sınıfsal teoriyi ciddi bir dönüşüme uğratacak yeni bir perspektif geliştireceğiz. Belki bir düşünce devrimi yapacağız” gibi büyük bir iddiayla ortaya çıkmasına karşın, yeni olarak getirdiği tek bir şey yoktur.

“Tarihi kastik katille başlatmak, hem sosyolojinin, hem ona bağlı sosyalizmin ana kaynağı olmalı. Hatta sosyal bilimlerin temeli olmak durumunda. Kastik katilin ortaya çıkışı, ilk büyük kırılmadır… Belki de tarihin en büyük karşı-devrimidir. ‘Tarih nedir’ diye de bir soru sorsak, tarih işte kastik katilin toplumu yarması, toplumu büyük kölelik sistematiği altına alması; hem onun düşünce sistemine hem de pratik yaşamına müdahale etmesidir. Toplumsal sorunsallığın başlangıcı, bu kastik katiller sistemidir diyebiliriz… Sonra kastik katil bu sistemi geliştirecektir. Son aşaması kapitalizm ve onun ulus devleti olacak.” (Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu)

Öcalan, ilkel komünal toplumun çözülmesini izleyen sınıflı topluma geçişi “kötüler”in “iyileri” galebe çalması olarak algılıyor. Nesnel toplumsal gelişme diyalektiğinin zorunlu bir durağı olarak devletin ortaya çıkışının, “Komün”e karşı değil, onun bağrından doğan köleleri egemenlik altında tutmak ve düzenin işlerliğini garanti altına almak olduğunu kavrama zorluğu çekiyor. Eğer Spartaküst ayaklanmasının trajik destanını kabaca bile okusaydı, orada savaşın komünle değil, kölelerle köle sahiplerinin elindeki devlet (ordu) arasında geçtiğini anlardı. 

Ataerkil aile, üretici güçlerin gelişmesi, iş bölümü, artı-ürün ve özel mülkiyet sınıfların ortaya çıkma süreçleriyle sıkı sıkıya bağlı olgulardır. Lenin devletin başlangıç noktasını, “tek uğraşı yönetmek olan ve yönetmek için de başka insanların iradesini zorla baskı altına alarak -hapishaneler, özel birlikler, ordular vb. biçiminde- özel bir aygıtının gerekliliğini duyan özel bir insan grubu ortaya çıktığı zaman doğmuştur” diye açıklar. Öcalan’sa devletin, sınıfların ortaya çıkmasıyla sömürenlerin sömürülenleri baskı altına alma, egemen sınıfın ayrıcalıklarını koruma ve mevcut üretimi biçimini sürdürme gereksinimden doğduğunu bir türlü anlayamıyor. Yalnız bu değil, şu da var: “Toplumun üreticilerle üretimi örgütleyenler arasında, el emeğiyle kafa emeği arasında bir ayrılma olarak başlayan sınıflara bölünmesiyle birlikte, yalnızca üretim tekniğinde değil aynı zamanda toplumun örgütlenişinde ve insan bilincinin zenginleşmesinde de uygarlığın ortaya çıkışına yol açan büyük ilerlemeler için koşullar yaratılmış oluyordu.”[3]

Bu yönleri hiç hesaba katmayan Öcalan ise, “kastik katil” terimiyle açıkladığı ataerkilliğin ortaya çıkışını ve bunun giderek devlet denilen egemen sınıfın diktatörlük aygıtıyla bütünleşmesini, tek yanlı olarak topluma yabancı, kadını ruhen öldüren, doğayı katleden siyaset, zihinsellik ve psikoloji karışımı, ürkütücü ve yenilmesi mümkün olmayan bir garabet olarak tasvir ediyor. Bundan dolayı köleci ya da başka bir sınıflı topluma geçişteki çok yönlülüğü dikkate almıyor. 

Öcalan Tarihi, M. Ö. 10 binlerde taş baltalı “erkek egemen çeteyle başlayıp, “kastik katil”in” devlet olarak örgütlenmesiyle devam eden ve kapitalist uğraktan geçtikten sonra kurulan sosyalist devletlere kadar gelen süreci kapsıyor. Toplumların, bütün kötülüklerin yaratıcısı işte bu devlet olarak örgütlenmiş “kastik katil”dir.  Devlet teorisinin özü, ilkel komünal toplumdan beri “bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” diye özetlense yeridir. Devleti her şeye kadir bir olgu, toplumun ve sınıfların yaratıcısı olarak gören idealistler gibi düşünüyor. Max Weber Osmanlı hanedanını inceleyerek ürettiği “patrimonyal egemenlik” için, “toplumsal ve ekonomik ilişkilerin mutlak belirleyicisi” demiştir. “Önce devlet vardı, her şeyi yaratan odur” prensibinden yola çıkan Hegel, Proudhon, Bakunin,[4] Dühring gibi idealistler devleti tarihin itici gücü olarak görüyorlardı. Rusya’da “etatist okul” diye liberal ve devrimci Narodnikleri kapsayan bir akım bile vardı. Bizde de Kemalist ve muhafazakâr tarihçilerin hemen hepsi bu kafadadır. Öcalan’ın farkı, onların daha usturuplu ve gerekçeli anlatımları karşısında, her şeyi kaba saba gerekçelerle devlete bağlamasıdır. Daha da kötüsü, onları aşarak sömürücü sınıfların devleti ile sınıfsız komünist topluma geçişi sağlayacak sosyalist devleti (zorunlu bir geçiş aşaması olup sonunda sönümlenecek) aynı kaba koymasıdır. Proletarya iktidarını reddeden Bakunin’le en çok bu konuda çatışan Marx’ı, “Devlet adlı kitabı en başta yazması gerekirken bunun yerine Sermaye’yi yazması bir hatadır” diye suçlama sebebi budur.

Küçük burjuvazi, işçi sınıfı devrimciliğinden hoşlanmaz. Öcalan düşmanca suçlamalarıyla bunun bir örneğini veriyor: 

 “Marksizm’in sınıf kavramı problemlidir. Sadece parti kavramı değil, sınıf kavramı teorik olarak da problemlidir. Zaten sanayi proletaryası en çok da faşizme yaradı. Hitler, Alman işçi sınıfını en çok kullanandı. Bu işçi sınıfı dediğimiz, sosyalizmden çok faşizme taban teşkil etti. Halen Yeni Sağ bu kesime, işçilere dayanıyor; öyle burjuvaya filan dayanmıyor. En çok da bunlar Yeni Sağ’ı destekliyorlar.” (Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu)

Söyledikleri neresinden tutsan elinde kalır. Bunun Kürt burjuvalarının kendi işçi ve yoksul köylülerine yaklaşımından ne farkı vardır? Kaynağında kılavuz aldığı post-Marksist peygamberlerin görüşlerinin olduğu açıktır. Laclau’nun “sınıf”, “proletarya” gibi söylemleri özcü ve indirgemeci bulup, “insanlar”, “yurttaş”, “halk” gibi terimlerle değiştirdiği biliniyor. Sınıflar yerine kimlikleri, farklılıkları, çoğulculuğu geçiren sivil toplumcular on yıllardır aynı sakızı çiğniyorlar. Gelgelelim bunların hiçbiri yüzyılımıza ait şeyler değil, burjuva tarih yazımı, Batı sosyolojisi asırlardır çelişkilerin üstünü örtmek için aynı şeyleri söylüyor. Oysa sınıftan kaçmak, tarihin itici gücü olan uzlaşmaz çelişkilerden ve sınıf mücadelelerinden kaçmaktır. Ulus olgusunu yekpare bir bütün gibi kavrayan Öcalan, sınıf analizi ve çelişkilerinden kaçıyor. Zira yalnızca Kürt halkını Türk egemenleriyle değil, aynı zamanda Kürt işçisiyle burjuvasını, toprak ağası ve aşiret reisiyle yoksul Kürt köylüsünü de uzlaştırmak istiyor. Boşuna ikide bir dışarıya “’Bazı aşiretlerle sorun yaşandı ama artık ellerimizi birbirimize uzatmalıyız’” diye haber gönderip durmuyor.

İnkârcılık Öcalan’da ne çeyrek ne de yarımdır. Tamdır. Ekonominin gelişiminden, sınıftan ve sınıflar arası uzlaşmaz çelişkilerden uzak, üstyapı kurumlarında dönüp dolaşan (zihniyet, din, şiddet, kültür, ahlak) bu anlatı, son elli yılda moda olan liberal sol kültüralist/üstyapı tarihçiliğinin en kötü türevidir. Egemen sınıf iktidarlarını reddederken komünist, devrimci, ilerici olanları da reddediyor.  Koskoca dünya devrimler tarihini bir yana atarak sosyalist devrimlerin ve ulusal kurtuluş savaşlarının içini boşaltmaya çalışıyor: “Son yüzyılda özellikle ‘ulusal kurtuluş’, gerek ‘sosyalist kurtuluş’ adına yürütülen ayaklanma ve savaşları da halk eylemleri olarak kutsamak gerçekçi değildir.” (Demokratik Konfederalizm). Biraz dikkatle incelese eski Yunan’da, Çin’de, Hindistan’da, Roma’da ve daha başka yerlerde sayısız sınıf mücadelesi örnekleri bulabilirdi oysa. Yoruma gerek bırakmayacak bu sözleri şu soruyu akla getirir: Devrimler mümkün değilse söylediklerinden ne çıkıyor? Kapitalizmin alternatifinin proletarya sosyalizmi değil, kapitalist sistem içinde yuvalanmış iktidarsız ve savunmasız kof bir “sosyalizm” olduğu. Yani “kastik katil”in icraatlarını mümkün olduğunca azaltacak komünal belediye sığınakları yapmak ve barış çubukları tüttürerek diyalog içinde yan yana yaşamak.

Sosyoekonomik formasyon

18. yüzyıla kadar tarihin aşamaları hükümdarların saltanat süreleri veya vahşet/barbarlık/medeniyet gibi kıstaslar üzerinden yapılırdı. Bu konuda da en köklü değişikliği sosyoekonomik oluşumların (ilkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist/komünist) ayırt edici yanları ve birbirlerini izleyen dönüşümleri üzerinden yapan Marx oldu.[5] Kapital ve ilgili eserleriyle tarihi üst bir bilim seviyesine çıkardı. Marx’ın metodolojisi toplumsal gelişmeyi çok boyutluluğu (ekonomi, siyaset, ideoloji, hukuk, estetik, ahlak) çerçevesinde tek bir bütünde ve ortak paydada birleştirmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal yapının katmanlarının ve dönüşümlerinin açıklanmasına uygulanabilir bir model geliştirerek kendisinden öncekileri aşar. Kapitalist toplumun feodalizmdeki kökenlerini açıklamasında olduğu gibi, Grundrisse ve Kapital’de “insanın anatomisi maymun anatomisinin anahtarıdır” perspektifiyle geriye doğru okuma ve açıklamalar yapması yöntemsel bir yeniliktir. 

Bunlara rağmen Marx’ın tarih anlayışının “ekonomik determinist” ya da sadece iktisatla ilgili olduğunu iddia etmek göz göre göre iftiradır. Kapital’i ve birer canlı tarih yazımı olan “Fransız Üçlemesi”ni dikkatle okuyanlar, Marx’ın toplumla ilgili olup da maddi ve manevi, zorunlu ve rastlantısal, felsefi ve kültürel, estetik ve ahlaki, kahramanlık ve alçaklık gibi konularda değinmediği çok az şey olduğunu göreceklerdir. Dolayısıyla tarihsel materyalizm tek başına periyadizasyon değildir, toplumsal süreçler ve dönüşümleriyle ilgili her şeydir.

Öcalan hem okumadığı hem de kapsayıcı bir görüş açısına sahip olmadığı için, Marx’ın tam tersi bir portre çiziyor. Ona söylemediği şeyleri söyletiyor, söylediği şeyleri söylememiş gibi gösteriyor. Marx’ı zihniyet ve ahlaki boyutu (Sosyolojinin Devrimi) kavrayamamakla suçlar. Oysa bu asıl kendisi için geçerlidir. Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz’ünde, Grundrisse’de ve başka eserlerinde ekonomiden başka ideoloji, politika, hukuk, ahlak, sanat dahil toplumsal yapının bütün katmanlarını dikkate alan bir perspektife sahip olduğunu hiç anlamamıştır.  Yüzeysel sözlerin ötesinde asıl kendisi ekonomi, toplum, siyaset, ideoloji ve bunların birbirleriyle ilişkileri hakkında bilgisizdir, ki yazdıklarını okuyan herkes bunu anlar. Marx’ın kuramına temel olan yöntemin, Thompson’un deyişiyle, “varlıklardan ve şeylerden kendilerine ait olan gerçekliği çekip almakla başlar ve onu soyutlamalara verir; daha sonra bu soyutlamalardan yola çıkarak somut varlığı ve gerçekliği üretmek yoluyla dünyayı yeniden kurmaya yönelen” bir yol izlediğinin farkında bile değildir. Bunu bilseydi, Marx’ın neden “Devlet”ten değil de, “meta”dan başladığını anlar, onu neden böyle yapmadı diye suçlamaya kalkmazdı.

Tarihsel materyalizmin dönemlendirmesini, devlete endeksleyerek gerekçelendirmeden beşten üçe indiriyor Öcalan: 

“Tarih üç toplum biçimini veya tarzını tanımaktadır: İlkel klan toplumu, sınıflı devlet veya uygarlık toplumu, demokratik çoklu toplum. İlkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum gibi çizgisel ilerlemeci yaklaşımlar fazlasıyla dogmatiktir” (Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat) 

Marx aşamaları sıralarken, sosyalizm hariç dünya tarihinde görüle gelmiş toplumsal formasyonları anlatmak istemiştir. Rusya ve Asyatik toplumlar somutuna indiğinde şemalaştırmalardan kaçınır. Öcalan’ın aşamalandırması ise hiçbir somut araştırmaya dayanmaz; keyfidir, ortak ögelerden ve yasallıktan yoksundur. Sosyoekonomik formasyonu oluşturan düzlemleri (üretim, sınıflar, üstyapı vb.) bir yana bırakır ve üstyapısal zemine çekerek (sırf onunla sınırlayarak) “devlet”, “hukuk”, “zihniyet” “uygarlık”, “modernite” gibi soyut terimleri düz ve olay anlatıcı tarih yazımı yöntemleriyle art arda sıralar. Benzetme yerindeyse Tarzan’ın ayağı toprağa basmadan daldan dala sıçradığı gibi, ekonomik ve toplumsal ilişki ve çelişkileri teğet geçerek üstyapı alanında gezinir durur.

Yazarın bütünsel bir analizini yapmadan üçe ayırdığı sosyoekonomik aşamalandırmasının tarihsel gerçekliğe uygulanabilirliği yoktur.  Bunların sadece içsel ilişkilerini değil, birbirlerine geçiş dinamiklerini de açıklamadığı için, sistemi meşrulaştırmanın “bilimi” olan pozitivist sosyoloji ve özcü tarih anlayışında çakılır kalır. Bu yüzden hem köleyi sınıftan saymaz hem de işçinin de köle olduğunu ileri sürer: “Köleye de sınıf demek saçmadır. Marks da bu hatayı işliyor. İşçi denilen de aslında bir köledir.” Köle sınıf değilse, işçi de bir köleyse bunların hangi sosyal ve tarihsel bağlama yerleştirileceği, aralarındaki benzerlik ve farkların nasıl açıklanacağı sorularının cevabı yoktur. Köleliği işçiye kadar uzatarak “ölümsüz kategoriler” parantezine alması Öcalan’a ata yadigarıdır. İdeolojik soykütüğünün ilklerinden Proudhon’un, “Biz, zaman sırasına uygun değil, birbirini izleyen düşüncelere uygun bir tarih anlatmaktayız. Ekonomik evreler ya da kategoriler, görünüşte bazen çağdaştırlar, bazen de bunun tersi”[6] demesine karşı, “Eldeğirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalist toplumu” gibi basit örneklerle açıklayarak, her şeyin tarihsel, yani yokken var olan, varken yok olacak, dolayısıyla geçici olduğunu anlatmak için Felsefenin Sefaleti’ni yazmak zorunda kalmıştı Marx. Öcalan’ın anlamadığı hiçbir tarihsel olgu ya da olay, kendi devirlerinin özelliklerini yansıtacak toplumsal bir çerçeveye (kölelik, feodalizm, kapitalizm gibi) yerleştirilmedikçe ve her birinin kalıcı olmayıp yerlerini başka oluşumlara bırakacağı, tarihsel yani geçici oldukları gösterilmedikçe anlaşılır kılınamayacağıdır. Tarihsellik, kendi iç dinamikleriyle ya da daha açık bir ifadeyle iç uzlaşmaz karşıtlıklarıyla devinen toplumsal koşulların sürekli nicel ve nitel dönüşümlerinden çıkarsanır.

Sınıfları, toplumsal antagonizmaları, sınıflar mücadelesini ve devrimleri devreden çıkaran yazar, yukarıdaki sözlerini şöyle tamamlıyor: 

“Hani bu köle hiçbir devrim yapmış mıdır? Yapmamıştır. Marks buna bir devrim bahşetmek ister; işçi sınıfı uyanacak, sayısı büyüyecek ve bir devrim yapacak… Yok böyle bir devrim. Devrimi yapanların çoğu da burjuvaziden gelen ailelerin çocukları. Marks bir avukatın oğludur, Lenin de öyle bir orta burjuva ailenin çocuğudur, Mao da öyledir. Yani işçi sınıfının, sınıf olarak örgütlenip yaptığı tek bir devrim yok. Bu bir ütopya, bir hayali görüş; gerçeği de yok.” (Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı)

17. yüzyıldan 19. yüzyıla uzanan burjuva devrimlerini, 20. yüzyılı son çeyreğine kadar kaplayan sosyalist devrimleri ve ulusal kurtuluş devrimlerini saymazsak, Öcalan haklıdır. O zaman şu soruyu sorma hakkımız doğar: Peki, tarihte örnek gösterebileceği (küçümsediği “reel sosyalizm” gibi 60-70 yıl değil, 1 gün yaşama başarısı göstermiş) tek bir “zihniyet” ya da “komünalist belediye devrimi” var mıdır? Yoktur. 

Sınıf mücadelesiz, devrimsiz, bağlamsız sözde “tarihsel sosyoloji” dolapçı beygiri gibi “kastik katil” etrafında dönüp dolaşmaya mahkumdur. Ortaya konmamış, adı var kendisi yok sosyolojisinin yeri fantastik/özcü tarih anlayışları müzesidir. Özcülük, burjuva tarih yazımının ekseriyetinde az veya çok vardır. Öcalan’ın toplum biçimlerine bakışı kadar, sınıflara bakışı da öyledir. Şöyle ibareleri sıklıkla telaffuz etmesi dilinin sürçmesinden ileri gelmez:

“Marksizmin proletarya böyle oldu, proletarya şöyle gelişti demesi bana biraz zorlama gibi geliyor. Evet var hala öyle bir sanayi devrimine dayalı işçileşme, burjuvalaşma ama bu binlerce yıllık beş bin yıllık bir gelişmenin sonucudur.” (Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu) 

“Burjuvalaşma proleterleşmenin öncesi Babil’de de Sümer’de de Asur’da da var. Atina’da, Roma’da var. En son Batı Avrupa’ya geçiyor. Avrupa’nın icat ettiği bir şey ama çapını büyütmüşler bir de hegemonik yapmışlar.” (a.g.e.)

“…kapitalizmin daha Sümerlerden beri varlığına rastlanan bir birikim tarzı olduğunu görememişlerdir.” (Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat)

Sınıflaşma, sömüren ve sömürülen, devlet ve hukuk ilkel komünal aşama hariç her devirde vardı. Ancak Herakles’in ırmağında akan su gibi hiçbirinde aynı değildi. Kendi dar kalıbına sığdırmak için, dünya tarihinde egemen tarih yazımının bile kabul etmek zorunda kaldığı bazı gerçekleri yok varsayarak, mızrağı çuvala sığdırmaya çalışmak beyhude bir çabadır. Babil’den günümüze kadar bütün sınıflı toplumlarda ücretli işçiler ve sermaye sahipleri, meta vb. var olmasına vardı, ama her birinde farklı tarihsel ve toplumsal bağlamlarda. Değişen toplumsal yasalara ve bunun üzerinde biçimlenen çelişkilere tabiydiler. Sömürü ve baskı bir önceki sınıflı toplumdan sonrakine, hatta her toplumun kendi içinde egemen sınıf fraksiyonlarına göre değişmekteydi. Köle sahibi ile köle, toprakbeyi ile serf, burjuva ile proleter aynı tarzda sömürülmezler. Temel sınıflar gibi ara katmanlar da değişir. Tabii bu cetvelle çizilmiş, su geçirmez bölmelerle ayrılmış, eşzamanlı bir görünüm sergilemezler. Hâkim üretim ilişkileri değişse bile geçiş dönemlerinde olsun, geç dönemlerde olsun eski dünyanın kalıntıları bir süre daha var olmaya devam ederler.

Köleci ve feodal toplumlarda ticaret yoluyla servet birikimi yapan tüccarlar, faiz geliriyle zenginleşen tefeciler, Roma’da büyük toprak sahipleri, mülksüz proletarii denilen kesimler olduğunu Marx’ın kendisi anlatır. Hatta 19. yüzyıl ABD’sinde bile hâlâ köle emeği kullanılıyordu. Bu anlamda ancak “proto” ön ekiyle anabileceğimiz sermaye sahipleri, tefeci tüccarlar veya kölelerin yanı sıra ücretle çalışan işçiler kapitalist toplumdan önce de varlardı. Marx, “faiz getiren sermayenin tarihsel olarak daha önceden beri var olduğu”na işaret etmiştir. Ama bunlar kapitalizmin tarih öncesi embriyonik biçimleridir, modern biçimleriyle aynı değildir. Toprak satın almak, mülk sahiplerine veya zanaatkârlara faiz karşılığı borç vermek kapitalist oldukları anlamına gelmez. Bundan dolayı Marx, Grundrisse’de “en basit kategori daha somut olandan tarihsel olarak kapitalist toplumda temel sınıflar haline gelinceye kadar modern öncesinde var olmuş olsa bile tam (yoğun ve yaygın) gelişmesine ancak… toplumun en gelişmiş koşullarında erişebilir” demiştir. Demek ki, emek güçlerini satarak geçinen işçi sınıfı ile servetini artı-değer yoluyla sağlayan sermaye sınıfı, ancak kendilerini var eden koşulların egemen olmasıyla temel sınıflar haline gelirler. 

Emekçilerin kendi geçimi için gereken zamanın ötesindeki artı-emeğine (ürünlerine) el konulması bütün sınıflı toplumlarda vardır. Bu, Marx’ın deyişiyle Atinalı bir aristokrat, Etrüsklü bir teokrat, Romalı bir yurttaş, Eflaklı bir boyar olabilir. Bunları aynileştirmek vulgar iktisadın işidir. Gerek toplumsal katmanların sınıf karakteri gerekse sömürü ve baskı biçimleri her birinde ayrıdır. Üretim araçlarının tekeline sahip olanların artı-emeğin ürününe el koyma biçimi artı değer biçimini aldığında, ancak o zaman modern anlamda sermayeden veya kapitalistten söz edilebilir. Burada çeşitli tarihsel dönemleri birbirlerinden ayırt edebilmemizi sağlayan temel kıstas, “karşılığı ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özgül ekonomik biçimi”dir. Birbirlerini izleyen sömürüye dayalı üretim biçimleri arasındaki nitel farkları birbirlerinden ayırmamızı sağlayacak anahtarı keşfetme onuru Marx’a aittir. Tarih yazımı ancak bu buluşun yolundan giderse, bilimsel olmayı hak eder.

Yasasız bilim olmaz

Tarihin tanrı, krallar, generaller tarafından yapıldığı görüşü Aydınlanma dönemiyle birlikte eskimiş, tarihe yön veren yasalardan söz etmeye başlayan düşünürler çıkmıştı. Dünya tarihinin açıklanmasında belirlenimler ve çelişkiler hakkında en ileri açıklamalar Hegel tarafından yapılmıştı, ama o da tarihi tinin (zihnin) gelişimi üzerinden açıkladığı için idealistti ve bilimsel değildi. Marx tarihsel gelişmede zorunluluklar ve birtakım yasalar olduğunu bütünsel olarak ortaya koyan ve kanıtlayan tek tarihçidir. Ekonomi politiğin ve Alman ideolojisinin eleştirisinden hareketle, kendini Feuerbach ve öncesi antropologlardan ve Hegel’in spekülatif felsefesinden ayırdı ve üretim, hayatın yeniden üretimi üzerinden insan etkinliğini de hesaba katarak pozitif bilimlerin katılığına düşmeyen bütünsel bir tarih görüşü geliştirdi. Böylece adım adım tarihin köşe taşlarını döşedi.

Öcalan başka konularda olduğu gibi, toplumsal yaşamda ve tarihte yasaların varlığını reddederek tarihsel materyalizmi kıyısından köşesinden kemirmeye devam ediyor:

“Marks’ın en temel hatası şudur; Darwin biyolojide evrim yasalarını buldu, O da hızla üstüne atladı ve ‘Toplumda da yasalar var’ dedi. Ona da ‘diyalektik tarihsel materyalist yasa’ diyor. Esas bu şekilde kaybettiriyor. Oysa doğada yasa değil, eğilim vardır. Eğilim, yasa demek değildir.” (Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu)

Kapital’in birinci cildini eline alsa ve Marx’ın Almanca baskıya önsözünün ikinci sayfasına baksaydı şu sözlerle karşılaşacaktı: “Burada bizatihi bu yasaların kendileri, yani katı bir zorunlulukla işleyen ve kendilerini ortaya koyan bu eğilimler söz konusudur.” Kapital’in üçüncü cildi: “Bu etmen, genel yasayı ortadan kaldırmaz. Ama, yasanın daha çok, bir eğilim olarak, yani mutlak işleyişe ters yönde etki eden güçlerle denetim altına alınan, geciktirilen ve zayıflatılan bir yasa olarak işlemesine neden olur.”[7] Baştan sona “Yasa” ara başlıkları ve açıklamalarıyla dolu Kapital’i karıştırma tenezzülünde bulunmadığı için bunlardan habersizdir Öcalan. Ama, “eğilim yasa demek değildir” diyecek kadar da iddialıdır. Oysa yasa ve eğilim aynı şeydir; sadece aralarında ince bir ayrım vardır. Bununla ne demek istediğini zaten aynı ciltte açıklamaktadır: “Bu etmen, genel yasayı ortadan kaldırmaz. Ama, yasanın daha çok, bir eğilim olarak, yani mutlak işleyişe ters yönde etki eden güçlerle denetim altına alınan, geciktirilen ve zayıflatılan bir yasa olarak işlemesine neden olur.”[8] Şunu da söylemektedir: “Kapitalist üretimde genel yasa, ancak çok karmaşık ve yaklaşık biçimde egemen bir eğilim ve sürekli dalgalanmaların hiçbir zaman kesinlikle belirlenemeyen ortalaması olarak işler.”[9] Bunlar da göstermektedir ki, Öcalan, toplumu insan zihninin ve devletin keyfi yaratımları olarak gördüğünden, nesnel yasaların olmadığını sanıyor. Bunu anlamayan öznel unsurun (mesela devrimci parti, sosyalist devlet) maddi toplumsal gerçeklik üzerindeki aktif etkisini de anlayamaz. Zaten anlamadığı, anlamak istemediği için partiden ve sosyalist iktidardan vazgeçiyor.   

Marksistler tarihin dönemselleştirilmesini ve bunların her birine özgü yasaları bulup çıkarmayı keyfiyetten veya süs olsun diye yapmıyorlar. Sosyoekonomik formasyonlar ortaya çıkarlar, gelişirler, olgunlaşırlar ve yerlerini bir üsttekine bırakmak üzere yok olurlar. Öcalan tersini düşünüyor: “Üç toplum tarzı da düz çizgisel bir doğrultuda ilerlemez. Derinleşen ve genişleyen döngüsel bir sisteme daha yakındır” (Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat). Marx, hiçbir zaman Aydınlanma düşünürleri gibi çizgisel gelişmeyi savunmadı, bu bir. İkincisiyse döngüsel gelişmeyi savunanlar Aydınlanma öncesi idealist tarihçiler ve onları hortlatan Öcalan’ın esin kaynağı postmodernistlerdir. Dünya tarihi hakkında geniş bir bilgiye sahip Marx’ın, önünde Fransız restorasyon dönemi gibi örnekler varken doğrusal bir çizgi izlemeyeceğini bilmemesi mümkün mü? Tarihin döngüselliğine gelince bu eski-yeni metafizik kafalı tarih yazıcılarının safsatasıdır.[10] Tarihsel gelişmede bir önceki çağa dönerek kendini biteviye tekrarlamak gibi dairesellikler yoktur. Tarih sosyalizmin yenilgisinde olduğu gibi geriye dönüşlere, zikzaklara sahne olabilir, ama bu sonsuza kadar değil, geçicidir. Tarihe yön veren yasalar olasılıklara gebe olsa da uzun vadede yönü ileriye doğrudur. Stratejiler, programlar kadar, umut ve iyimserlik bundan destek alır. Yoksa “tarihin sonu” geldi diyenlere teslim olup her şeyden vazgeçmek gerekirdi.

Her dönemi karakterize eden kendine özgü ekonomik hareket yasalarını bulup çıkarmak, toplumsal çelişkilerin kökündeki mülkiyet ilişkilerini ve bunun üstyapıyla bağlantılarını ortaya koymak için gereklidir. Siyasi mücadelenin yolunu aydınlatmayı hedefleyen programlar ve manifestolar da bu yasalara dayanılarak yazılırlar. Ekonomi politiğin konusu budur. Engels’in kısaca özetlediği gibi: “Yasalar, doğada ve toplumda oluşan nesnel süreçlerin parçasıdırlar.” Yasalar düşüncemizden bağımsız olarak ister bilelim ister bilmeyelim vardırlar. Tarih dahil yasası olmayan hiçbir bilim yoktur.

Maddeci diyalektikten vazgeçen Öcalan yasaları kabul etmez. “Neden? Çünkü toplum insan zihnine dayalıdır. İnsan zihninde katı yasalar yoktur, eğilimler ve düşünceler vardır. İşte bu nedenle düşünce özgürlüğünü en çok kabul eden toplumlar, en sağlıklı toplum oluyorlar.” Toplumsal varlık ile “düşünce özgürlüğü”nü karıştırdığı ya da ilkini ikincisine indirgediği için, toplumsal gerçekliğin zihinsel alana bilimsel yansımasını, herkesin istediğini söyleme hakkı (düşünce özgürlüğü) olarak anlıyor. Düşüncenin nesnelliğe uygunluğu gerekmiyorsa, dindarların her söylediğini doğru mu kabul edeceğiz? Oysa sadece doğa ve toplumun değil, düşüncenin de kendi yasaları vardır. Biz buna diyalektik materyalizm diyoruz.

Sosyoekonomik gelişme yasaları, sınıf mücadelesi biçimlerini, kime karşı kiminle ve hangi hedefler için mücadele edileceğini tespit etmek için vazgeçilmez bir gerekliliktir. Marx ve Engels olmasaydı, toplumsal biçimleri birbirinden ayıran kıstaslar kadar, bir üst biçime geçmenin motoru olan devrimleri de derinlemesine anlayamayacaktık. Öcalan bunu anlamadığı, daha açıkçası anlamak istemediği için devrime ihtiyaç duymadan, aynı toplum biçimi içinde kalarak ulusal kurtuluşu sağlayabileceğini sanıyor.

Emperyalizm bu mudur?

Yazı serimizin bundan önceki bölümünde Öcalan’ın son dönemlerinde postmodern solun etkisiyle emperyalizmi ve sömürgeciliği teorik ve gündelik söyleminden çıkardığından söz etmiştik. Burada buna tarihsel materyalizmle bağlantısı üzerinden yaklaşacağız.

Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı eserini yazarken Lenin, Marx’ın tarihsel materyalist analiz yönteminin yaratıcı bir örneğini vermiştir. 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren serbest rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalist aşamaya evrildikten sonra ne gibi yapısal değişiklikler meydana geldiğini, kapitalizmin edindiği yeni yasaları ve çelişkileri ortaya çıkarmıştır. Ekim Devrimi gelip çatmasa ve ömrü yetseydi, eksik bıraktığı emperyalizm analizinin ideolojik ve siyasi yönlerini, üstyapısal değişimlerini de ayrıntılandıracaktı. Eseri sadece Marksizme önemli bir katkı değil, dostumuzu düşmanımızı doğru belirlememizi ve yönümüzü şaşırmamamızı sağlayan bir pusuladır aynı zamanda. Lenin emperyalizmle birlikte kapitalizmin özelliklerindeki ve çelişkilerindeki değişmenin yanı sıra, devrimlerin nesnel koşularındaki olgunlaşmayla bağlantılı olarak, proleter dünya devrimi cephesinde ve ulusların kaderini tayin hakkı meselesinde meydana gelen yeni imkanları da gösterdi.  

Öcalan eski görüşlerini terk ettikten sonra emperyalizmi açıktan reddetme cesareti gösteremediği için, bir yandan ilkel komünal toplumun çözülüşünü izleyen ara aşamaları çarpıtarak kapitalizmin son aşamasıyla arasındaki bağı kopartırken, öte yandan emperyalizmi kendi icadı “kapitalist modernite” kavramı içinde eritip yok ediyor: 

“Marks’ın yaptığı gibi işte ‘sermaye birikimi’, Lenin’in yaptığı gibi ‘son aşama emperyalizm’, bana bunlar artık fazla açıklayıcı gelmiyor. Ulus devleti, bunun için birinci sıraya koyduk. Bu kastik katilin ulus devlete ihtiyaç duyması çok öğretici, çünkü bu sefer kastik katil kendini ulus devlet kılıfıyla sahneliyor ve bu sahne tuttu. Beş yüz yıldan beri büyük bir ahtapot gibi gelişmesi, ulus devlet haliyle mümkündür. Bu açıdan doğrudur; ulus devleti modernite kavramının başına almalıyız.”

Emperyalizmin ekonomik ve sınıfsal temellerine değinmeden doğrudan “ulus devlete” sıçramak ve serbest rekabetçi kapitalizmle arasındaki aşama farkını silmek eksiksiz bir indirgemeciliktir. Yazar emperyalizm gibi çağımızın en önemli olgusunu, soyut ve kapsama alanı belirsiz ulus devlet ve modernite kavramının arkasında görünmez kılmaktadır.  Emperyalizmi “açıklayıcı gelmiyor” diyerek, tarihsel mekânı ve faili meçhul bir belirsizliğe terk etmek Türk halkı açısından bir kere yanlışsa, Kürt halkı açısından iki kere yanlıştır. Kürt halkı üzerindeki Türk egemen sınıflarının boyunduruğunun arkasındaki emperyalizmi unutmak, onu çözümsüzlüğe terk etmekten başka bir anlama gelmez. Belki Suriye’de PYD’nin, bir yanda ABD ve yakın müttefiklerinin, öte yanda Türkiye ve kukla Colani rejiminin çifte kıskacına maruz kalması bunu anlamamızı kolaylaştırabilir. 

Öcalan’ı bu noktaya getiren iki sebep olduğunu düşünüyorum: Birincisi dış çemberinde emperyalizmin olduğu ulusların kaderini tayin hakkı ilkesinden vazgeçmesi ve malum rezervleri gereği emperyalistlere açık adı ve adresiyle hitap etmek istememesi. İkincisi yeni paradigmasında post-Marksist yazarlara teslim olmasıdır. Onlar ki Lenin’in emperyalizm analizini, küreselleşme perspektifine sahip olmayıp, sınıf ve ulus devlet temelli olduğu gerekçesiyle yanlış buluyorlar.  

Batı-merkezci solun kalemşörleri emperyalizmi başka kavramlarla değiştirdiler. Giovanni Arrighi emperyalizm yerine hegemonya, Hardt ve Negri ise imparatorluk kavramını kullanıyor.[11] İkili postmodernist analiz icabı merkezsizleştirilmiş ve topraksızlaştırılmış, anayasal düzene bağlı bir imparatorluk tablosu çizerek hem emperyalizm kavramını terk ediyor hem de herhangi bir kapitalist devletmiş gibi (Öcalan’da “kapitalist modernite” genellemesi) ABD’yi haydut başı olmaktan çıkarıyor. Yine Harvey, tekelci sermayenin içsel ve dışsal sömürü mekanizmaları yerine, özü “soygun” ve “mülksüzleştirme” olan bir “yeni emperyalizm”den söz ediyor. Ve hep birlikte Batılı emperyalistlerin bağımlı ülkeleri, ezilen ulusları sömürmediklerini savunuyorlar. İçinde devrimi barındıran anti-emperyalizmin yerine, küreselleşme karşıtı siyaseti geçiriyorlar.

Bu dediklerimiz Leninist emperyalizm teorisi üzerinde zararsız oynamalar değildir. Hiçbir şey değilse (merkez ülkelerde sosyalist devrim bir tarafa) anti-emperyalizmin, ezilen halkların ve ulusların kurtuluş mücadelelerinin reddidir. Öcalan ve yoldaşları, faşizmden sonra, emperyalizmi ve bir numaralı emperyalist ABD’yi ağızlarına almıyorlarsa, başka yerlerde sebep aramamak gerekiyor. Bu ayan beyan ortadadır: Lenin’in Emperyalizm’inden post-Marksist Negri ve Hardt’ın İmparatorluk’una geçmek ve konsensüs diplomasisi…  

Öcalan’ın başka bir itirazı da şudur: “Emperyalizm sadece kapitalizmin ürünü değil; uygarlık tarihi boyunca erkek iktidarının, devletin ve sermayenin birleşik egemenlik sistemidir tanımlaması içinde geçerlidir” (Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt1). Bu ilk bakışta doğruymuş gibi gelse de, modern emperyalizmi antik çağa kadar geriye uzatmakla kalmayıp, farklı emperyalizmleri birbirleriyle eşitleyerek tarih ve sınıflar üstü bir görünüm kazandırması bakımından yanlıştır.   

Aslında çağdaş emperyalizm öncesi emperyalizm biçimlerinden söz edilebilir. Hatırladığım kadarıyla Lenin Emperyalizm kitabında Roma imparatorluğunun sömürge politikası izlediğinden ve emperyalizmi uyguladığından, başka yazılarındaysa Çarlık Rusya’sının “askeri-feodal emperyalizm”inden söz ediyor. Köleci ve feodal dönemlerde emperyalist ve sömürgeci politikalar izlenmesi, Öcalan’ın sosyoekonomik formasyonlar arasındaki niteliksel farkları silmesini haklı çıkarmaz. Köleci Roma ile feodal Bizans ve Osmanlı imparatorlukların askeri fetihler yoluyla kurdukları kolonizasyon ve siyasi-askeri egemenlik, haraç ve talanlar hem bulundukları çağların damgasını taşıyorlardı hem de kapitalizmin en yüksek aşamasından oldukça farklıydılar. Kapitalizmin son ve yüksek aşaması tekeller, mali oligarşi, sermaye ihracı, azami kâr yasası, eşitsiz ticaret, yeryüzündeki toprakların ve sömürgelerin yeniden paylaşımı için dünya savaşları, kapitalizmin dünya ekonomisi haline gelmesi ve devrimler çağını açması gibi yeni olgularla, sadece kapitalizmin bir önceki aşamasından değil, ondan öncekilerden de ayrılır.

İdealist zihniyetçilik

Öcalan Marksizmi çürütmek ve alternatif geliştirmek adına çoktan itibardan düşmüş kavramlara sarılmaktadır. Bunun ilk sıralarında sıklıkla tekrarladığı “zihniyet” ve “zihniyet devrimi” geliyor. Aydınlanmacılar da düşünceyi her şeyin üstüne çıkarır, çözümü toplumsal koşulların değiştirilmesinde değil, tek başına eğitimde ararlardı. Özgürlük mücadelesini, tarihsel-toplumsal gelişme diyalektiğinden, dolayısıyla komünizm hedefinden koparması, Aydınlanma ideolojisinden kopamadığını gösteriyor. Aydınlanmacılar gibi her şeyi zihinle açıklıyor: “Toplumu yönetenin zihin olduğu, tartışmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Toplumsal ekonomiye bile zihniyet çalışmasıyla gidildiği kanıtlanmayı gereksiz kılan bir husustur.” (Uygarlık I) Toplumu inşa eden ve yönetenin “zihin” olduğuna inandığından, onu değiştirmenin anahtarını da “zihin”de arıyor.  

Öcalan idealist felsefe ve tarih anlayışıyla fikir birliği içindedir. “Zihniyet”in anlamı ve kimler tarafından canlandırılıp “teori”ye sokulduğu konusunda bir özet anlamamıza yardımcı olacaktır.   

Zihniyet, belirli bir kültüre mensup insanların düşünsel yaşamını, çevrelerindeki dünyayı algılama ve değerlendirmelerini anlatmakta kullanılan bir terimdir. Belirli bir insan grubuna özgü psikolojik özellikler, düşünce kalıpları ve dünya görüşleri kümesi de denilebilir. Sözcük oldukça eski olmakla birlikte, kavramsallaştırılarak önce psikoloji alanında kullanılmış, sonraysa 20. yüzyılın ilk çeyreğinde M. Bloch, L. Febvre, F. Braudel gibi Annales okulu tarihçileri tarafından etnoloji ve tarih bilimine taşınmıştır. Tarih biliminde gözden düşünce, devreye psikologlar ve sosyologlar girmişlerdir. Üzerinde mutabık kalınmış bilimsel bir tanımı ve çerçevesi yoktur. Belirli bir ulusal-etnik veya sosyokültürel topluluğa ait “zihinsel araç seti”, “psikolojik donanım” olarak yorumlayanlar da vardır, “Milli ruh”,” milli karakter” karşılığı kullananlar da. İlk zamanlar toplumun ruhsal ve psikolojik yapısını ifade etmekte kullanılırken, daha sonraları belirli bir çağın, coğrafi bölgenin ve sosyal çevrenin insan topluluklarının fikir ve görüşlerinin bütünü, tarihsel ve toplumsal süreçlerin kendine özgü psikolojik yapısı olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Bunun bir çıkmaz olduğunu düşünen iddialı tarihçi Paul Riceour, “Gerçekten de zihniyet kavramı eleştiriye pek dayanmayan bir kavramdır, çünkü berraklıktan, netlikten yoksundur, ya da biraz daha insaflı olursak üst-belirlenimi yoktur”[12] demektedir. Febvre’nin bile sonradan, “Zihniyet tarihinin, bu ‘zihinsel alet edevat’ ile”, “açıkça tanrıtanımaz olan bir dünya görüşünü temsil edemeyeceğini, hatta kuramayacağını ikna edici bir şekilde ortaya koyduğunu”[13] itiraf etmiştir. 

Bu işin uzmanları zihniyet kategorisinin bilimsel araştırmalarda fazla itibar görmediğini, sosyal grupların ve bireylerin sosyopsikolojik özellikleri ifade etmede başka kavramların kullanıldığını söylüyorlar. Bit pazarına düşmüş elden ele dolaşan eskimiş mallar gibi kendine bilim dünyasında bir yer bulamamıştır. 

Buna rağmen Öcalan dilinden düşürmüyor. Onu cezbetmesinin nedeni yalnızca Marx’a ve materyalist tarih anlayışına ateş açacağı, sıradan aklın hemen benimseyebileceği bir siper bulması değildir; aynı zamanda mevcut iktidarı devirmeden ve iktidar olmadan kapitalizmin kuşatması altında “belediye sosyalizmi” inşa etmeye uygun düşmesindendir. Hedef kitlesinin önüne devrim koyamayacağına göre boşluğu zihniyet değişimiyle dolduracaktır. Ne de olsa emperyalizmle, egemen sınıflarla boğazlaşmadan bir yere kadar da olsa mesafe kaydedebilir bir şeydir.

“Zihniyet” kavramı, Öcalan’ın materyalizme karşı idealizmin saflarında durduğunu gösterir. Marx “sosyal varlık bilinci belirler” derken, o bunu tersine çevirerek “sosyal bilinç varlığı belirler” demektedir. Böyle olunca, Marx’ın “İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değil, tersine, bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır” özdeyişinin karşı kutbunda konumlanmış oluyor. Bu ters duruş onu doğru idealist tarih anlayışına götürecektir. Oysa “yaşam bilinç tarafından değil, bilinç yaşam tarafından belirlenir.” Bu, Marksistlerin zihnin, bilincin, düşüncenin, iradenin aktif rolünü reddettikleri anlamına gelmiyor elbette.

İdealist tarih anlayışı, tarihsel ve toplumsal gelişimin itici gücünü maddede değil, maddi temelinden yalıtılmış saf düşüncede arar. Bilincin toplumsal varoluştan önce geldiğine dayanan tarihsel süreç anlayışı; zihnin, fikrin toplumsal yaşamdaki rolünü mutlaklaştırır ve onu tarihsel sürecin kilidi haline getirir. İdealistlerin insan etkinliğinin düşünce tarafından belirlendiğine inanmalarının nedeni, gerçekten de insanları harekete geçiren her şeyin zihinlerinden geçmesidir.

Evald İlyenkov, bunu şöyle açıklıyor:

“İdealist öğretiler kümesine -bilinç veya istenç, düşünce veya genel olarak zihin, ‘ruh’ veya ‘tin’, ‘duygu’ ya da ‘yaratıcılık’ veya’ toplumsal olarak düzenlenmiş deneyim’ gibi -eksikli, derinliksiz bir ideal kavramsallaştırmasının tarih ve bilgiyi açıklamak için çıkış noktası olarak kabul eden felsefedeki bütün kavrayışlar dahildir.”

“Tam da bu yüzden, felsefedeki materyalizm karşıtı kamp, örneğin ‘zihincilik’, ‘psikolojizm’, ‘iradecilik’ veya bilinççilik’(…) olarak değil, idealizm olarak adlandırılır…”[14]

Ayrıca Öcalan’ın “Bu tartışmaların devam etmesi iyi bir şeydir. Materyalizm ya da idealizm diye dondurmak doğru değildir” demesi de kapıyı ikincisine ardına kadar açtığını gösteriyor.[15] Bunu zihniyet konusunda kendini idealist yazarlar üzerinden doğrulamaya çalışmasından da çıkarabiliyoruz.

“Bu tehlikeyi zihniyet sorununda en iyi fark eden kişi de Alman Filozof Nietzsche olmuştur.” 

“Nietzsche tarzı zihniyet çalışmaları gerçek bir kapitalist modernite karşıtlığıdır. Geliştirilip siyaset felsefesi ve pratiğine dönüştürülememesi büyük bir eksikliktir. Daha sonra ortaya çıkan Fransız filozofların (Deleuze, Guattari, M. Foucault, vb.) ve İtalyan Gramsci’nin çabaları çok yetersizdir ve siyasi kurumlaşmaya dökülmemiştir. Reel sosyalizmin pratiğinde açığa çıkan şey, sol adı altında kapitalist modernizmle en azından yüz elli yıllık objektif suç ortaklığıdır. Sovyet Rusya ve Çin deneyimi bu yargımızı çarpıcı bir biçimde doğrulamaktadır.”

“Nietzsche ve ardılları Aydınlanma ideolojisini çok daha açık eleştirirler. Nietzsche, ‘Aydınlanmanın bütün kavramları dinden alınmıştır’ der. Carl Schmitt siyaset felsefesinin tüm kavram ve varsayımlarının dinsel kökenlerini aydınlatmıştır. Avrupa’nın kendi düşünce tarzından kuşkusunun derinleştiğine ilişkin zengin bir literatür ve örnek kişilikler listesi vardır.” (Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat)

Nietzsche burjuva karşıtıdır, ama nesli tükenmekte olan aristokratik elitin gerici ideoloğu olarak. Arkasında afili aforizmalardan ve karamsarlıktan başka bir şey bırakmamıştır. Lukacs emperyalist dönemde öğretisinin kimi unsurlarını bu adamdan almamış hiçbir gerici akım olmadığını yazmıştır. Nihilist burjuva karşıtlığı onu kapitalizmin soldan eleştirisine değil, proto-faşizme sürüklemiştir. Marx’a karşı koz olarak kullanılmaya elverişliliği nedeniyle popüler hale getirilmesi postmodern solun marifetidir. Öcalan şahsında bu bir kez daha doğrulanmış olmaktadır.

“Sürü”den ayrılanı kurt kapar diye boşuna dememişler. Aydınlanma düşünürleri içerisinde materyalistler de vardı, ama yukarıda sayılanlar arasında Gramsci hariç tek bir materyalist yoktur. Aydınlanma”yı çöküş halindeki aristokrasinin bakış açısından eleştiren proto-faşist Nietzsche’yi ve Hitler’in anayasa hukukçusu ve siyaset bilimcisi dört dörtlük faşist Carl Schmitt’i onlardan ileri görmesi yalnız anaakımdan ayrıldığını değil, ters yola girdiğini de gösteriyor.

Çıkmaz sokak: “Zihniyet devrimi”

Siyasal ve sosyal devrimden vazgeçmenin sonu, soluğu “sivil toplum”culuk tarikatının bir kolu olan “zihniyet devrimi” teorisinde almaktır. Aynı gerekçelerden hareket eden yazarın döne döne vurguladığı şudur: “Toplumu yeniden inşa etmenin ilk koşulu zihniyet devrimidir.” (Bir Halkı Savunmak, 2004)) “Zihniyet devrimi olmadan, hiçbir toplumsal devrim kalıcı olamaz. Çünkü kölelik öncelikle zihindedir.” “Zihniyet devrimi, köleliğin zihinde aşılmasıdır.” (Özgürlük Sosyolojisi, 2011), “Devrim salt siyasal değildir; asıl devrim zihniyet devrimidir.” (Demokratik Uygarlık Manifestosu, II) “Toplumun kendini yeniden var etmesi, önce bir zihniyet devrimini zorunlu kılar.” “Devrimlerin devrimi” türünden bir tablo çizmesi toplumsal gerçeklikte karşılığı olmayan bir şeydir.

Marksizmin sınıf mücadelesi, ideoloji, siyasi bilinç, öznel faktörler, devrim gibi kavramlarına fazla itibar etmeyen Öcalan’ın devrimle eş kıldığı “zihniyet devrimi” idealist bir kaçıştan başka bir şey değildir. Sınıf mücadelesinden, başında partisi olan proletaryanın hegemonyasından ve sosyal devrim hedefinden kopuk bir “zihniyet devrimi”, hedefine ulaşma gücünde olmayan bir oka benzer. Menzilinin mevcut sistem içindeki “belediye sosyalizmi”yle sınırlı olduğu düşünülürse, ne demek istediğini daha iyi anlarız. Siyasi ve iktisadi egemenlik, temel üretim araçlarının mülkiyeti, devletin baskı ve ideolojik aygıtları burjuvazide olacak, bu koşullar altında önce “zihniyet devrimi” olacak, sonra da “komünalizm”e geçilecek. Bu, sömürü ve baskıya karşı mücadeleyi zihne, devrimi reformlara indirgemekten başka nedir ki? Yazarın projesindeki “belediye sosyalizmi”ne kilitlenmiş “zihniyet devrimi” karşı güçlerin engel ve yasaklarına takılmadığında bile, kapitalizmin ideolojik-kültürel, siyasi, ekonomik, askeri ablukası altında sınırlı, eksik, gelişmemiş, çarpık bir değişimden öteye gidemez. “Zihinsel devrim”in, Gramsci’nin hegemonya kavramını çağrıştırması aldatıcıdır; Gramsci eleştiriye açık olsa da, proleter devrimci paradigmadan (parti, devrim, iktidar vb.) kopmaz.  

Marksist-Leninist sosyal devrim teorisinin üstünlüğü şuradadır: Sosyal devrim devlet iktidarının ele geçirilmesiyle başlar ve her alanı kapsayarak devam eder. İktidarın alt edilmesi, aynı zamanda sosyalist düşüncenin hegemonyasının kapılarını sonuna kadar açılması demektir. Tarih, egemen sınıfın siyasi ve iktisadi egemenliğine son vererek daha ileri bir sosyoekonomik, sosyopolitik yapılanmaya geçmekten daha köklü bir devrim tanımamıştır. Toplumun sosyoekonomik, sosyopolitik, sosyokültürel, sosyopsikolojik mekanizmalarını yeniden kurmanın yolu buradan geçmektedir. Buna bilimsel, teknolojik ve kültürel devrim de dahildir. Proleter devrim sadece ekonomik ve politik yaşamda değil manevi yaşamda da köklü bir değişikliktir. Elbette her şeyi bir çırpıda değil, öncelikleri değişen iç içe geçmiş aşamalar şeklinde gelişecektir, ancak siyasi iktidarı ele geçirmek diğer şeylerle birlikte ideolojik ve kültürel devrimin de başlangıcı olacaktır. Öcalan’ın yerden yere vurduğu Stalin doğru cevabı vermiştir: “Ekim Devrimi sadece ekonomik ve sosyo-politik ilişkiler alanında bir devrim değildir. Aynı zamanda işçi sınıfının zihninde bir devrimdir, ideolojisinde bir devrimdir.” Sosyalist devrim eski üstyapının devrilmesiyle başlar, ama kültür, politika ve toplumsal yapıdaki değişikliklerin başarısı iktisadi devrimden ayrı düşünülemez.

Ekim Devrimi böyle bir süreci başlatmasıyla kendinden önceki bütün devrimlerden ayrılır. Bu demokrasisi bakımından da öyledir, gerçek demokrasi burjuva demokrasisinin sınırlarını genişletmekten başka bir şey olmayan “radikal demokrasi” değil, proleter demokrasisidir (halk demokrasisi). Kadın, etnisite, gençlik, konut, çevre, sanat, ahlakla ilgili sorunların köklü çözümü kapitalizm içinde kalarak değil, onu aşarak çözülebilir.

Marksistler devrimi proletaryanın kendiliğinden yapacağını düşünüyorlarmış gibi, “Marksist yöntemin en büyük hatalarından biri, devrimi zihniyet alanlarında yoğunlaştırmadan, yeni toplumsal inşayı günlük baskı ve istismar altındaki proleterden beklemesidir” diye boşuna taş atıyor Öcalan (Uygarlık). Birincisi Marksistler proletaryayı hegemon sınıf olarak kabul etseler de devrimi toplumdaki bütün sömürülen ve ezilen kitlelerin eseri olarak görürler. Devrimden önce her zaman sınıfın ve halk kitlelerinin bilincini, özetle öznel koşulları gerçekleştirmeye birinci derecede önem verirler. Parti ihtiyacı nereden doğuyor, propaganda/ajitasyon ne amaçla yapılıyor, stratejik ittifaklar/kitle örgütleri/Sovyetler ne için var sorularını sormadan, devrimciler sanki toplumsal inşayı proletaryanın kendi kendine yapacağı bir şey olarak görüyorlarmış algısı yaratıyor.  

Kürt-merkezcilik

Avrupa-merkezcilik dünya tarihini, uygarlıkları ve kültürleri Avrupa’nın bakış açısından okuyan, dünyanın merkezine kendisini oturtan emperyalistlerin ve sömürgecilerin bakış açısıdır. Evrensel tarih anlayışı, toplumların eşitsiz gelişme tempolarından hareketle şu ya da bu halka özel bir paye tanımazken, Avrupa-merkezcilik kökenini erken Yunan ve Roma tarihini Avrupa orta çağına bağlayarak, başka kıtalar ve uygarlıklar karşısında üstünlük taslamasını sağlayacak yapay bir mazi yaratmıştır. Batı’yla özdeşleşmiş emperyalizmin ve daha eskiye dayanan sömürgeciliğin ötekisi geri kalan dünyadır. Marksistler, bunu tersine çeviren oksidentalizme düşmeden, hiçbir halkı ötekileştirmeden, dünya halklarını eşit ve kardeş sayan proleter enternasyonalist bir duruş sergilerler. 

Ezen ulus milliyetçiliğinin hemen hepsinde az veya çok benmerkezci bakış açısını görmek mümkündür. Türk devleti, cumhuriyet tarihi boyunca ezilen ulus ve milliyetlere karşı imha ve asimilasyonu da içeren Türk-merkezci şoven bir politika izlemiştir. Bunun en uç hali Türk Tarih Tezinde Türklerin dünya tarihinin merkezine oturtulmasıdır. Eski Anadolu uygarlıkları dahil pek çok halkın kökeni Türklere eklemlenerek bir üstünlük duygusu üretilmek istenmiştir. Bunun bir ucunda ülke içindeki ezilen uluslar varsa, öteki ucunda da Batı karşısındaki aşağılık duygusu vardır. Bu sonradan zamanın gerekliliklerine uyularak yumuşatılsa da alttan alta devletin resmî ideolojisinde yaşatılmış ve 1980’lerden itibaren Türk-İslam sentezi kalıbına uydurularak bugüne kadar getirilmiştir.

Öcalan kitaplarında böyle şeyler açıkça dillendirilmese de, Kemalist tarih tezine örtük ve utangaç bir öykünmeyi hissetmemek mümkün değildir. İçinde ırkçı ve şoven damarlar barındıran Türk-merkezcilik ezen ulusun damgasını taşıdığından büsbütün gerici nitelikte, ezilen ulus ve milliyetlerin ulusal haklarını gasp etme aracı olarak iş görürken, Kürt ulusunun en doğal haklarını istediği için Öcalan’da bunun ilerici işlevine halel getirmeyen bir ezilen ulus milliyetçiliği biçiminde tezahür ettiğini de belirtelim: “Kürt ontolojisi, yani Kürt varlık bilimi; bu kavram gerçekçidir. Varlık olarak Kürtler çok kadim bir gerçekliktir. Belki de modern insanın ortaya çıkışının başlangıcıdır.” (abç) (Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu). 

Kürtlerin tarihsel kökeninin dayandığı Mezopotamya coğrafyası gerçekten de uygarlığın ilk ve en önemli halkalarından biridir. Ne var ki Öcalan, 2009’da yayımlanan Demokratik Toplum Manifestosu’nda yazdıklarından daha da geriye giderek, “bereketli hilal” diye anılan uygarlığın beşiğindeki Basra Körfezi, Mısır, Lübnan gibi kısımlarını flulaştırarak tarihi adeta Kürtlerin atalarının yaşadıkları topraklara sıkıştırır ve Mezopotamya’nın merkezine de onları yerleştirir. Bu onun tarihte çok önemli bir iz bırakan Mısır uygarlığı başta olmak üzere, dünyanın öteki bölgelerindeki, örneğin Çin’de, Çinhindinde, Hindistan’da, Orta Amerika’da birbirlerinden bağımsız olarak yükselen uygarlıkları görmesini, en azından önemsemesini körelttiğinden, dünya tarihi perspektifinden uzaklaşmasına neden olur. 2025 Mayıs’ında yeni yol haritası olarak yazdığı Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu’nda bunun dozunun iyice arttığını görürüz:  

“Sokrates Eflatun’u doğuran kişidir. Sokrates, çok güçlü bir felsefi geleneği başlatan kişidir. Bu güçlü felsefi geleneği başlatırken etkilendiği kaynaklar, Medya ve Mısır ağırlıklıdır.”  

“Önemli bir nokta da şudur; Yunanlar hem yazılı hem de daha sistematik olarak aldıkları Medya modelinin içine devleti yerleştirmişlerdir. Bugün kullandığımız devlet kavramı aşağı yukarı o dönemde somut bir teoriye dönüşür. Eflatun’un kitabında anlattığı devlet modeli de budur.”(abç) 

“Atina o zaman Med demokrasisinin bir kopyası olarak ortaya çıkar.”(abç)

Braudel’in Akdeniz havzasına yakıştırdığı şeyi Mezopotamya’ya naklediyor Öcalan. Uygarlıkların birbirlerinden etkilenmelerini tek yanlı olarak abartmak doğru değildir. Hele antik tarih veya ilk uygarlıklar gibi bir kayıt koymadan, “tarih boyunca” diyerek günümüze kadar uzatmak hiç doğru değildir: “Mezopotamya coğrafyası, tarih boyunca uygarlık sisteminin kalbidir.” (Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt II) Her şey bir tarafa, Roma’nın buraları kendine bağlamasından sonra bu özelliğini kaybettiği açıktır.  

Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu’nda kullandığı, “Tarihin Merkezinde Kürt ve Kürdistan Gerçeği” ara başlığı da dediklerimizi doğruluyor. Devamı daha da çarpıcı: “Ben tarihsel sosyolojiyi geliştirdim. ‘Biz tarihin başlangıcında gizliyiz, tarih de bizde gizlidir’ sözüm, aslında tarihsel sosyolojidir. Bunu 30 yıl önce geliştirmiştim”(abç). Bunun dikalasını en uçtaki Türk milliyetçileri yapıyorlar. Kürtleri evrensel tarihin merkezine yerleştirmek kadar, Med’lerden beri aradan geçen binlerce yıllık geçmişi, iktisadi, siyasi ve kültürel değişimlerinden ve başka kavimlerle harmanlaşmalarından soyutlayarak değişmez ve istikrarlı tek bir Kürt milleti tarihi varmış gibi göstermek de bilimsel bir yaklaşım değildir. İlkel komünal toplumdan beri değişmemiş Kürt imajı özcü tarih anlayışının ta kendisidir.

Tarihin merkezine Kürtleri yerleştirdikten sonra, iç içe yaşadıkları Ermenileri, Farsları, Arapları iterek Kürtlerin rolünü ve alanını genişletmesi şaşırtıcı olmuyor. Türk şovenizminin inkârcı iftirası “Kürtçe Farsçanın bir lehçesidir” sözü, Öcalan’ın ağzında “Farsça dedikleri aslında Kürtçe’nin orta çağ dilidir” oluyor. Bu tezini dayanak yaparak, Konya Sultanlığı’nda İran kültürünün egemenliği nedeniyle edebi dilin Farsça olmasını, “Selçuk prensleri Kürdi dil kullanıyor”a çeviriyor. Bunun gibi “Alparslan bir Türk emiri olmaktan çok bir Kürt emiridir” ya da sanki Viyana kapılarına kadar beraber gitmişler gibi “Türkler ne inşa ettilerse Kürtler üzerinden inşa ettiler” türünden abartılı belirlemeler gerçeği yansıtmıyor.

Son söz

20. yüzyıla damgasını vuran Lenin ve Stalin’in Sovyetler Birliği’nin, milyonları aşan üyeleri, devletleri, orduları ve halk desteği olan onlarca sosyalist devletin başaramadığını, hatta onlara öykünen kendi hareketinin 40 yılda yapamadığını başarma iddiası taşıyan Öcalan, şimdi nasıl bir yol öneriyor ki bunların hepsi aşılmış olsun? Dağdaki mücadele yerine önerdiği “demokratik mücadele”, “demokratik toplum”, ” demokratik cumhuriyet” nasıl bir şeydir? Türkiye’ye tümüne demokrasi getireceğini varsaydığı, Kürt halkının toplumsal ve ulusal sorununa nasıl bir çözüm getiriyor?

Bu yolun yanlışlığının teorik, siyasi parametrelerini önceki kısımlarda kısmen göstermeye çalıştık. Biraz daha yakından bakarak kısa bir özet yapabiliriz. Öncelikle şunu hatırlatalım: Öcalan 2009’daki Yol Haritası’nda dışarıya “devletle yıkıcı bir ilişki kurulmasına gerek olmadığı”, sorunların diyalogla çözülmesinin mümkün olduğu mesajı iletmişti. 2025 yılında bunu sistematize eden yeni bir strateji ve programla çıkıyor. Buna “uygulanabilir bir sosyalizm arayışı” diyor.  

Devrime ve Leninist sosyalizme hayır. Partiden, şiddet yolundan, ulus devlet hedefinden vazgeçilecek, onların yerine “demokratik konfederalizm”e kilitlenilecek. Bunun üç ayağı “demokratik siyaset”, kadın özgürlüğü ve ekolojik hareket olacak. Tabanda işleyen, kararların belediyeler, halk meclisleri, kooperatifler, çeşitli türde yerel örgütlenmeler tarafından alındığı bir aşağıdan demokrasi. Öcalan’ın kendi ifadeleriyle: “Belediye kanunu. Yasada ifade bulmasını isteyeceğiz bir şart ve ilkemiz olacak. Bunun daha bilimsel ifadesi komün özgürlüğüdür… Sınıf kavramı yerine komünü yerleştirmek çok daha çarpıcı, çok daha bilimsel. Belediyeler hala komündür.” “Yerel ilçe meclisleri, kentsel bölgelerdeki belediye yönetimleri, ilçeler ve köyler oluşturulmalıdır.” “Ticarete, iktisada ve sanayiye yönelik yeni bakış açılarıyla kooperatiflere, çalışma gruplarına ve diğer birçok örgütlenme biçimlerine ihtiyaç vardır.” “Farklı etnik, dini, kültürel topluluklar kendi özyönetimlerini oluşturacak Ortadoğu halkları birbirleriyle dayanışma içerisinde tabi oldukları devlete ve mevcut devlet sınırlarına rağmen konfederal bir ağ oluşturabilirler.” “Konfederalizm paradigmasının devlet belediyeciliği karşısındaki alternatifi özgür belediyecilik, yani devlet belediyelerini katılımcı ve özyönetimci hale getirerek merkezi idareden koparmaktır. Özgür belediyeler sermayeye değil, kolektife emeğe dayalı üretim ve dağıtımı kooperatifler eliyle halka hizmet etmelidir. Belediyeler aynı zamanda kültür ve ahlaki bilinç üreten merkez vazifesi görmelidir. Halk kendi mahalle ve köyünde özgürce örgütlenerek kendi kendini yönetecektir…” 

İstikamet Türkiye’ye demokrasi getirmektir! Öcalan’ın vaadiyle: “Cumhuriyetin ikinci yüzyılı ancak demokrasiyle taçlandırıldığında kalıcı ve kardeşçe bir sürekliliğe sahip olabilecektir. Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma, barış, diyalog, müzakere ve ittifak temel yöntemdir.” 

Dediklerinin, devrimin uzun, dolambaçlı ve zahmetli yolu karşısında, kolay ve uygulanabilir olduğunu düşünenler olabilir. Bunlar asgari ve azami program niyetine değil, güncel talepler olarak öne sürülseydi daha mantıklı olurdu herhalde. Aslında gerçekleşebilse, ulusal içe kapanıklık ve otarşi içerse de, fena olmaz. Ancak yukarıda savunanların içinde hem sosyalizmin zerresi yok hem de başımızdakiler ve aç kurtlar gibi gözü Ortadoğu’da olan emperyalistler istemedikleri gelişmelere burunları sürtülmedikçe göz yummazlar. Önceki bölümlerde de anlattığımız gibi temel talepler ve hedefler ancak sosyalizm siyasi/sosyal devrim yolundan gerçekleşebilir. Türkiye emperyalizme bağımlıyken, siyasi, ekonomik ve kültürel iktidar burjuvazinin elindeyken, bu iktidar dişinden tırnağına kadar silahlı ve milyonları bulan güvenlik örgütlerine sahipken, halkı akla hayale gelmez yöntem ve araçlarla kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiren medyası, resmi-özel ideolojik ve kültürel kurumları ile devlet dediğimiz devasa aygıt varken, ezilenler ve sömürülenler abluka altındayken, Öcalan’ın silahsız “belediye sosyalizmi” yalnız uygulanamaz değil, aynı zamanda kaplumbağa hızıyla gidebilecek, ama her an sıfırlanabilecek, hatta eksiye düşürülebilecek bir yoldur. Üstelik sadece düşman aşiretlerle ve ağalarla barışma çağrısı tutmayacağı (tutsa bile sömürücülerle omuz omuza sosyalizm kurulamayacağı için) gibi, devletten de önce ve onunla birlikte çıkarları zedelenen örgütlü Kürt gericiliği, ağalar, tarikatlar, cemaatler, uyuşturucu çeteleri (vb.) önünde ayak bağı olacaktır. Hiçbir egemen sınıf, geçmişte örneklerini yaşadığımız gibi, göz göre göre, hem de kendi izniyle altının oyulmasına uzun süre izin vermez. Kaldı ki, “Barış içinde bir arada yaşama” mümkün olsaydı, Kruşçev’den itibaren bunun için yırtınıp duran nükleer silahlara sahip Sovyetler Birliği şimdi ayakta olurdu.

Öcalan’ın programı Robenson Crusoe’nun adası gibi devletin, askeri ve ekonomik kuşatmanın olmadığı bir adacıkta olsaydı uygulanabilirdi. Zaten uygulanırlığını kanıtlamak için kendisinin verdiği örnek de bunu doğruluyor: “Belediye demokrasisinin örnekleri yalnızca Antik Atina ile sınırlı değildi. Tam tersine, sınıf farklılıklarının devleti doğurmasından çok önce, birçok görece seküler kasaba, yerel demokrasinin en eski kurumsal yapılarını üretmişti.” Yani devlet, sömürücü sınıf yokken. Geleceğini geçmişten alan böyle bir proje, zamanımız koşullarını, en azından devletini dikkate almadığı için ütopiktir. Ne yazık ki, uygulanma olanağı yoktur. Kürt halkına özgürlük getirecekse neden karşı olalım.

Kürt ulusal hareketi demokrasi için, gasp edilen hakları, belediyeler için zaten on yıllardır mücadele ediyordu. Dışarıda, içeride uygulanan acımasız savaş yöntemlerini bir yana bırakıyoruz. Öcalan’ın önce bunların bir muhasebesini yapması gerekmez miydi? Parti kuruldu birkaç yılda bir kapatıldı. Milletvekilleri seçildi, dokunulmazlıkları kaldırılıp hapse atıldı. Belediyeler kazanıldı, yerlerine kayyum atandı. Gazete, dergi çıkaranlar, yönetenler ve yazanlar ölüm dahil çeşitli yollarla cezalandırıldı ve saire. Barış ve diyalog yolu bunları bir süre erteleyebilir veya azaltabilir, ama nereye kadar?

Demiyoruz ki, Kürt hareketi eskiden olduğu gibi elde silah dağda savaşmaya devam etsin. Bu kendisinin karar vereceği bir şeydir. Bizim gibilerin hariçten gazel okuma hakları yok. Kaldı ki devrimcilik koşullar ne olursa olsun şiddet yoluyla sürdürülür diye bir kural da bulunmuyor. Devrimciler maceracı değildir, hem sürekli şiddet yolunu savunanların bunu süreklileştirememeleriyle deneyimlenmiş, pratikte eksikliği kanıtlanmıştır. Taktikler, yöntemler, biçimler değiştirilebilir. Devrimcilerin günümüz koşullarında haklar ve özgürlükler, reformlar için mücadele etmeleri yanlış değildir. Bu mücadelede yerine göre uzlaşmalar da olabilir. Önemli olan bunları devrimci teori ve programdan, yakın ve uzak hedeflerden vazgeçmeden ve kopartmadan onlara tabi kılarak yapmak, bizi uyuşturmak isteyenlerin masallarına kanmadan, güç biriktirmek, saflarımızı güçlendirmek için yapmaktır.

Gönlümüz Kürt halkından ve kalbi onunla atanlardan yanadır. Biz enternasyonalistiz, Türk milliyetçisi değil. Öcalan dahil bütün Kürt tutuklu ve hükümlülerin salıverilmelerini, yurtdışındakilerin özgürlüklerine kavuşmalarını, istedikleri reformların bir an önce gerçekleşmesini can-ı gönülden isteriz. Demokrasi yolunda gittikleri sürece uzlaştıklarında eleştirmek şartıyla, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da desteklemeye devam ederiz. Ancak üzülerek söyleyelim ki, yeni yolunun başındaki levhada “Kürt sosyal demokrasisine gider” yazıyor.

Dipnotlar:

[1] Bkz: https://sendika.org/2022/05/tarih-ve-tarihselcilik-656184

[2] Yazarın bu konuda Marx’a karşı Mussolini’nin ilham babası Pareto’yu onaylaması ilginçtir: “Bunu meşhur “Seçkinler” teorisinin yazarı V. Paretto, elit kavramı üzerinden tarihsel olarak anlatıyor: “Tarih elitlerin kendi arasındaki çatışmasıdır” diyor. Sınıf savaşımı yerine, elit savaşımı kavramını getiriyor ki bana göre de bu daha doğrudur. Ama tabii benim gibi böyle kastik katil demiyor, elit diyor, yüceltiyor.” (Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu)

[3] George Thomson, İlk Filozoflar, Payel Yayınevi, s. 409.

[4] Engels Bakunin’i şöyle eleştirmişti: “Sosyal-demokrat işçilerin büyük çoğunluğu, devlet gücünün egemen sınıfların  -toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin- kendi toplumsal ayrıcalıklarını korumak için kendilerine sağladıkları örgütten başka bir şey olmadığı konusunda bizimle görüş birliği içinde oldukları halde, Bakunin, sermayeyi yaratanın devlet olduğunu, kapitalistin kendi sermayesine ancak devletin bir lütfu olarak sahip olduğunu iddia ediyor.” (Engels’ten Milano’daki T. Cuno’ya, Marx-Engels Seçme Yapıtlar, C. II, s. 507.

[5] Bütün toplumların bu aşamaları zorunlu olarak yaşamadıkları, arada bazı ara aşamaların eksik olduğu veya tartışmalı olsa da ATÜT gibi farklı biçimler aldığı konumuzun dışındadır.

[6] Aktaran K. Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları, s. 112.

[7] K. Marx, Kapital Cilt III, Sol Yayınları, s. 247.

[8] K. Marx, Kapital Cilt III, Sol Yayınları, s. 247.

[9] K. Marx, Kapital Cilt III, Sol Yayınları, s. 172.

[10] Bunun bir örneği on yıl kadar önce bizdeki Marksist geçinen saflara kadar sızan “yeni orta çağ”a (“yeni feodalizm”e) geçtiğimiz iddiasıdır. Kökleri Berdayev’e kadar geri giden, 1990’larda Alain Minc tarafından canlandıralan “Yeni Emperyalist Çağ”a, feodalizme geri döndüğümüze dair bu tez, zorlama benzetmelerle haklı çıkartılmaya çalışılmıştı. Sosyalizmden kapitalizme geri dönüldü, emperyalizmden feodalizme dönülüyor, öyleyse tarih döngüseldir kafası…

[11] Öcalan emperyalizm tahlilinde Lenin’e karşı “Roza” haklı demeyi, aynı görüşteki Hardt-Negri ve Harvey”den almış olmalıdır: “Rosa Luxemburg Marx’ı eleştiriyor, pre-kapitalist toplum olmadan işçi sınıfı yaşayamaz diyor. Roza’nınki daha doğrudur. İşçi sınıfı ile burjuvazi birleşip sonra toplumu sömürüyorlar. Değer teorisinin özü budur. İşçi sınıfının bu eksenli devrimciliği safsatadır.” (Demokratik Konfederalizm) Lenin’e karşı kim varsa, ne olduğuna bakmadan onlardan yana tavır alıyor.Oysaki dediğinin tersine haklı olan Lenin’dir.

[12] Paul Ricoeur, Hafıza, Tarih, Unutuş, Metis Yayınları, s. 213.

[13] A. g. e., s. 216.

[14] Evald İlyenkov, İdealin Diyalektiği, Etkinlik ve Zihnin Kuruluşu, Yordam Kitap, s. 84.

[15] Öcalan’ın şu sözleri idealist kampta yer aldığını gösteren açık bir kanıttır: “Evrende bir adalet ilkesi olduğuna inanmak gerekir.” (Uygarlık I) Evren eski deyişle kâinat, yani “bütün gökcisimlerinin içinde yer aldığı düşünülen sonsuz varlık”, maddenin ta kendisi olduğuna göre, neden adaleti olsun? Doğada ya da evrende “adalet ilkesi” (ki bu aklı öngerektirir”) olduğu ve bunun insan oluşumunun hizmetine girdiği görüşü, Öcalan’dan önce evrensel dinler ve saf idealistler tarafından öne sürülmüştür. Hegel’i imdadına çağırmasının nedeni de budur zaten: “Evrenin ruhlarla dolu olduğu veya Hegel’deki evrensel zekânın (Geist), enerjinin maddenin canlılık ruhu olarak değerlendirilmesi ciddiye alınması gereken bir anlayış, algı, yorumlama olmuyor mu?” (a. g. e.) Soru formunda Hegel idealizmini olumluyor. Kendi sorusuna açık yanıt vermemektedir yazar. Ama biz verebiliriz: Evren ne ruhlarla doludur ne de “evrensel zekâ” diye uydurulmuş bir güç tarafından yaratılmıştır. Fiziksel dış dünya düşünceye bağlı değil, tersine düşünce fiziksel dış dünyaya (nesnel gerçekliğe) bağlıdır ve ondan sonra gelir. Evren’in ruhlarla, hortlaklarla dolu olduğunu iddia edenler daima idealistler, teologlar ve medyumlar olmuştur.


Seçtiklerimiz: Yaşar Ayaşlı – sendika.org – 11.11.2025

Not: Yazarın konu hakkındaki seri yazısının ilk üç bölümüne de sendika.org sitesinden ulaşabilirsiniz…

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑