Makaleler

Published on Eylül 19th, 2025

0

TC, Kürt sorunu ve jeopolitika (III) | Hasan Ozan İltemur

I

Orta Doğu Üzerine Notlar” ana başlıklı yazı serimizin “VI. Bölüm”ünde, “Orta Doğu, Kürt Sorunu ve Jeopolitik” başlığı altında yayınladığımız yazının girişinde aktardığımız Davutoğlu’nun şu analizini bir kez daha birlikte okuyalım:

Ortadoğu’daki küresel ve bölgesel dengelerin odağında bulunan ve her türlü istismara açık bir nitelik arzeden ‘Kürt Meselesi’ Türkiye’yi gerek dış politika ve bölgesel stratejik planlama, gerekse iç bütünlük ve sosyo-kültürel ve sosyo-politik entegrasyon açısından doğrudan ilgilendirmektedir. Bu meselenin taşıdığı jeopolotik çok boyutlu bir karakter arzetmektedir.” (Davutoğlu, Stratejik Derinlik)

Görüldüğü gibi Kürt sorunu Orta Doğu’nun merkezi bir sorunudur.  Orta Doğu çapında bölgesel ve küresel emperyalist ve emperyal politikaların Kürdistan’ı ve Kürt mücadelesini dikkat merkezine almadan geçemeyeceği bir sorundur. Orta Doğu’da zor yoluyla bastırılmış tarihsel Kürt dinamiği bölgesel çapta yaşanan krizin temel ve önde gelen unsurlarındandır. Kürt dinamiklerinin bölgesel ve giderek uluslararası arenada yarattığı sarsıntı Kürdistan’ı boyunduruğu altında tutan işgalci devletlerin egemenliğini darbelemeye devam edeceği de açıktır. Bu tablo, dört parçada gelişen Kürtlerin mücadelesine karşı Türk, Arap, Fars gericiliğinin Kürt nefretinin nedenlerini açıklamaktadır. Hem böl, paylaş, yok say, hem de gerektiğinde Kürtleri birbirine karşı kullan ama  “Ben varım, ulusal haklarımı koparıp alacağım” diyen mazlum bir ulusu terörist, ulusal mücadelesini de “terörizm”le damgala. Kürt ulusunun ve halkının bunu kabul etmediğini, soykırımcı politikalara karşı elinde doğal hakkı olan ulusal talepleri ve bayrağıyla savaştığı açıktır…

II

Bu satırları yazdıktan sonra geçmişte başbakanlık yapmış olan Davutoğlu’nun Türk devletinin “gerek dış politika ve bölgesel stratejik planlama, gerekse iç bütünlük ve sosyo-kültürel ve sosyo-politik entegrasyon açısından doğrudan ilgilendirmektedir.” açıklamasından da görüleceği gibi, Kürt sorunu (ve mücadelesi) TC’nin bir numaralı sorunudur. Bu olgu, Türk sermaye devletinin Kuzey Kürdistan’da (Bakûr), Irak Kürdistanı’nda (Başûr), Suriye Kürdistanı’nda (Rojava) durdurak bilmeyen askeri baskı, imha ve soykırım saldırılarının, iç politikada sömürgeci faşist terörle iç içe geçmesinde somutlaşıp açığa çıkmaktadır. TC’nin en fazla sıkıştığı temel yakıcı sorun Kürt sorunudur. TC, gerek içeride gerekse de Orta Doğu’da Kürt ulusal mücadelesini ezemedi. Dahası, Kürt mücadelesi ve kazanımlarının büyümesiyle bölgesel ve küresel alanda inisiyatif kaybetmeye başladı. Sömürgeci faşist diktatörlüğün ve merkezi Sarayın sadece ve sadece binbir şeytani sömürgeci hesapla İmralı’ya, Öcalan’ın ayağına gitmesi öncelikle ifade ettiğimiz gerçekle, gerçeklerle bağlıdır…

Türkiye’de bugüne dek gerçekleştirilmiş askeri ya da sivil darbelerin, ama özellikle de 12 Eylül askeri faşist darbesi ve sonrası gerçekleştirilmiş olan sivil darbelerin başta gelen temel nedeni sermaye devletinin “Bölücülük ve bölünme” tarihsel korkusudur. Kürtlerin ulusal mücadele bayrağını yükselttiği her dönem söz konusu tarihsel korku ivmelenmiştir. Türk egemen sınıflarının İslamcı-neoOsmanlıcı-pan-Türkist politikalara ve bunun ifadesi olan Erdoğan ve AKP’sine yönelmeleri, AKP’nin seçenek olarak ileri sürülmesi, aynı zamanda, Orta Doğu’da Kürt mücadelesinin gelişimini önlemek, “Ümmet”çilik politikaları ile Kürtleri kontrol altına alarak kullanma politikasıyla bağlıydı ve bağlıdır. Ancak AKP’ye ve elebaşı Erdoğan’a biçilen bu misyon da iflas etmiştir…

TC’nin 2. İsrail’e, bir teröristan cumhuriyetine,  içeride ve dışarıda terörle, politik ve askeri saldırganlıkla şekillenen bir devlete dönüşmesinin en başta gelen nedeni Orta Doğu’da Kürt mücadelesidir; son 40 yılı aşkın süredir (aldığı yenilgilere karşın)  nihai bakımdan yenilmeyen, ciddi kazanımlar elde eden Kürt ulusal devrimidir.

Sınırsız sömürgeci propaganda ile “etnik siyasete”, “etnik milliyetçilik”e topyekün saldıran Türk devleti, öte yandan, dizginsiz ırkçılıkla, şovenizmle, militarizmle, asimlasyon ve soykırımcılıkla belirlenen Türk milliyetçiliğini dokunulmaz kutsal çizgisi sayagelmiştir. Fakat, tek ulusa, tek dine, tek mezhebe, tek devlete dayanan, siyasal özgürlüğe sınırsız bir düşmanlıkla belirlenen TC’nin Türkçü, İslamcı Türkçü milliyetçiliğinin tarihin akışı içinde iflas ettiğini görmemek için kör olmak gerekir…

III

Özellikle “Doğu bloku”nun çöküşünden, dünya devriminin yenilerek geri çekilişinden sonra yükselmeye başlayan İslam kimliği Türk sermayesi ve devleti tarafından özellikle de AKP ile birlikte Kürt hareketine karşı kullanılmaya başlandı. “İslâmî kimliğin yükselişi aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası dönemde ivme kazanan ve dış kaynaklarca da desteklenen etnik milliyetçilik hareketlerine karşı ortak din bağı ile milli bütünlük arasında bir bağ kurulması” taktiğinin devreye konulması söz konusu olgu ile bağlıydı.

Bu kullanma, İslamcı ümmetçilikle “Türk etnisitesi”nin sömürgeci, egemen ulus kimliğini azgınca savunmada, “ayrılıkçı, bölücü Kürt milliyetçiliği”ni, “bölücü terör”ü tasfiye etme politikasında somutlaştı.

Dinin Kürdistan’daki özgül ağırlığını özenle hesaba katan sömürgecilik “İslam kardeşliği”, “hepimiz bir millet-ümmetiz” propagandasıyla Kürt ulusal uyanışını, ulusal bağımsızlık ve eşitlik talebi ve mücadelesini engelleyebileceğini düşündü. Fakat yaşam ve mücadele “etnik milliyetçilik hareketlerine karşı ortak din bağı ile milli bütünlük arasında bir bağ kurulması” politikasının Kürt ulusunun tarihsel ve güncel direnişi karşısında başarısız kaldığını göstermektedir… “etnik ayrımlara karşı dinî bağları bir koruyucu kalkan olarak görmek” ve kullanmak Kürt ulusal mücadelesi karşısında iflas ederek dönüp Sarayın megalomanını ve iktidarını ve iktidar ortaklarını vurdu. İslam aleminin yeni halifesi, yeni Nizam-ı Alem’in kurucusu, Osmanlı Sultanı, “Devlet Ebed Müddet”in lideri, Türk Silahlı Kuvvetler Başkomutanı, “küresel lider” (hatta İslam alemine ve insanlığa müjdelenmiş yeni peygamber) gibi ünvanlarla propagandası yapılan Erdoğan’ı, Erdoğancı dinci faşist diktatörlüğü kudurtan olgulardan birisi de budur. Evet, Erdoğancı dinci faşist strateji, proje Kürt halkının onurlu mücadelesiyle başarısızlığa uğramıştır.

IV

Türk halkının da baş düşmanı olan Türk burjuva devleti Orta Doğu’da, özelde Kürt bağıntısında Irak ve Suriye Kürdistanı üzerinde hak iddiasında bulunmaktadır. İki Arap ülkesiyle sürekli sınır bunalımının yaşandığının vurgulanması tesadüfi değildir. “Bu bunalımların kökeninde iki ülke arasındaki hukukî sınırın bölgenin jeopolitik ve jeokültürel yapısı ile uyumlu olmaması”na bağlanması; bunalımın çözümünün TC lehine, “jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik temelden yoksun sınırların” yeniden belirlenmesiyle çözüleceğinin vurgulanması Türk sermayesinin ve devletinin emperyal yönelimini dile getirmektedir. Suriye ve Irak Kürdistanı’nın “Türk-Osmanlı” toprağı olarak lanse edilmesinde bu bölgenin (başta Kerkük ve Musul petrol zenginliği olmak üzere) hidrokarbon zenginliğini iç etme hesabının özel bir yerde durduğunu belirtmek gerekir.

Türk burjuva sömürgeciliği diğer devletler gibi Kürt sorununun küreselleşmiş olduğunu, yalnız Türkiye Kürdistanı’nda değil Orta Doğu çapında izledikleri geleneksel politikaların çöktüğünün bilincindedir. Buna karşın Türk egemen sınıfları, “devlet aklı” ve belirleyici politikacıları imha, inkar, ez, çöz politikasında ısrar etmektedirler. Kürt sorununun “barışçıl-demokratik” çözümünden uzak duran Türk sömürgeci devleti, böyle bir adımın arkasından  işgal altında tutukları Kürdistan’ın kendilerinden kopacağını ya da kurulacağı düşünen “Büyük Kürdistan” ekseninde koparılacağını düşünmektedir. Bu olgu TC’nin, “sosyal reformlarla barışçıl politik çözüm” seçeneğinden uzak durmasına yol açmaktadır. (Irak’da durumun ABD işgali ile farklılaşmış olduğunu, TC ile Barzaniler arasındaki ilişkinin farklı şekillendiğini biliyoruz.) Bu açmaz, her dört devletin de açmazıdır.

Kürdistan’ın en büyük parçası olan Kuzey Kürdistan’ın TC’den kopması, Asya ve Avrupa arasında bir köprü olan TC’nin coğrafik, jeoekonomik, jeopolitik, jeostratejik konumuna onarılamaz bir darbe indirecektir. Asya ve Avrupa arasında bir köprü olarak yol ve kavşak projelerinin geçeceği bir TC aç gözlülükle ve saldırganca peşinde koştuğu sayısız avantajını da kaybedecektir. Böyle bir gelişme TC’nin Orta Asya, Orta Doğu, Hazar Havzası’nı kontrol etme ve yayılma avantajını da yitirmesi, TC’nin neo-Osmanlıcı saldırgan stratejisinin ağır bir darbe yiyerek geriye savrulması demek olacaktır.

Bağımsız bir Kürdistan dört ülkenin coğrafyasının, sınırlarının küçülmesi demektir. Kürdistan’ın en büyük parçası TC sermayesi tarafından sömürgeleştirilmiş durumdadır. TC’nin “bütünlüğü”nden ayrılmış/kopmuş bir Kürdistan Türkiye’yi ciddi bir şekilde küçülteceği gibi onu bir dizi avantajından da yoksun bırakacaktır. Böyle bir gelişme TC’nin Orta Doğu ile bağını kopararak Doğu tarafında bir baştan diğer başa Kürdistan’ı sınır komşusu haline getirecektir. Bu olgu, “Jeopolitik sınırlar”ını eski Osmanlı sınırları ile çizen, “Resmi sınırlar”la “jeopolitik sınırlar” arasındaki çelişkiyi neo-Osmanlıcı ve pan-Türkist emperyal yayılma ile çözme iddiasında olan TC’nin iddiasını da Orta Doğu cephesinde boşa düşürecektir.

Eklemek gerekir ki, TC’nin bölgesel çapta yayılma politikası, jeopolitik sınırlarını Doğu’da eski Osmanlı sınırlarını kapsayan geniş alanda (hatta daha geniş ölçekte) çizmesi; “jeopolitik kuşakların kesiştiği alanlar ile hukukî sınırlar arasındaki farklılaşmanın yoğunlaştığı bölgeler çok yönlü çatışma potansiyelinin varolduğu bölgeler” olacağı saptamasını ve gerçeklerini dikkate aldığımızda açık ki TC, çok yönlü çatışma potansiyelinin varolduğu bölgeler”de savaş kışkırtıcılığı yapmakta ve bu kesişim alanlarında ve kesişime uzanan geniş coğrafyada kendi lehine her türlü istikrarsızlığı kullanma politikasını yürütmektedir. Kuşkusuz ki bu yayılmacı ve savaş kışkırtıcısı strateji TC bakımından sadece Orta Doğu cephesi için geçerli değildir; Afrika, Orta Asya, Kafkaslar, Hazar Havzası, Balkanlar, Orta Avrupa, Akdeniz, Karadeniz dahil geniş bir alanda da geçerli saldırgan bir yönelimdir… Bu kışkırtıcılık, emperyal yayılma politikası, özelde Irak ve Suriye, Kürdistan gerçekliğinde de yaşanmaktadır. Ancak Orta Doğu’daki savaş ve terör kışkırtıcılığı Kürdistan gerçeğinde de dönüp TC’yi vurmaktadır. Saddam’ın, Esad’ın devrilme süreçlerinin deneyimleri de bu olguyu kanıtlamaktadır.

Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar’la kara sınırı olan TC, “bölünmemek” için “havza”da etkin olmaya çalışmaktadır. Çünkü önemli bir aktör olarak “Türkiye’nin iç bütünlüğü dahi bu havza içindeki faktörlerle doğrudan ilgilidir. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’daki gelişmeler üzerinde etkili olamayan bir Anadolu ülkesi ne bu hassas jeopolitik alan üzerinde bütünlüğünü muhafaza edebilir, ne de dünyaya açılabilir.“ vurgusu, iç ve dış politikada, özelde Kürt meselesinde TC’nin strateji ve taktiklerini anlamak bakımından temel bir yerde durmaktadır.

V

Kuzey Kürdistan’ın TC’den ayrılması ya da kopması, Fırat ve Dicle gibi hegemonyacı ve yayılmacı amaçlarla da kullandığı iki stratejik su kaynağını/nehiri kaybetmesi, böylece Orta Doğu’da pozisyonunun ağır bir darbe almasını da getirecektir. Hatırlatmak gerekiyor; özellikle eko-sistemdeki yıkım ve küresel iklim değişikliği olgusu, 21. yüzyılın en önemli sorunlarından birisi olacaktır… Bu bağlamda özelde nehirlerin, temiz su kaynaklarının, su havzalarının ele geçirilmesi, emperyalist rekabet mücadelesinde yaşamsal önem taşımaktadır. Bu mücadele, yalnız “küresel güçler” için değil, tekil ülkeler, bölgesel devletler için de tümüyle zorunlu bir mücadeledir. Bu bağlam da Kürdistan coğrafyasının jeoekonomik, jeopolitik rekabet mücadelesinde büyük önemine işaret etmek bile gereksizdir. Açık ki, kapışmada, Kürdistan nehirleri stratejik bir yerde durmaktadır…

Kuzey Kürdistan dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın yalnızca en büyük bölümü değil, aynı zamanda sosyo-ekonomik, sosyo-politik, sosyo-kültürel bakımlardan da en gelişkin parçasıdır. Kuzey Kürdistan’ın TC’den kopuşu aynı zamanda yer altı ve yer üstü kaynaklarının yanı sıra eğitimli ve eğitimsiz ama geniş bir ucuz iş gücünün de kaybedilmesi anlamına gelecektir.

Güncel açıdan baktığımızda Kürtlerde doğum oranı Türklere göre daha yüksektir. TÜİK verilerine göre Türk nüfusundaki yaşlanma eğilimi yükselmektedir. Oysa kapitalizm genç bir iş gücünün varlığına gereksinim duyar. Bu bağlamda Türk kapitalizminin nüfus projeksiyonları bakımından Türk nüfusundaki yaşlanma meselesi  gelecekte ağır bir problem oluşturacak; genç iş gücü gereksinim ve açığına yol açacaktır…

TC bakımından Kuzey Kürdistan’ın su kaynakları, barajları, nehirlerinin yanı sıra petrol ve doğal gaz zenginliğini de yitirmesi demektir. Ama böyle bir gelişme ve sıçrama TC’nin Musul, Kerkük petrolleri başta olmak üzere bölgede petrollere çökme stratejisinin de boşa çıkaracaktır.

Kuzey Kürdistan’ın yitirilmesi demek, gerek ekonomik, gerekse de jeopolitik ve askeri stratejik yayılma unsuru bakımından büyük bir öneme sahip GAP projesinin de yitirilmesi olacaktır… GAP projesinin işbirlikçi Türk sermayesi ve devleti için yaşamsal önemine ise girmek gerekmiyor.

Ayrıca vurgulamak isteriz ki, TC’nin NATO üyeliği aynı zamanda ABD ve Batılı emperyalist devletlerin desteğiyle ilhak ve işgal ettiği Kürdistan’ı boyunduruğu altında tutma hedefiyle de bağlıydı, bağlıdır. Kürt sorunu, TC’nin ABD’ye ve NATO’ya, Batı emperyalizmine bağımlılığının çok temel sorunlarından birisidir. Ama bu “güvence”nin değişen dünya koşullarında orta ve uzun vadede ne kadar bir güvence oluşturacağını ise hep birlikte göreceğiz. ABD ve NATO’nun Kürt politikasının özellikle 2000 sonrası, daha özelde de ABD’nin Irak’ı sözde “Özgürleştirme” (işgal) dönemeci ile zaten değişmişti. Rojava somutunda ABD ile TC’nin karşı karşıya gelmesi olgusu da bunu göstermektedir. Özelde Kürdistan ve Kürt mücadelesi bağlamında bu ayrılıkların daha da büyüyeceği görülüyor; bu işin nerelere varacağını bugünden bilmezsek de Kürt hareketinin bu çelişkilerden faydalandığı da açıktır.

VI

Öncesi bir yana, 100 yıldır yağmaladığı Kuzey Kürdistan’ın TC’den kopması, Orta Doğu’da bir Kürt ulusal devletinin kuruluşu düşüncesi bile Türk sermaye devletini ve burjuva politikacılarını delirtmeye yetmektedir. Burjuva gerici ve faşist partilerin Kürt politikasının 1923’de kurulan TC’nin devlet politikası olması rastlantısal değildir…

Fakat, TC’nin geleneksel Kürt politikası çökmüştür. Orta Doğu’da Sykes Picot statükosuyla belirlenip biçimlenen yapılanma çökmüştür. Orta Doğu çapında geçmiş döneme dayanan geleneksel politikalar çökmüştür. Orta Doğu’da güç dengeleri köklü değişmiştir. Kürt gerçeği de bambaşka düzeylere gelmiştir. Artık geri dönüş olanağı da yok. Bu durumun TC üzerindeki derin ve ağır baskısı Kürt sorunu bağlamında yeni açılımları kaçınılmaz kılmıştır. Türk devlet politikası çökmüştür. TC’nin temelde Kürt düşmanlığına dayanan politikası ise değişmemiştir. TC’nin Kürt sorunu bağlamındaki politikasında, emperyal politikalara dayanan “çözüm” arayışı ve yönelimi her ne kadar burjuva partileri “çözüm arayışı”na itse de, gerçekte burjuva partilerin devletten özerk özgün politikaları yoktur. Yeni gelişmeler içerisinde bu bağlamdaki tartışmalar, nihai bakımdan işbirlikçi Türk sermayesinin ve devletinin politikalarına, manevralarına vs. bağımlı olmaya, Kürt ulusunun gerek TC’de, gerekse de Orta Doğu çapında ulusal haklarını ve statüsünü kabul etmemeye, Kürt düşmanlığına dayanmaya devam etmektedir.

Sermaye ve devlet, Özal döneminde uç veren “Orta Doğu’da Kürt hamisi” olmak politikasını Kürtlerin ulusal haklarını kontrollü (ezilen bağımlı ulus pozisyonunu koruyarak “belli ölçekler”de) tanımaya  dayanacak bir “Kürt hamisi TC” politikası düzeyine çıkarabilirse, dolayısıyla böyle bir eksende TC kendini “yenilerse”, bu durumda ortaya çok önemli değişiklikler ve sonuçlar çıkacaktır. Fakat bugün için TC’nin “devlet iradesi” olarak belirlenmiş böyle bir politikası yoktur. Yani TC, tam bir çıkmazda…

Kaldı ki Orta Doğu’da “Kürtlerin hamisi” olarak kendini yapılandırmış, (Kürtleri kendine bağımlı kılarak/payandalayarak) emperyal yayılma stratejisine yönelmiş bir TC’ye, kimse Kürdistan’ı kaptırmak/yedirmek istemez. Ayrıca böyle bir politikanın devlet politikası olarak uygulanması koşullarında Kürt ulusal bağımsızlığı doğrultusundaki eğilimin de güç kazanarak TC’yi tepe taklak etme tehlikesi de daha keskin büyüyecektir… Yani TC açık bir çıkmazla karşı karşıya.

İmha, inkar, soykırım üzerinden gelen Ermeni ulusunu ve sonra diğer ulusal azınlıkları (Rum vb.) soykırımlardan geçirerek bugünlere gelen Türk egemen sınıflarının ve devletinin, (halkların ortak mücadelesiyle engellenmediği koşullarda) milyonların kanını dökmeden Kuzey Kürdistan’ın kopmasına izin vermeyeceği açıktır. (Buna, bir de olası bir kopmada, çıkarları gereği emperyalist önemli güçlerin doğrudan müdahale ederek soykırımcı katliamı frenleme, sözgelimi araya kendi “barış misyonu” kuvvetlerini yerleştirerek ön almayı ekleyebiliriz.)

Türk, Fars, Arap halklarının demokratik ve enternasyonalist destek, dayanışma ve birleşik mücadele cephesinin yaratılamamasının bölgede ve TC’de savaşan ya da patlak veren tarihsel Kürt ayaklanmalarının en büyük dezavantajlarından birisi olduğunu ise hatırlatıp geçiyoruz.

Kürt halkı öncelikle kendi öz gücüne güvenerek, dayanarak bağımsız bir politik çizgide hedeflerine doğru yürümekle yükümlüdür. Bu onun tarihsel ulusal görevidir. Kürt burjuvazisinin ise böyle bir misyonu üstlenmesi olanaklı değildir günümüzde. Öz gücüne güvenerek savaşmak bütün halkların tarihsel devrimci görevidir. Doksanlar sonrası dünya çapındaki alt-üst oluşlarla şekillenen tarihsel konjonktürün bu bakımdan yurtsever devrimci hareket ve Kürt halkı bakımından, nesnel bazı avantajlar sunsa da, esas olarak ağır dezavantajlarla şekillendiğini, Kürtleri baskısı altına aldığını, yurtsever hareket nezdinde hala öz gücüne dayanan ve pratik-politik devrimci direnişine karşın ulusal devrimci stratejiden kopmaya götürdüğünü (ama Rojava somutunda bir devrimci-demokratik ulusal devrimin de zafer kazandığını) biliyoruz.

Kürt ulusal davası ve mücadelesi bağlamında herhangi bir emperyalist devletin, İsrail’in desteğine güvenerek ya da işbirliği yaparak hareket etmek, kaçınılmaz olarak Kürt halkının bölge halklarının desteğini almayı önleyeceği gibi sömürgeci Türk devletinin soykırımcı iç savaşı kışkırtarak daha kapsamlı bir soykırıma ve işgallere yönelmesine de yolu düzleyecektir. Suriye ve Türkiye Kürdistanı’nda yaşayan Kürt halkının bu olgunun hiç farkında olmadığını düşünmek ise yanlış olacaktır.

Diğer halklar gibi, Kürtlerin kendi kurtuluşu da her şeyden önce öz gücüne dayanan ulusal kurtuluş mücadelesinin başarısına, bölge ve dünya halklarının enternasyonal destek ve dayanışmasına bağlıdır. Irksal, dinsel, ulusal, mezhepsel savaşları geliştirerek halkları parçalamak ve yönetmek politikası emperyalizm ve gerici devletlerin politikasıdır. Emperyalizm ve işbirlikçilerinin “böl ve yönet” politikasına karşı uyanık olmak, bağımsız devrimci ve enternasyonal politikalarla halkların ve işçi sınıfının birleşik cephesini bölgesel düzeyde inşa ederek geliştirmek söz konusu gerici saldırgan politikaları boşa çıkarmanın da tek yoludur.

Devam edelim.

VII

Türk egemen sınıflarının jeopolitikası, kendi “Hinterlandı” saydığı eski Osmanlı sınırlarını Türki devletleri de kapsayacak bir genişlikte kendi “jeopolitik sınırlar”ı saymakta ve “Türk savunması”nın bu sınırlara kadar geniş coğrafyada, daha da ötesini içerecek bir derinlikte jeopolitik yayılma ve hegemonya kurma hedefine dayanmaktadır. Böyle bir jeopolitik stratejik yayılma ve hegemonya kurma politikasının tutmasının olanaklı olmadığını, TC’nin öncelikle de böyle bir ekonomik gücü olmadığını, keza gerek küresel gerekse de bölgesel devletlerin buna izin vermeyeceğinin altı çizilmelidir. Öyle kabadayılık yaparak “ben hinterlandımın efendisiyim” palavralarıyla ve güç gösterileriyle tarih yürümüyor; sofra büyük ve kudretli tilkilerin, sırtlanların, engereklerin elinde. Kurulacak yeni sofralar da keza.

Bunlar objektif gerçeklerdir ancak bu politika ve yönelimler izlenirken Kürt sorunu bağlamında vurgulanan bir gerçeğe özel olarak işaret etmek gerekmektedir.

Merkezinde Saray’ın oturduğu dinci faşist diktatörlüğün eğer Türkiye’nin savunmasını “jeopolitik sınırlarda kurmazsak TC’nin parçalanması kaçınılmazdır” analizi önemsenmelidir. “Osmanlı Devleti’nin tarihî ve jeopolitik zemininde doğmuş bulunan ve o mirası devralan Türkiye’nin savunmasını sadece sahip olduğu sınırlar içinde düşünmesi ve planlaması imkansızdır.” saptamalarını salt işbirlikçi Türk tekelci burjuvazisinin, Erdoğancı faşist diktanın “iç kamuoyu”nu manipüle etmek için kullandığı basit propaganda olarak da görmemek gerekir.

TC, bir yandan Kürt sorununu kullanarak “kendi hinterlandı”nda, özelde Orta Doğu’da bölgesel yayılmacı, hegemonyacı stratejisine meşruiyet kazandırmaya çalışırken, öte yandan da küresel çapta sürmekte olan emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesi sürecinde çok merkezliliğin gelişmesini, bu çok kutuplu emperyalist dünyanın Orta Doğu çapında yarattığı etkiyi ve geleceğe dönük yönelimleri de okumaktadır. TC bu durumun Orta Doğu’da Kürt sorununun (TC’nin “bölünme”sini de getirebilecek) tümden denetimden çıkmasına yol açacağını, bu tehlikenin büyüdüğünü de görmektedir. Gerek “dünyanın  merkezinin Asya-Pasifik”e kayması, gerek bu yönelimden dışlanacak ya da dışında kalacak güçlerin geçtik bölgesel iddialarını devlet olarak gerileyip çökme tehlikesi gerçeği TC’nin analiz ettiği bir durumdur. Türk egemen sınıfları eğer küresel ve bölgesel ittifaklarını “doğru” kurmazsa, jeopolitik rekabette stratejik gelişme çizgisini sürecin gereklerine uygun şekillendirmezse, bu durumun, TC’yi “sürecin dışında kalan aktör” pozisyonuna düşürerek işgal ettiği en büyük Kürdistan parçasından da olacağını görmektedir.

“Doğu Anadolu”yu, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu”yu kaybetmemek için ileri hatlarda “savunma”yı kurma hikayesi aynı zamanda dile getirdiğimiz gerçeklerle bağlıdır. “Uygun konjonktürel şartlarda basiretli bir atak politika ile ele geçirilecek kazanımlar ihmal edilirse gelecekte Doğu Anadolu’yu savunmak için üstlenilecek masraflar daha ağır olacaktır. Balkanlar ile bir kıyaslama yapılırsa artık Doğu Trakya ve İstanbul’un müdafaası Adriyatik ve Saraybosna’dan, Doğu Anadolu ve Erzurum’un savunması Kuzey Kafkasya ve Grozni’den başlamaktadır.” sözleri laf olsun beri gelsin niyetiyle söylenmemektedir. Bu sözler, Türkiye’nin egemen sınıfı olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin jeopolitik stratejisini ve Kürt sorununa yaklaşımını ve yönelimini vurgulamaktadır.

Bir ülkenin stratejisini sadece tek-eksenli bir dış tehdite göre tanımlamak ufuksuzluk, iç tehdite göre tanımlamak ise stratejik dış rakiplere koz ve kaynak sağlayan bir zaaftır. Soğuk Savaş sonrası dönemde tarihî ve coğrafî derinliği haiz dinamik bir Türkiye stratejisi tanımlama ve uygulama zorunluluğu ile karşı karşıya kaldığımız bir dönemde, kurumsal, tarihî ya da psikolojik faktörlerle Türkiye’nin kendi iç çelişkilerinin yıpratıcı süreçlerine mahkum edilmesi, toplumun bütün gücünü harekete geçirebilecek ortak bir stratejik zihniyetin geliştirilmesinin önündeki en ciddi engeldir.”  saptaması, “Bu psikolojik hazırlık, iç kamuoyunu bu yönde etkileyebilecek bir sosyo-psikolojik kültür meşruiyeti temeli ile bütünleşmelidir.” (Davutoğlu) analizi, hem Türkiye’de devrim ve sosyalizm kavgasının gelişimini önlemek ve ezmek, hem de özelde Kürt ulusal mücadelesinin ezilebilmesi, “devletin bekası”nı koruyabilmek için hegemonyacı yayılmacılığın, bölgesel savaşçı politikanın gereklerine göre konumlanmanın öneminin altını çözmektedir.

Bu bağlamda sermaye diktatörlüğü kendisini yeniledi. Geçmişin Kemalist dar politikalarının (milliyetçiliğin dar tanımlanması, Kemalist statükocu-savunmacı psikoloji, “Misak-ı Milli sınırlarını ve ulus-devleti müdafaa stratejisi”, “hinterland”a karşı ilgisizlik, Osmanlıyla çizilen sınırların “yok sayılması”, “Kemalist vesayet”) tasfiye edilmesi üzerinden “geniş bakış açısı” ve yeni jeopolitika AKP iktidarında karşılığını buldu.

Emperyalizme bağımlılığı derinleştiren, neo-liberalizme, neo-Osmanlıcılığa, GOP’a dayanan, İslamist sermayenin sermaye birikimini güçlendiren, sermayeye içeride ve dışarıda yeni birikim alanları açan, hukuksal engellerden arınmış merkezileşmiş, vurucu gücü yüksek, ordunun klasik Kemalist yapısından arındırıldığı asker-polis-istihbarat devletine dönüşmüş bir yapı inşa edildi. “Güçlü Türkiye, güçlü devlet, güçlü ordu, güçlü lider” sloganları, “askeri-sınai kompleksi Türk sanayisinin öncü gücü” haline getirme politikası söz konusu tablonun olmazsa olmazı olarak geliştirildi. Bu politika, neo-Osmanlıcı (panİslamist, pan-Türkist, İttihat Terakki’ci) stratejilere güçlü bir askeri-sınai temel kazandırma politikasıdır. Bu strateji aynı anda birkaç cephede savaşa bilme kapasitesinin kazanılmasını da içermektedir. Buna da “Yeni Türkiye” dendi.

Bu yeni politika, TC’nin Kürt sorunu ve mücadelesine karşı iç ve dış yöneliminde de karşılığını bularak, “Bölücülüğe ve bölücü teröre karşı mücadele” stratejisinin jeopolitik stratejik düzeyde ele alınmasında somutlaştı…  “Bir ülkenin stratejisini sadece tek-eksenli bir dış tehdite göre tanımlamak ufuksuzluk, iç tehdite göre tanımlamak ise stratejik dış rakiplere koz ve kaynak sağlayan bir zaaftır.” analizi diğer şeylerin yanı sıra, Kürt sorunu ve mücadelesi bakımında da aydınlatıcıdır…

Eklemek isteriz; TC “Osmanlı medeniyeti”ni örnek göstererek “süper güç”müş gibi yaptığı propagandaya, pratik-politik yönelimine karşın kendini çevreleyen bölgede “medeniyet kurucu devlet”, “yeni bir medeniyetin öncü model ülkesi” olabilecek herhangi bir “medeniyet” kuramayacaktır. Sözü edilen medeniyet, olsa olsa kapitalist yayılmacılıkla, sömürgeci zulümle, politik ve askeri saldırganlıkla, savaş kışkırtıcılığıyla kendini çevreleyen ülke ve hinterlandda nefretle (anılan ve) anılacak ve halkların devrimci öfkesine maruz kalacak bir “medeniyet” olacaktır yalnızca. Bu “medeniyet”, “Türk-Kürt ittifakı” formülasyonu adına pay sahibi olmak isteyen Kürt burjuvazisinin  ağzının sularının akmasına yol açsa da, gerçekte Kürt halk hareketi nezdinde (belki de geçici bir etki yaratabilse de) karşılığını bulmayacaktır.

İçeride dizginsiz sömürü ve yağma, devlet terörü, korkunç bir adaletsizlik, toplumsal, kültürel, ahlaki çöküş, mafyalaşma, mafyalaşmış devlet; dış politikada maceracı ve militarist saldırganlık ve işgaller vb. gerçeği ve gerçekleri, Erdoğan’ın ömür boyu padişahlığını güvence altına alma politikasının TC’nin nasıl bir “medeniyet”i temsil ettiğini; “neo-Osmanlıcı Türk medeniyeti”nin bundan öte bir “medeniyet” değeri olmadığını ve olamayacağını zaten ortaya koymuştur.

Proletaryaya, halklara, Kürt ulusu ve halkına karşı düşmanlıkla kurulmuş TC ve yeni emperyal jeopolitikası kısa vadede olmasa da onun ölümünü hazırlayan, çürüyüp çöküşünü hızlandıran bir “medeniyet”i temsil ettiğinin de altı çizilmelidir.

Ekonomik gücünün büyük iddialarını desteklemediği TC, esas olarak emperyalist devletler ve kutuplar arasındaki çelişkilere, bölgesel ve yerel devletler arası çelişkilere oynayarak, safında yer aldığı  küresel gücün ve güçlerin çıkarlarını gerçekleştirerek kendine belli alanlar açabilir; böylece dışlanmaktan kurtularak kendine yol açabilir.

Batıyla birlikte, “Batı eksenine alternatif olmadan” ama göreli olarak özerk gelişme, büyüme, bölgesel ve giderek “küresel devlet” haline gelme neo-Osmanlıcı iddia ve gelişme çizgisi söz konusu olguyu yansıtmaktadır.

“Reel gücü” ile jeopolitik stratejisi arasındaki dengesizliği çözmeye yönelmek Türk tekelci sermayesine, sermaye devletine bir dinamizm kazandırsa da, uzun vadede yıkılışının dinamiği rolünü oynayacaktır.

Ancak vurgulamak gerekir; Türk egemen sınıflarının ekonomik, siyasi, askeri iddiaları ve yönelimi nasıl ki geniş bir coğrafyayı (Doğu, Batı, Güney, Kuzeyde)  kapsıyorsa proletarya ve halklar da, Kürt halkı da gerek bölgesel gerekse de küresel alanda anti-faşist, anti-emperyalist, anti-kapitalist enternasyonal birleşik cepheler kurarak devrim ve sosyalizm mücadelesini geliştirebilir ve zafere gidebilir. Hele de günümüz dünyasında dar bir ulusalcı/milliyetçi bakış açısı ve politik yönelimle sorunların çözümü olanaklı değildir. Uluslararası tekellerin, ÇUŞ’ların yönettiği “küreselleşmiş dünyamız”da, sınıfsal ve ulusal mücadelelerin, toplumsal kurtuluşun bölgesel, kıtasal, küresel çapta devrimlerin maddi temelleri, (nesnel ekonomik ve toplumsal) koşulları düne göre çok daha derin ve kapsamlı olgunlaşmış bulunuyor… Bu, Kürt ulusal sorunun çözümü ve geleceği açısından da geçerlidir…

SON


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑