Makaleler

Published on Eylül 12th, 2025

0

12 Eylül edebiyatı ve gerçeğin tahribatı | Adil Okay


Türkiye’de 1970−1980 arası gelişen sınıf mücadelesi sonucu sokaklara dökülen milyonlarca insan, sanatçılar için çekim merkezi olmuştu. Her sanatçı önce kendi için üretse bile son tahlilde paylaşılmak ister. Okunmak, dinlenmek, izlenmek ister. İşte bu dönemde İhsani’nin, Ruhi Su’nun, Mahzuni’nin, Livaneli ve Timur Selçuk’un konserleri dolup taşıyor, Nazım Hikmet’in yanı sıra Ahmet Arif’in, Hasan Hüseyin’in şiirleri ezberleniyordu. Herkes kendine solcu diyordu. Sanatçılar bu dönemde devlet sanatçısı olmak yerine halk sanatçısı olmayı tercih ediyorlardı. Ta ki 12 Eylül Faşist Darbesine kadar. Elbette darbeyi hazırlayan devletin paramiliter güçleri 1975− 1980 arası boş durmamış, muhalif sanatçı avına çıkmışlardı. Bir yandan bir şiir mısrasından 141−142’den solcu bilinen yazar ve şairlere davalar açmışlar diğer yandan Bedrettin Cömert, Ceyhun Can gibi şair, yazar ve bilim insanları da katletmişlerdi.

12 Eylül faşist darbesinden sonra ise sol örgütler dağıtılmış, sokaklara dökülen halk kitleleri evlerine kapanmış kasetlerini, plaklarını ve kitaplarını yakmışlardı. Devrimci sanatçılar yazarlar, müzisyenler işsiz kalmıştı. Kitapları basılmıyor, plakları satılmıyordu. Devlet bu dönemde sanatçıları yedeklemek değil süründürmek, sindirmek, yok etmek yolunu seçmişti. Sanata müdahalenin en açık, acımasız dönemi 1980−1990 vahşet yıllarıdır.

           Acıları yarıştırmadan eleştirebilmek

Acılar yarıştırılmaz biliyorum. Ancak ne zaman 12 Eylül mezalimi üzerine bir öykü-roman okusam veya bir film seyretsem, eserin edebi- estetik derinliğinden, değerinden, filmin sinematografik başarısından önce gerçeği nasıl ve ne kadar yansıttığına bakıyor, sonra da kendi gerçekliğim(iz)le -yaşadıklarım(ız)la kıyaslıyorum. Gayri ihtiyari oluyor bu. Bir de bakıyorum gerçek reyting uğruna tahrip ediliyor, kavramların içi boşaltılıyor.

Oysa sanat edebiyat her dönem toplumsal altüst oluşlarda tanıklık yaparak, dolaylı da olsa tarihe not düşmüş ve “kamunun vicdanı” olmuştur. 12 Eylül de bir toplumsal alt üst oluştur. İlk on yıl, yani 1980-1990 arası yüz binlerce insan zarar görmüştür. Bu mezalimin edebiyata yansımaması mümkün değildir. Ancak ne ölçüde, nasıl ve hangi estetik boyutlarda yansımıştır? Konuyu irdeleyebilmek için kısaca 80 öncesi edebiyatın durumuna göz atmakta yarar var: O dönemde dünyada ‘sosyalist gerçekçi’ akımın prestiji oldukça fazlaydı. Yer yer sloganla sanatın karıştığı bu süreçte Erdal Öz, Adalet Ağaoğlu, Vedat Türkali, Sevgi Sosyal gibi yazarlar tarafından güçlü bir 12 Mart romanı yaratılmış ve okuyucuyla buluşmuştu. 12 Mart aradan geçen kırk yıla rağmen edebiyatın doğrudan ya da dolaylı konusu olmaya devam etmektedir.

Uzun suskunluk dönemi

12 Eylül darbesinden sonra ise çok uzun bir suskunluk dönemi yaşandı. “Kitap okumanın suç sayıldığı, devrimci olmanın ölümle özdeş sayıldığı” bir ülkede, gerçeğe sadık kalarak yazmak da kolay değildi. 12 Eylül gerçeği de imgelerle örtülemeyecek kadar ağır ve açık bir trajediydi. Adorno’nun, Auschwitz‘ten sonra şiir yazılamaz saptamasını çağrıştıracak kadar ağır. Dikkat edin bu konuda yazabilecek, darbeden fiziki olarak zarar görmeyen güçlü romancılar, birkaç istisna dışında, 1980-1990arası susmuşlardır. Bir kısmı da yazdığıyla gerçeğe teğet geçmiş ya da gerçeği tahrip etmiştir.

Bu suskunluğun nedenlerini kısa bir süre önce kaybettiğimiz yazar Pınar Kür şöyle açıklamaya çalışmıştı: “Yarın Yarın’dan Küçük Oyuncu’ya birçok kitabımda 12 Mart vardır, 12 Eylül yoktur. 12 Eylül bana hiçbir zaman ilham vermedi. Sinan, Deniz, Hüseyin, Yusuf, Mahir… Bunlar benim içimi yakan olaylardır. (…) 12 Eylül’de kimse benim içimi yakmadı. Orada da gençler öldü ama onlar biraz yırtıcı geldi bana. 12 Mart’ta olan o masumiyet yoktu onlarda.” (Pınar Kür, Radikal Kitap Eki, 3 Nisan 2004, sayı 163)

Yani Pınar Kür’e göre 12 Mart’ta hayatlarını kaybedenler masumdu, 12 Eylül’de ise örneğin Erdal Eren, Bedrettin Cömert, Ceyhun Can ve katledilen, zindanlara tıkılan, sürgünde yaşamak zorunda bırakılan binlerce devrimci masum değildi.

12 Mart döneminin önemli yazarlarından Füruzan da bu konuda —Pınar Kür’e yanıt sayılabilir— şunları söylemişti: “12 Eylül romanlarının kiminde, yazarı dönemi işlerken eleştirel bir bakışla yaklaştığını görür gibiyiz. Bu yarı gölgeli yarı şaşırtmacalı anlatımlardan amaçlanan eleştiri ne yazık ki yerini bulamıyor. Sanki yazara soru yöneltildiğinde ‘ben öyle demek istememiştim’li bir yanıt kolaylığı bırakıyor.”   

Fethi Naci de 12 Mart ve 12 Eylül sonrasını kıyasladığı bir yazısında benzer bir saptama yapmış şunları yazmıştı: “12 Mart romanlarında devrimci gençler için ağıtlar yakılırken, 12 Eylül romanlarında kurulu düzenden yana tutum takınarak devrimci gençleri aşağılamak ya da dünyayı değiştirme görevinin kendisine verilmiş olmadığını kabul etmeyi övmek moda oldu.”

Kafka’nın böcekleri

Bu eleştirdiğim (susan ya da 12 Eylül karanlığından nemalanan) yazarların yanı sıra, olumlu ve düzeyli denemeler de yapıldı. Ama çoğunda roman kahramanları sonunda ölüyorlardı. Kafka’nın ‘Dönüşüm’ adlı romanında, evin içinde giderek böcekleşen Samsa ile kız kardeşi arasındaki ilişki ‘yazar ile darbe mağdurları’ arasında yaşanmaya başlamıştı. Yani edebiyat da halk gibi, 12 Eylül darbesini utangaç biçimde desteklemiştir. Anne ve babalar, çocuklarımızdan onur duyuyoruz diyenlerin bile büyük çoğunluğu ‘öleceklerine hapiste olsunlar’ söylemine sarılmışlardı.

Sonuç itibariyle: Şükrü Argın’ın ifadesiyle “Kapitalizmin küresel düzeydeki zaferi sadece sol hareketleri değil, edebiyatı da krize sokmuştur. 12 Eylül’den sonra piyasanın edebiyatta belirleyici olduğu yeni bir güdük-çapsız kültürel atmosfer başlamıştır.”

12 Eylül Zindanlarından sesler

Ancak 12 Eylül romanına gecikmeli de olsa olumlu örnekler de var: Okuduğumda beni saran- sarsan, yazarları 12 Eylül zindanlarının ve / veya sürgünün rahle-i tedrisinden geçmiş birkaç roman örneği vereyim.

Ayşe Önal, Attila Keskin, Ayşegül Devecioğlu, A. Kadir Konuk, Doğan Akhanlı, Demir Özlü, Feride Çiçekoğlu, Hüseyin Şimşek, Hayri Argav, Hacay Yılmaz, Halil Genç, Kaan Arslanoğlu, Nejat Elibol, Nihat Behram, Yücel Sarpdere, Öner Yağcı, Turgay Fişekçi, Şükran Yiğit, Osman Akınhay, Şöhret Baltaş, Sevkuthan Karataş, Süheyla Acar, Pamuk Yıldız, Süreyya Köle, Muzaffer Oruçoğlu, Mustafa Kaçar, Murat Tuncel, Turgay Fişekçi, Irmak Zileli, Yücel Sarpdere ve halen hapishanede olan Sami Özbil ile Mircan Karaali…

Elbette külliyat vereceğim örneklerden çok daha fazladır. Ayrıca yapılan filmler, belgeseller, yazılan oyunlar, öyküler, şiirler… Bunların değerlendirilmesi değil bir yazıya sığmaz.

Saydığım isimler arasından birkaç yazarın eserlerine kısaca değineyim:

Yakın zaman önce kaybettiğimiz A. Kadir Konuk 12 Eylül darbesinden sonra cezaevinden firar eden ve sürgünde hayatını kaybeden bir yazar. Güçlü gözlemlerini mizahi bir dille romanlarında yansıtmıştır. Başta ‘Sarı Tipi’ ile ‘Su Uyur İnsan Kaçar’ adlı romanları 12 Eylül karanlığını betimleyen çalışmalardır.

Ayşegül Devecioğlu da “Kuş Diline Öykünen” adlı romanıyla dönemi ustaca betimlemiştir. Oğlunun babası Behcet Dinleer işkencede öldürülmüş olan Devecioğlu yazın serüvenini şöyle anlatıyor: “‘Kuş Diline Öykünen’ romanı, kuşağımın bu kayıp zaman karşısındaki şaşkınlığının hikayesi aslında. (…) Bu kitabı yazarken düpedüz acı çektim. Kuş Diline Öykünen’i yazdıktan sonra içimdeki kilitlerim açıldı…”

Uzun yılar hapis yatan Pamuk Yıldız’ınO Hep Aklımda” adlı romanı 1980-1990 Mamak gerçeğinden hareketle 12 Eylül’ü anlatır.

Darbeden sonra Mamak zindanına atılan Osman Akınhay Zindanı, işkenceyi ve 19 Aralık katliamlarını betimleyen ‘Gün Ağarmasa’ adlı romanında, kahramanına benzer sorgulamaları yaptırır. (S. 183.)  

5 Yıl Metris hapishanesinde yatan yazar Hüseyin Şimşek de “Ayrımı Bol Bir Yoldu Metris (roman) ile Hapiste Doğanlar (araştırma) kitapları ile döneme tanıklık yapmıştır.

Yaralı insanların kalemiyle oluşan külliyet

Dikkat edilirse 80’ler, o dönemi yaşayan ve ağır bedeller ödeyen insanlar tarafından anlatılmıştır. Saydığım isimler dışında, 12 Eylül’de henüz çocuk olan iki kadın yazar da romanlarıyla dönemi ustaca betimlemişlerdir. Bu yazarlardan Süreyya Köle, ‘Yakası Kürklü Yeşil Parka’ adlı romanında, devrimcilere evlerini açan bir gecekondu çocuğunun gözüyle darbeye giden süreci ve yeşil parkalı solcu ağabeyleri anlatır. Irmak Zileli ise, yeni yayınlanan ‘Eşik’ adlı romanında, 12 Eylül’ü ayrılık ve sürgünlerle yaşayan devrimci bir ailenin, küçük kız çocuğu gözüyle döneme tanıklık yapar.

Benim “12 Eylül ve Filistin Günlüğü” adlı anı –belgesel çalışmam, ‘Yolcu’ adlı öykü kitabım ve ‘Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler’ adlı tiyatro oyunum da 12 Eylül’ü konu edinmiştir.

Sonuçta hâlâ kanayan bir yara olan 12 Eylül, büyük çoğunluğu yaralı olan insanların kaleminden ustaca anlatılmış ve gecikmeli de olsa tarihe doğru not düşülmüş, edebiyatta bir külliyat oluşmuştur.

Kaynakça: 

Adil Okay, Yaşamın Kıyısında ve Fatih Akın Yaşamın Uzağında, www.sendika.org

BirGün Kitap, Yıl 1, S. 3.

Evrensel Kültür, Temmuz 93,S.19- Ağustos 93. S. 20.

Mesele, Eylül 2007, S. 9.

Radikal Kitap Eki, 3 Nisan 2004, sayı 163


Adil Okay – 12.09.2025


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑