Tarihi yanlış okuyanın devrimi de yanlış olur! | Amed Dicle
MLKP’nin açıklaması, bu büyük fikri anlayamamış olmanın telaşıyla yazılmış gibidir. Klişeler, etiketlemeler, şablonlar, bunlar hakikatin değil, kaygının dilidir. Kaygının diliyle konuşanlar, devrimi taşıyamazlar. Taşıyanlar ise tarihsel dönüşümleri tanır, anlar ve sahiplenir…
27 Şubat 2025 tarihinde, Abdullah Öcalan İmralı’dan kamuoyuna “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nı iletti. Bu çağrı, yalnızca bir taktik öneri değil; Kürt özgürlük hareketinin kırk yılı aşkın mücadele birikiminin yeni bir evreye taşınmasıydı. Çağrının ardından toplanan PKK 12. Kongresi, silahlı mücadeleye son verme ve örgütün feshi yönünde karar aldı.
Marksist Leninist Komünist Parti (MLKP), 9 maddelik bir açıklamayla bu yönelimi “tasfiyecilik”, “teslimiyet”, hatta “reformizm” gibi kavramlarla eleştirdi. Eleştiriden çok bir yargılama metnine benzeyen bu açıklama, Kürt hareketinin kararını değil, esasen bu çağrının sol üzerindeki etkisini denetim altına alma çabası olarak okunmalı.
PKK’nin kongre kararlarını “tasfiyecilik”, Öcalan’ın çizgisini “reformizm” olarak nitelendiren bu açıklama, ilk bakışta bir eleştiri metni gibi sunulsa da, içerdiği siyasi dil ve kurgu itibariyle daha derin bir sorunun ipuçlarını veriyor. Konu yalnızca iki örgüt arasındaki bir görüş ayrılığı değil. Konu, bugünün dünyasında sosyalistlerin neyi nasıl okuyacağı, hangi tarihsel zeminde konumlanacağıdır.
Amacımız, MLKP’nin değerlendirmesine karşı bir polemik kurmak değil, bu açıklamanın gerisinde yatan zihinsel ve etik pozisyonları tartışmaktır. Çünkü bugün sosyalist hareketin karşı karşıya olduğu mesele, hangi taktikle değil, hangi tarihsel ve ahlaki zeminle yürüneceğidir.
MLKP’nin değerlendirmesi, PKK’nin dönüşümünü tasfiyecilik olarak adlandırmakta, Öcalan’ın paradigma değişimini “reformist sapma” olarak kodlamaktadır. Bu yaklaşım, herhangi bir sosyalist eleştiri geleneğinin değil, dogmatik ezberciliğin tezahürüdür.
Oysa Öcalan’ın ortaya koyduğu barış çağrısı, yalnızca bir pratik yönelim değil; kapitalist modernitenin, devletçi sosyalizmin ve ulus-devlet fetişizminin krizine verilen yaratıcı ve tarihsel bir cevaptır. Demokratik modernite, halkların kendi kendini yönetme kapasitesini, silaha değil demokratik siyasallaşmaya dayandıran bir modeldir. Ve bu, yalnızca Kürt halkı için değil, tüm sosyalist hareketler için bir devrimci yenilenme olanaklar dizisidir.
MLKP’nin bu çağrıyı anlamaya çalışmak yerine, ezberlenmiş klişelerle karalaması, entelektüel cesaretin değil, doktriner konforun ifadesidir.
MLKP’nin silahlı mücadeleyi tek geçerli mücadele biçimi olarak yüceltmesi, 20. yüzyılın çözülmüş siyasal reflekslerine bağlılıktır. Öcalan ise silahlı mücadeleyi tarihsel koşullarda doğmuş bir araç olarak tanımlamış, bu aracın meşruiyetinin halkın katılımı ve öz örgütlenmesiyle dengelenmesi gerektiğini savunmuştur.
Silahı mücadeleyi kutsallaştırmak, devrimciliği ilkel bir tekrara indirger. Bugün halkın daha geniş kesimlerini siyasallaştırmanın yolu, silah değil, sözdür; çağrı değil, katılımdır. Öcalan, tam da bunu önermektedir: Sivil ve meşru siyaset üzerinden halk iktidarını inşa etmek. Bu, devrimci bir geri çekilme değil, stratejik bir mevzi değişimidir.
Fırsatçılık, Taktik Değil Ahlaki ve Teorik Bir Kayıptır
MLKP’nin değerlendirmesinde göze çarpan asıl problem, yalnızca içeriksel yetersizlik değil; yaklaşımın ima ettiği politik psikoloji ve niyettir. Devrimci bir kırılma anında, bir halk hareketinin teorik yönelimini değerlendirmek yerine, “zayıflama” varsayımı üzerinden alan genişletme çabası sezilmektedir. Bu, devrimci etiğin değil, klasik burjuva siyaset reflekslerinin alanıdır: Zayıf görüneni zayıflatmaya çalışmak.
Oysa Öcalan’ın şiddet dışı mücadele stratejisi, Kürt hareketini zayıflatmıyor; bilakis mücadelenin tabanını genişletiyor. Silahlı mücadeleyle kazanılan görünürlük, artık yerini katılımcı, çoklu ve demokratik bir siyaset pratiğine bırakıyor. Bu, daralmayı değil büyümeyi getiriyor.
Buna rağmen MLKP, halkın siyasallaşması ihtimalini “tasfiyecilik” olarak etiketleyerek, sadece PKK’ye değil, halkın kendisini özneleştirme iradesine de karşı konumlanmaktadır. Bu, sosyalist değil, anti-sosyalist bir refleksin sonucudur.
Etik devrimcilik, yoldaşlar ‘zayıfken’ değil, doğru olanı yaparken onların yanında durmayı gerektirir. MLKP’nin tutumu ise, devrimci geçmişi konjonktürel fırsatçılıkla araçsallaştırmaktır. Bu sadece bir yöntem sorunu değil, ahlaki bir kırılmadır.
Öcalan’ın çizgisi Sosyalistlerin yolunu açıyor
Bugün Öcalan’ın çizgisi, sosyalistler için de daralmış mücadele alanlarının dışına çıkmayı mümkün kılmaktadır. Demokratik modernite, sınıf mücadelesini kültürel, ekolojik ve etnik dinamiklerle birlikte yeniden düşünmeye davettir. Bu çizgi, hem teorik olarak hem de siyasal pratikte, devrimi yalnızca bir devlet ele geçirme stratejisi olmaktan kurtararak, toplumu kendini yöneten bir aktöre dönüştürme vizyonudur.
Sosyalist hareketin temel zaafı, kitlelerden kopuk, merkeziyetçi yapılarda ısrar etmesi değil midir? Öcalan’ın önerdiği siyasal model, tam da bu merkeziyetçiliği dağıtarak, halkı yeniden siyasetin kurucu öznesi haline getirme imkanıdır. MLKP gibi yapılar, bunu “reformizm” olarak yaftalayarak yalnızca tarihsel bir fırsatı kaçırmakla kalmamakta, halkın talepleriyle aralarına duvar örmektedirler.
Geçmişe sığınmak, geleceği geciktirmektir
MLKP’nin açıklamasında dikkat çeken noktalardan biri de, Sovyetler Birliği’ne yönelik idealleştirilmiş atıftır. “Sovyet Cumhuriyetler Birliği sosyalizmin toprağıdır” cümlesi, sadece tarihsel bir nostalji değil, bugünün siyasal gerçekliğini kavrayamayan bir zihinsel kapanmanın göstergesidir. Sovyet deneyimi, elbette bazı sosyalistlerin tarihsel referansıolabilir; ancak o deneyimin çöküş nedenlerini görmeden, bu mirası yeniden diriltmeye çalışmak, devrimci düşünceyi dondurur.
Abdullah Öcalan’ın çizgisi, tam da bu noktada alternatif bir yol öneriyor: Sosyalizmi devletin merkezileştirici tekeline mahkûm etmeyen, halkların doğrudan öz örgütlülüğünü esas alan, sosyalizmi yukarıdan değil tabandan kuran bir yaklaşım. Demokratik modernite perspektifi, Sovyet tipi “ulusal sosyalizmi” değil, çokluk içinde birlik arayan çoğulcu bir toplumsal özgürlük modelini işaret eder. Bu model, sınıfları yok saymaz, ama sınıf mücadelesini yalnızca iktisadi değil, ekolojik, cinsiyet temelli, etnik ve kültürel düzlemlerde de düşünür.
Sovyetler’e övgüyle kapanan bir ufuk, halkların çok katmanlı gerçekliğini göremez. Bugünün devrimci görevi, eski anıtların gölgesinde durmak değil, yeni bir toplumsal ufku cesaretle kurmaktır.
Sonuç: Devrim, cesaretle dönüşendir
Öcalan’ın çağrısı, şiddetin değil siyasetin, öfkenin değil ortak aklın, silahın değil sözün yolunu açmaktadır. Bu bir “geri çekilme” değil, devrim fikrinin yeniden icadıdır. Ve bu yeniden icat, yalnızca Kürtler için değil; bu coğrafyada sosyalist tahayyül taşıyan herkes için bir imkândır.
MLKP’nin açıklaması, bu büyük fikri anlayamamış olmanın telaşıyla yazılmış gibidir. Klişeler, etiketlemeler, şablonlar, bunlar hakikatin değil, kaygının dilidir. Kaygının diliyle konuşanlar, devrimi taşıyamazlar. Taşıyanlar ise tarihsel dönüşümleri tanır, anlar ve sahiplenir.
Büyük fikirler basit reflekslerle yıkılmaz. Ama küçük hesaplar, büyük fikirleri görmeyi engeller.
Bugün Öcalan’ın, yalnızca Kürt halkı için değil, tüm Ortadoğu halkları için, kadınlar için, gençler için ve evet, sosyalistler için de yeni mücadele biçimlerinin inşa edilmesini olanaklı kılmaktadır. Bunu “reformizm” diyerek karalamak, fikirle değil korkuyla konuşmaktır. Ve korkuyla konuşanlar, yalnızca tartışmayı değil, devrimi de kaybederler.
Amed Dicle (28.05.2025)
Not: Dicle’nin 28 Mayıs tarihli bu yazısını kendi X hesabından aldık.

























































