Açıklama

Published on Nisan 23rd, 2025

0

Bolşevik Partizan: Kuzey Kürdistan-Türkiye’de şimdiki durum, gelişme yönü ve görevler


Ekonomik görünüm

Türkiye’de 2023 Genel Seçimlerinin hemen ertesinde iş başına getirilen yeni ekonomi ve maliye yönetiminin 2024-2026 yılları arası için izleyeceğini ilan ettiği siyaset şimdilik sapmadan uygulanıyor. Ve bunun sonuçları da yavaş yavaş görülüyor.

2024 yılında beklenen, öngörülen büyüme IMF’ye göre göre %3 civarında idi. Yeni ekonomi ve maliye yönetiminin beklentisi de aynıydı. Gerçekleşen büyüme %3,2 oldu. Bu emperyalist bir güç olma hedefine sahip Türk burjuvazisinin önüne koyduğu hedefler açısından ve AKP döneminin ortalaması açısından düşük, fakat geçmişteki büyük borçlanmalarla elde edilen altı boş yüksek büyümeden ayrı, sürdürülebilir bir büyüme.

2023 Genel Seçimleri öncesinde politik faizi keyfi olarak belirleyen ve sonuçta devlet bütçesini tamtakır eden politikadan vaz geçilmek zorunda kalınması ile egemenlerin ekonomi politikası yeniden ön görülebilir hâle geldi. Bir buçuk yılı aşkın süredir bu keyfiyet döneminin yaraları sarılmaya, Türkiye yabancı yatırım için ve kredi verimi için yeniden çekici ülkelerden biri hâline getirilmeye çalışılıyor. Bunda belli ölçüde yol alındı. Dipsiz kuyu olan kur korumalı mevduatlardan çıkış önemli ölçüde başarıldı.

Burjuvazi açısından ekonomi “iyi” yolda. Bugün Türkiye’de, burjuvazi açısından 2019 sonu başlayan kriz devresinde depresyondan çıkıp, canlanmaya geçilen bir evre yaşanıyor. Bugünkü ekonomi yönetiminin 2027’e kadarki Orta Vadeli Programında öngörülen büyüme hedefi büyüme hızını adım adım arttırmayı öngörüyor. 2025 yılı için öngörülen büyüme oranı %4; 2026 için %4,5, 2027 için %5. Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarının da tahminleri bu öngörülerle örtüşüyor. Kuşkusuz bu öngörüler gerek içte gerek uluslararası alanda önemli sarsıntılar olmayacağı “normal gelişme” hesabı üzerine kurulu. Fakat gerek doğadaki gelişmeler (Kuzey Kürdistan-Türkiye açısından her zaman mümkün olan büyük bir deprem, iklim değişikliği sonucu çıkabilecek büyük doğa felaketleri vb.), gerekse “sürprizlere açık” siyasi gelişmeler bütün planları, öngörüleri altüst edebilir. Anda gördüğümüz ve yaşadığımız Türkiye’de burjuva ekonomisinin dünya ekonomisi paralelinde büyüdüğüdür. Gidiş yönü önü kesilmezse, büyümenin ilerlemesidir. Burjuvazinin andaki siyasi yönetime karşı olan kesiminin bütün ahı vahına rağmen, bir bütün olarak burjuvazinin, tabii en başta büyük burjuvazinin işleri tıkırındadır. Burjuvazi kesiminden dillendirilen şikâyetler gerçekte büyüyen ekonomi pastasından, burjuvazinin andaki siyasi iktidara yakın kesiminin daha fazla pay alması olgusuna yönelik şikâyetlerdir. Bu bağlamda TÜSİAD andaki hükümete kendisinin ayar verememesinden şikâyetçidir. Eski, ekonomi siyasetini belirleme tekelini kaybeden bir büyük patron örgütlenmesinin şikâyetidir bu. Olgu büyük burjuvazinin, TÜSİAD içindekiler de dâhil, tümünün cirosu ve kârlarının hiçbir dönemde olmadığı kadar büyümüş olduğudur. Yani burjuvazi açısından ekonominin hâli iyi ve gelişmesi olumludur. Onların ekonomisi büyümektedir.

Fakat bir de işçilerin, emekçilerin ekonomisi vardır.

Burada durum tek kelime ile berbattır! Burjuva muhalefetin gösterdiği kadar olmasa da berbat. Sonuçta Kuzey Kürdistan-Türkiye’de açlık ölümleri yok. Bunun nedeni hane halkı denen birimlerde birden fazla kişinin, birçok hâlde birden fazla işte çalışması, aile/sülale dayanışması vb. yanında, devlet kurumlarının, belediyelerin ve özel yardım kurumların yoksullara desteğidir. 2023 yılı itibarıyla devletin “sosyal yardım”larından yararlandırılan hane sayısı (hane halkı 4 kişi olarak hesaplanılıyor) 4 milyon 400 bindi. 17 milyon 600 bin vatandaş, yani nüfusun %20’si gelirine ek olarak sosyal yardımdan yaralanıyordu. İstatistiklere göre nüfusunun küçümsenmeyecek bir bölümünün açlık sınırının altında yaşayan ülkede açlık ölümlerinin olmamasının nedenleri bunlar. Evet, açlık ölümü yok fakat yüksek işsizlik, yüksek enflasyon, hayat pahalılığı halkı eziyor. Türkiye enflasyon rakamları itibarıyla dünya üzerinde en yüksek enflasyona sahip ülkelerden biri. 2023’de Türkiye %53,8’lık enflasyon oranıyla, 193 devletin yer aldığı enflasyon listesinde Zimbabve, Venezuela, Lübnan, Sudan, Arjantin arkasından 6. sırada bulunuyordu. 4 Mart 2025 itibarıyla ekonomi yönetiminin önceliği olan dezenflasyonist politika sonucu enflasyon %38,9’a gerilemişti. Ve bu ekonomi yönetimi sözcüleri tarafından büyük başarı olarak sunuluyordu.

Türkiye bu enflasyon oranıyla da yine enflasyonda başa güreşen ülkeler içindi. Ve bu enflasyon rakamı genel ekonomiyi ilgilendiren enflasyon rakamı idi. Halkın ekonomisi için belirleyici olan en temel ihtiyaç maddeleri, kira, yiyecek, giyecek, sağlık giderleri vb. enflasyonu, halkın enflasyonu genel ekonomi enflasyonunun çok üzerindedir. Çalışan nüfusun büyük bölümü geliri ile “ay sonunu getirememekten” haklı olarak yakınmaktadır. Borçla yaşamaktadır.

Kısaca ekonomi açısından söylenecek şey, burjuvazinin ekonomisi iyi gidiyor; halkın ekonomisi ise kötü şeklindedir.

Siyasi gelişmeler: “Beka” sorunu ve geri planında yatanlar

Türk burjuvazisi, bir yandan dünyadaki gelişmelere bağlı olarak anda yürüyen savaşları dünya ve Ortadoğu’da kendi konumunu güçlendirmek için kullanmaya çalışıyor. Bunun için AKP/MHP iktidarı çok aktif bir dış siyaset izliyor. T.C. burjuvazisi kendini Ukrayna’daki savaşta bir arabulucu, bütün taraflarla konuşabilen “kolaylaştırıcı” olarak öne sürüyor.  Ortadoğu’daki savaşta ise Türkiye Ortadoğu’daki krizin merkezinde. Burada Filistin halkının çıkarlarını lafta, söylemde en yüksek sesle savunan NATO üyesi, “Batı müttefiki” devlet konumunda. İsrail’i açıkça soykırımcı ve terörist devlet ilan ediyor. İsrail’e karşı –aslında kendisinin de tam uymadığı– boykot çağrıları yapıyor. 7 Ekim 2023 öncesi yürüttüğü,  Hamas/İsrail arasında arabulucu olmaya namzet pozisyonunu, savaşın gidişatı sonucu terk etti. Kendini, kendine karşı da bir tehdit olarak adlandırdığı İsrail’e karşı, lafta Filistin halkının haklı mücadelesini en önde destekleyen bir güç olarak konumlandırdı.

Faşist Türk devleti bugün İsrail’e haklı olarak “soykırımcı” ve terörist damgası basarken, kendisinin PKK’ye karşı sadece T.C. devleti sınırları içinde değil, aynı zamanda Suriye ve Irak’ta Kürdistan bölgelerinde yürüttüğü savaşı “terörizme karşı kendini savunma” diye adlandırıyor. Bu bağlamda İsrail ile T.C.’nin birbirine edeceği bir laf yoktur.

T.C. devleti Hamas’ın 7 Ekim 2023 eylemini kendisi için, “Filistin sorununu Filistinlileri bütünüyle Filistin’den sürme”, “Filistin’i İsrail’in parçası hâline getirme” yoluyla “çözmek” için fırsata çeviren İsrail’i, kendi varlığı açısından da tehlike ve tehdit olarak belirledi. AKP/MHP’nin devlet adına savunduğu bu siyaseti CHP cenahı “İsrail bize saldıracak diyorlar” şeklinde algıladı ve bu algı temelinde eleştirdi. Devletin “beka” sorunu dediği şey, aslında İsrail’in Türkiye’ye saldıracağı vb. değil, onun “Kürt kartını T.C.’yi zayıflatmak için kullanacağı tespiti idi. İsrail’in Ortadoğu’da sınırları askeri güç kullanarak, aktif olarak değiştirmeye yöneldiği bir ortamda, İsrail yöneticilerinden gelen “Artık Kürtlerin kendi devletini kurmaları zamanı gelmiştir”, “Biz Suriye’de YPG ve PYD’yi, SDG’yi desteklemeye hazırız” açıklamaları bu tespitin çıkış noktasıdır.

“Kürt kartı” emperyalistler açısından kullanılabilir bir karttır. İran’daki Kürt hareketi, Molla rejimine karşı araçsallaştırılma potansiyeline sahip. Güney Kürdistan’da ABD desteğinde kurulmuş, henüz bağımsız devlet olarak tanınmayan, “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” adlı bir devlet yapılanması var. Rojava’nın –Batı Kürdistan’ın– önemli bölümünde de yine ABD desteğinde adı devlet olmayan bir devlet yapılaşması var. Suriye’nin kuzeyinde Rojava’da, YPG önderliğinde –ki bu T.C. devleti açısından PKK önderliğinde okunmaktadır– bir “Kürt devleti” T.C.’nin korkulu rüyasıdır.  Bu, PKK’nin T.C.’nin en uzun kara sınırında PKK’nin devletleşmesi demek olur. Kuzey Kürdistan’da PKK’nin askeri varlığına çok ağır darbeler vurulmuş, burada bir devletleşme tehdit ve tehlikesi güncel olarak ortadan kaldırılmıştır. Batı Kürdistan’da ise bu “tehlike” ve “tehdit” sürmektedir.

PKK adına, YPG/PYD adına yapılan açıklamalarda yer alan  “Ortadoğu’daki gelişmelerin Kürt halkı açısından yeni fırsatlar” yarattığı, “Kürt hareketinin alternatiflerinin olduğu”, ” hiçbir dönemde olmadığı kadar “Zafere yakın” olduğu” vb. tespitler de, T.C. açısından “tehdit” ve “tehlike”nin güncelliğini gösteren açıklamalar olarak okunmaktadır.

T.C. açısından “Beka sorunu” dedikleri, bu bağlamda öncelikle “TERÖRİSTAN” diye adlandırıp şeytanlaştırdıkları Kuzey Suriye’de Kürt devletidir. Yarı devlet zaten şu anda var. Bunun güçlenip resmiyet kazanmasından korkuyorlar.

T.C.’nin buna karşı Erdoğan/Bahçeli tarafından, MGK tarafından, savunma bakanı ve genelkurmay başkanı tarafından seslendirilen tavrı “Sınırlarımızda terör devletine izin vermeyiz, vermeyeceğiz” tavrıdır.  Bu tavrın uygulama hâli, Güney Kürdistan’da PKK’ye, Rojava’da PKK’nin başka isimlerle devamı olarak görülen YPG/PYD/SDG iktidar alanına yapılan saldırıların yoğunlaştırılmasıdır. İçte ise “iç cephenin tahkim edilmesi” temel siyasettir. Bu yalnızca Ortadoğu’daki gelişmelerle değil, bir bütün olarak artık çok açık olarak yaşanan ve dünyayı adım adım bir üçüncü dünya savaşına sürükleyen yeniden paylaşım dalaşıyla ilgilidir. Kendisi emperyal bir güç olma hedefine sahip, 21. yüzyılı “Türkiye Yüzyılı” yapma iddiasında olan Türk burjuvazisi bu yeniden paylaşım dalaşında kendisi için en büyük payı kapabilmek için hazırlık yapmaktadır. Bunun için silah sanayi son on yıl içinde kendi savaşını kendi ürettiği silah ve mühimmatıyla yürütebilecek şekilde geliştirildi. Bunun için Türk-İslam sentezinde milliyetçilik yanı öne çıkarılan bir yön tutturuldu. Bunun için MHP/AKP ittifakı güçlendirildi. Bunun için “Yerli ve Millî”lik devlet siyasetinin söyleminin merkezine oturtuldu. T.C. hâkim sınıfları Rojava’daki özerk yapılanmanın İsrail ve ABD desteğinde devletleşme ihtimalinden korkuyorlar. Böyle bir gelişmenin Kuzey Kürdistan-Türkiye’ye yansıyıp Kürt ulusal mücadelesini güçlendireceğinden, “iç cephe”yi zayıflatacağından korkuyorlar. Böyle bir gelişme T.C. burjuvazisinin emperyal bir güç, en azından bölgede belirleyici güç olma hedefine varmasını da engelleyebilir.

O hâlde “Kürt kartı”nın emperyalistlerin elinden alınıp, Kuzey Kürdistan Kürtlerinin gücünün T.C.’nin gücüne eklemlenmesi, T.C. açısından “beka sorunu”dur.

Beka söylemi ve “İsrail’in hedefinde Türkiye var” açıklamasının geri planında bu gelişmeler yatıyor.

“Beka sorunu” adına üretilen siyaset

AKP/MHP iktidarı “Beka” için temel meselenin “iç cephenin sağlamlaştırılması” olduğunu ilan etti. Bunun için yapılması gereken iki şey vardı: 1. Türkiye’de iktidar ve muhalefet arasındaki yoğun çatışmalı ortam, kesin bölünme, kutuplaşma mümkün olduğunca “yumuşatılmalı”ydı.  2. Devlet ile PKK arasında yürüyen 40 yılı aşkın savaş, PKK’nin silahsızlandırması ve kendini tasfiyesi ile sonlandırılmalıydı.

İktidar/muhalefet arasında yumuşama adımlarının ilki 2024 Mayıs ayı başında CHP’nin yeni Genel Başkanı Özgür Özel’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı AKP Genel Başkanı sıfatıyla AKP Genel Merkezinde ziyareti; ardından Erdoğan’ın Özel’i CHP Genel Merkezinde iade-i ziyareti ile atıldı. Bu yumuşama adımı öncelikle CHP içinden Kılıçdaroğlu tarafından “Sarayla müzakere değil, mücadele edilir” şeklinde eleştirildi. MHP’den de CHP/AKP arasında uzlaşma/yakınlaşma adımı hakkında rahatsızlık açıklamaları geldi.

Erdoğan 1 Ekim 2024’te Meclis’in açılışında “Beka sorunu”, “İsrail’in hedefinde Türkiye var”, “İç cepheyi sağlam tutmalıyız”, “Türkiye Yüzyılını birlikte inşa edelim” ve “birlikte sivil bir anayasa yapılması gereklidir” içerikli bir konuşma yaptı.

CHP’nin yeni başkanı Özgür Özel, grubuna meclisin açılışına gelen Erdoğan’ın ayakta karşılanması çağrısı yaptı. CHP milletvekillerinin çoğunluğu bu karara uydular.

Meclis Başkanı da partiler arası diyalogun önemine vurgu yapan ve “Mecliste kullanılan dile çok dikkat etmeliyiz” içerikli bir konuşma yaptı.

O güne kadar DEM’in yasaklanmasının en ateşli savunucusu olan ve DEM’liler ile birlikte resim vermemeye çok özen gösteren Devlet Bahçeli, DEM grubuna giderek, Mecliste grup başkanvekillerinin ve orda olan milletvekillerinin elini sıktı. DEM’i normalleştiren bu tavır genelde büyük bir şaşkınlıkla karşılandı. Bu tavır sonraki haftalarda siyasi tartışma gündemini belirledi.

22 Ekim 2024’de Bahçeli partisinin meclis grubunda yaptığı konuşmada Türkiye’nin çevresinin ateş çemberi olduğunu, bunun için zamanın birlik zamanı olduğunu vurguladı. Birlik için iç barışın sağlanması gereklidir. Terör son bulmalıdır tespitlerinden sonra konuşmasını

“Terörist başı işin içinde olmazsa bir şey çıkmaz diyenlere de sesleniyorum…Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse, ‘umut hakkı’nın kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın. Ne Kandil ne de Edirne; adres İmralı’dan DEM’e uzansın, bu ağır ve tarihi terör sorunu ülke gündeminden tamamen çıkarılsın. Hodri meydan, buna varız.” sözleri ile tamamladı.

Erdoğan bu konuşmadan üç gün sonra Bahçeli’nin bu çağrısına destek verdi, bununla sorunun çözümü için bir “fırsat penceresi” açıldığını, çağrının muhataplarının “uzatılan ele” sahip çıkması gerektiğini söyledi.

Sonrası Abdullah Öcalan’dan 27 Şubat 2025’de gelen, PKK tarafından “Asrın Çağrısı” olarak nitelenen Çağrı’ya kadar, bütün siyasi güçlerin katıldığı bir tartışma sürecidir. Bu süreci bir başka yazıda belgelediğimiz için burada üzerinde durmayacağız. Sadece kısa bir genel değerlendirmeyle yetineceğiz:

Devlet sözcülerinin tüm açıklamalarından çıkan sonuç şudur:

  •  Bahçeli’nin yapığı çağrı, Bahçeli’nin kişisel çağrısı değil, devletin siyasetidir.
  •  Devlet açısından “etrafı ateş çemberi” olan ve önüne dünyanın yeniden paylaşılmasında önemli bir aktör olarak rol oynama hedefini “Türkiye Yüzyılı“ hedefini koymuş olan T.C.’nin iç cepheyi sağlamlaştırması elzemdir.
  •  İç cepheyi sağlamlaştırmanın önündeki en önemli engel “terörist PKK’nin” Türkiye’ye karşı yürüttüğü savaştır. Bunun bitirilmesi gerekir. Esas olarak askeri yöntemlerle “T.C. sınırları içindeki terör” büyük ölçüde sonlandırılmış, örgütün T.C. sınırları içindeki askeri eylemlilik gücü nerdeyse sıfırlanmıştır.
  •  Fakat PKK T.C. sınırları dışında hâlâ varlığını sürdürmektedir. T.C. sınırları dışında da PKK güçlerine yönelik operasyonlarla onlara büyük zarar verilmektedir. Fakat hâlâ operasyonel güçleri vardır.
  •  Türkiye’nin en uzun kara sınırı olan Suriye sınırında ve Suriye’nin Kuzey doğusunda bir “terör devleti yapılanması”na doğru bir gelişme vardır. Bu gelişme durdurulmalıdır.
  •  Türkiye’nin büyümesinden rahatsız olan emperyalist güçler PKK’yi, onun devamı olan YPG/PYD/SDG vb.’ni T.C.’nin ilerlemesini durdurmak için kullanmaktadır, kullanacaktır. “Kürt Kartı”nın T.C.’nin düşmanı dış güçlerin elinden alınması, Kürtlerin gücünün T.C.’nin gücüne eklenmesi Türkiye’yi büyütecektir.
  •  Bu amaca ulaşmak için bütün imkân ve araçlar kullanılmalıdır. Yıllardır devletin elinde tutsak olan PKK’nin kurucusu Abdullah Öcalan tutsak edilip Türkiye’ye getirildiğinden beri Kürtlerin gücünün T.C.’ye katılması ile Türkiye’nin Ortadoğu’da güçleneceğini, kendisinin bundan yana olduğunu, Türk-Kürt savaşının emperyalistlerin çıkarına olduğunu, bu savaşın durdurulmasından yana olduğunu  açıklamıştır. PKK içinde, öncelikle tabanında Abdullah Öcalan’ın önemli bir karşılığı vardır.
  •  PKK bütün açıklama ve belgelerinde, pratikte birçok hâlde Abdullah Öcalan’ın önerilerinin tersine işler yapsa da onu önder olarak gördüğünü, onun çizgisini uyguladığını, onun alacağı kararlara uyacağını açıklamaktadır.
  •  O hâlde Abdullah Öcalan, eğer böyle bir çağrı yapmaya hazırsa, bu yol denenmelidir.
  •  Devletin siyaseti Kürt sorununun çözümü siyaseti değildir. Çünkü devlete göre T.C.’de Kürt sorunu yoktur, çözülmüştür, terör sorunu vardır.
  •  Devletin siyaseti “Barış” siyaseti de değildir. Barış savaş yürüten taraflar arasında önce karşılıklı ateşkes, sonra yapılan barış görüşmeleri vb. ertesinde yapılan hukuki temellere sahip bir anlaşmayla olur. Devletin istediği bu değil, PKK’nin tek taraflı olarak silahları teslim etmesi ve kendi kendini feshetmesidir.
  •  Devletin siyaseti, kimilerinin umduğu, sandığı gibi “demokratikleşme” siyaseti de değildir. Devlet PKK’den şartsız teslimiyet talep etmektedir. Bu olmadan demokratik adımlar vs. beklenmemelidir.
  •  Bahçeli’nin Çağrısı’nda (ki bu devletin çağrısıdır) devletin vermeye hazır olduğu ilan edilen “taviz”ler tecridin kaldırılması, umut hakkının kullanılması için gerekli yasal değişikliklerin yapılması ve “terörist başı!!’nın umut hakkından yararlandırılmasının önünün açılmasıdır. Onun ön şartı gelinen yerde Apo’dan beklenen talep edilen Çağrının, kayıtsız şartsız silahları teslim edin, örgütü feshedin Çağrı’sının gelmesidir.
  •  Ve tabii sonrasında örgütün bu çağrıya uyup uymadığına bakılacaktır.
  •  Devlet açısından yürüyen sürecin adı “Terörsüz Türkiye”dir.
  •  Süreçte DEM’e biçilen rol haber taşımacılığı; verilen görev kendini PKK’den kesin hatlarla ayırma ve PKK’nin tasfiye sürecine destek verme görevidir. Bu görevi yerine getirmemesi hâlinde DEM’in tasfiyesinin gündeme geleceği devlet tarafından açıkça ortaya konmaktadır.
  •  Devlet Bahçeli’nin yaptığı çağrı, bugüne dek PKK ile her türlü görüşme, anlaşmaya karşı çıkan biri üzerinden yapılarak, Türk milliyetçilerinin önemli bölümünün gelinen yerde silahların teslim edilmesi, PKK’nin feshi karşılığında Kürtlerin yasal alanda siyaset yapmasına karşı çıkmayacaklarının ilanıdır.
  •  Çağrı’nın bir amacı da kuşkusuz DEM’i anayasayı değiştirme, ya da erken seçim kararı almada kendi yanına çekmektir. Çünkü “Cumhur İttifakı”nın adayının Erdoğan olduğu ilan edilmiştir ve bu ilan edilenin gerçekleşmesi için ya anayasa değişikliği (400 oy, ya da 360 oy + referandum) ya da parlamentonun kendini feshi gerekmektedir (360) oy. Bunun ikisine de anda “Cumhur İttifakı”nın oy gücü yetmemektedir. DEM’in kazanılması hâlinde ikisi de mümkündür. Fakat Çağrı’nın esas amacının bu olduğu yorumu iç ve dış gelişmeleri görmeyen yanlış bir yorumdur. “Cumhur İttifakı” erken seçim kararı için eksiğini, satın alma yöntemiyle de tamamlayabilir.

Daha önceki deneylerde ön planda yer alan AKP ve Erdoğan’ın süreçte arka planda kalmasının nedeni bir yandan Kürt hareketine, bu sefer geçmiş deneylerde benzer sürece karşı olanlar da yeni bir süreçten yana, devlet ciddi mesajını verme fonksiyonuna sahip. Diğer yandan ama sürecin başarısız olması hâlinde Erdoğan’ı korumaya yarıyor.

27 Şubat’ta Abdullah Öcalan’dan gelen Çağrı başlığında “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlığını taşısa da özü itibarıyla devletin Apo’dan talep ettiği, PKK’ye yönelik “silahları teslim edin, kendinizi feshedin!”, barışçıl siyasi mücadelenin parçası olan çağrısıdır.

Çağrı ertesinde devletin tavrı, şimdi PKK’nin en kısa zamanda –Bahçeli yer ve zaman da veriyor– kongresini toplayıp, silahları teslim ve kendini fesih kararı alması gerektiği şeklinde.

PKK “çağrı”ya uyacağını açıkladı. Uyduğunu göstermek için ateşkes ilan ettiğini açıkladı. Şimdi sıranın devlette olduğunu, sürecin devamı için Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğünün sağlanması gerektiği, kongrenin toplanması ve yönetilmesi işlerinin ancak onun tarafından yapılabileceği, bunun şartlarının yaratılmasının gerektiği vb. tavrını takındı.

YPG/PYD, Çağrıyı desteklediğini, kendilerinin PKK olmadığını, Çağrının kendilerine silah bırakın, örgütü lağvedin çağrısı olmadığını açıkladılar.

Bu arada devlet savaşı sürdürüyor. İçte faşizmi daha da derinleştiriyor.

Gelişmeler, halkların büyük bölümünün, bu arada Kürt hareketinin içinde ve çevresinde yer alanların önemli bölümünün de bu savaşın bitmesinden yana olduğunu gösteriyor.

PKK’nin “bizim çizgimizdir” diye sahiplendiği Apo’nun çizgisi temelinde bu savaşın sürdürülmesi, Apo’nun tespit ettiği gibi anlamsızdır. Çünkü bu çizginin talepleri evet, yasal, barışçıl siyasi mücadeleyle de elde edilebilir. Bu savaşın bitirilmesi halkların yararınadır.

Şimdilik çağrıya uyma konusunda devlet ve PKK’nin tavırları uzlaşmaz görünüyor.

Pazarlıklar sürüyor. Sürecin ucu açık.

Burada sürecin gelişmesinde kuşkusuz Suriye’deki gelişmeler, Rojava’daki silahlı mücadelenin ve yapılanmanın nereye gelişeceği de belirleyici rol oynayacaktır.

Burada da İsrail’in tavrı belli, fakat ABD’nin ne yapacağı henüz tam açık değil. Bu Türkiye ile ABD arasında yapılan ve yapılacak pazarlıklar sonucu açıklığa kavuşacak.

Fakat şimdiden belli olan bir şey var: PKK sonuçta Apo’nun çağrısına, Apo’nun fiziki özgürlüğünü sağlama adına, uymasa bile, devlet bu süreçten PKK’nin içini karıştırarak, DEM ve legal Kürt siyasetinin önemli bölümünü PKK’den kopararak çıkacaktır.

Egemen sınıf içinde iktidar dalaşı sertleşiyor, faşizm koyulaşıyor

“Beka” siyasetinin bu ayağında 2024 Mayıs’ı başında atılan adımlar çok kısa süre içinde kesildi. Her iki tarafın da şikâyet ettiği, sorumluluğunu karşı tarafa yüklediği kutuplaşma derinleşti, derinleşiyor. Yeni CHP yönetimi, parti içinden gelen ve yönetimi sarayla uzlaşma ile suçlayan eleştirilere göğüs geremedi. Kendisinin de ne kadar saray düşmanı, Erdoğan’la uzlaşmaz olduğunu gösterecek “sert muhalefet” siyasetine sarıldı. Erken seçim, derhâl seçim, bu iktidarın meşruiyeti yoktur, bitmiştir siyasetine döndü. Bu, CHP içindeki iktidar mücadelesi açısından yararlı olan siyaset, “devletin bekası için iç cephenin sağlamlaştırılması” bakış açısından düşman görülen bir siyaset. Sonuç hükümetle burjuva muhalefet arasındaki kavganın sertleşmesi. Erdoğan yönetiminin devletin tüm gücüyle CHP’ye de saldırması. Faşizmin daha da koyulaşması.

Son olarak, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun üniversite diplomasının üniversite yönetimi tarafından iptali, yolsuzluk ve teröre destek suçlamalarıyla gözaltına alınıp, yolsuzluk dosyasından tutuklanıp Silivri’ye yollanması yalnızca AKP/Erdoğan’dan nefret edenleri değil, öncelikle zenginler daha da zenginleşirken, kendileri hep daha yoksullaşan emekçi kitlelerin bir bölümünü ve yüksekokul öğrencilerinin önemli bir bölümünü sokaklara döktü.

Halkta haklı olarak biriken öfkeyi CHP’nin andaki yönetimi hem CHP içindeki iktidar mücadelesinin sorunlarını çözmek hem de iktidarı mümkünse erken seçime zorlamak için ustaca kullandı, kullanıyor.

* CHP içindeki “kim cumhurbaşkanı adayı olacak” kavgası şimdilik İmamoğlu lehine sonuçlandı. Ama seçimlere daha üç yıl var. Ve İmamoğlu’nun gerçekten aday olup olamayacağı gelişmelere bağlı.

* CHP içinde parti başkanlığı mücadelesinde anda Özgür Özel, yerini sağlamlaştırmışa benziyor. Fakat alelacele topladığı olağanüstü genel kurul sonuçlarının kalıcı olup olmayacağı gelişmelere bağlı.

* Sokak eylemleri ile erken seçime zorlama, AKP/MHP iktidarının andaki gözünü karartmış faşist tavrı göz önüne alındığında, işlemez plan olarak görünüyor. Fakat bu plan iktidar mücadelesini sertleştirecek, faşizmi daha da koyulaştırmak için araçsallaştırma potansiyelini içinde taşıyor.

* CHP’nin önümüzdeki dönemde 28 milyon imza toplayarak seçime zorlama planı da tek adaylı –çok demokratik, cumhurbaşkanı adayı önseçimi– gibi iktidarı fazla rahatsız etmeyecek bir tiyatro olarak kalmaya, ya da hiç yapılmamaya aday.

Halk kahramanı mı?

Halk yığınlarının önemli bölümünün ve CHP’nin kuyruğuna takılan sol kesimin gözünde İmamoğlu âdeta bir halk kahramanı yapıldı. Kendisine büyük haksızlık yapılan, Erdoğan’ı yenmiş olduğu ve yine yeneceği için önü Erdoğan tarafından kesilmeye çalışılan, bu yüzden saldırıya uğrayan, ama yiğitçe direnen, yenilmeyen, yenilmeyecek olan, CHP’nin –tek adaylı cumhurbaşkanı adaylığı seçiminde!!!– 15 milyon oyla, halk tarafından seçilmiş olan yeni “Cumhurbaşkanımız!”  Yaratılan bu gürültülü algıyı olgu kabul edenler için ona yöneltilen yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma vb. gibi suçlamaları sorgulamak gereksiz. Her kalıba giren, dincisi ile dinci, kemalisti ile kemalist, bozkurtu ile bozkurt, solcusu ile solcu, egosu şişkin, kibirli bir kişilik, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin imkânları ile de CHP’yi, kendisinin cumhurbaşkanlığının yolunun taşlarını döşeyecek partiye dönüştüren, her devrin adamı müteahhit zenginimiz halkın kurtarıcısı oldu! Bu algı tam bir yanılgıdır.

Erdoğan/İmamoğlu; AKP/CHP işçiler, emekçiler açısından birbiri ile güya halk için dövüşen gerçekte ise kendi ve hizmet ettikleri burjuva sınıfının çıkarlarının temsilcisi olan iki kardeşlerdir.

Çare devrimde, sosyalizmde!

Aslında burjuva siyasetçilerinin yok birbirlerinden farkı. Her biri çıkarcı, her biri hırsız, her biri yiyici, her biri rüşvetçi, her biri iktidar için her şeyi yapan faydacı, her biri yalancı, her biri işçi-emekçi düşmanı, sermaye dostudur. İçlerinde hâlâ temiz kalmış olanlar varsa, bunlar mutlak istisnalardır. Kapitalist sistemin muteber siyasetçileri yukarda bazı sıfatlarını saydıklarımızdır.   

İşçilerin, emekçilerin bunlardan birilerini, bir başkasına karşı desteklemesi, hiçbir gerekçe ile doğru değildir.

İşçi sınıfı ve emekçiler egemen kapitalist sınıfın kendi içindeki iktidar kavgasının tarafı ve parçası olmamalıyız.

Çıkalım sokaklara… Ama İmamoğlu için değil. CHP kuyruğunda değil. Kendi somut sınıf taleplerimiz için çıkalım!

İşçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu, egemen sınıfın şu veya bu kesiminin iktidarında değil, kendi sınıf iktidarındadır.

Görev, bunun için bilinçlenmek, örgütlenmek, örgütlenmektir.

Bugün işçi sınıfı ve emekçileri, egemen sınıfın kendi içindeki iktidar mücadelesinin kuyruğuna takmada aracı olan güya “sosyalist”, “sol”, pratikte bugün CHP kuyrukçuluğu yapan partileri de işçi ve emekçiler elinin tersiyle itmeli, burjuvaziden bağımsız örgütlenmeli, kendi bağımsız sınıf mücadelesini yükseltmeli, kendi yolunda, halk demokrasisi, sosyalizm, komünizm yolunda yürümelidir.

Bu yolun ve mücadelenin yol göstericisi Bolşevik partilerimizdir.

İşçileri ve emekçileri kendi sınıfı çıkarları, kendi sınıf iktidarları için mücadelede Bolşevik partilerimize güç vermeye, desteklemeye, örgütlenmeye çağırıyoruz.

27.03.2025


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑